For Your Eyes Only – John Glen (1981)

“Bu anı uzun süre bekledim, Bay Bond. Tadını çıkarmaya da kararlıyım”

Nükleer füzelerle ilgili bir şifre cihazını düşmanın eline geçmeden bulmaya çalışan ajan Bond’un hikâyesi.

Serinin on ikinci, Roger Moore’un beşinci (toplam yedi) ve yönetmen John Glen’in ilk (toplam beş) Bond filmi. Bir önceki Bond filmi olan, 1979 yapımı “Moonraker – Ay Harekâtı” ile bilim kurgu öğelerini kullanan Bond serisinde, bu fanteziyi daha da ilerletmek yerine daha “gerçekçi” bir hikâyeyi tercih etmiş yapımcılar ve ortaya ilk Bond filmlerine yakın duran bir sonuç çıkmış. Hikâyesi de aksiyonu da genel olarak çekici olan filmin serinin önceki çalışmalarının bir ortalaması havasında olduğunu ve karakterin kendisine ya da genel olarak seriye bir yenilik getirmediğini söylemek mümkün ve bu bağlamda, daha önceki Bond filmlerini görmüş olanlarda bir tanıdıklık hissi yarattığı (ya da yaratacağı) kesin ama bunu -söz konusu olan bir Bond filmi olduğunda- çok da önemli bir problem olarak görmemek gerekiyor. Sonuçta kahramanımız tehlikeli bir cihazın yanlış ellere geçmesini önlerken dünyayı bir kez daha kurtarıyor ve bunu yaparken de heyecanı, kendine özgü küçük mizahı ve cazibesi ile hikâyeyi seyre değer kılıyor her zaman olduğu gibi.

Çekici aksiyon sahneleri olan filmin bobsled denen ve bir tür kızakla yapılan sporun yer aldığı sahnelerinde Paolo Rigoni adındaki dublörün hayatını kaybetmesinin yanısıra bir başka ölüm daha izini bırakmış hikâyede. Önceki Bond filmlerinde “M”yi canlandıran Bernard Lee çekimler bitmeden ölünce senaryoda değişiklikler yapılarak karakteri izine çıkarılmış, yokluğunun bir açıklaması olarak. Ian Fleming’in romanlarından değil, bir kısa hikâyesinden yola çıkılarak çekilen ilk Bond filmi olan çalışmanın başrolündeki Moore’un sevmediği iki şey olmuş filmde ki açıkçası ona bu itirazında katılmamak pek mümkün değil: Filmin son sahnesinde başbakan Margaret Thatcher’ın karşımıza çıkması ve Bond’un şiddetle ihtiyaç duyduğu bilgiyi bir papağandan alması hikâyenin ciddiyetine hiç uymayan tercihler olmuş kesinlikle. Bu öğeleri, hikâyenin -aslında çok da önemli olmayan- gerçekçiliğine zarar verdiği için değil, filme gereksiz bir ciddiyetsizlik kattığı için eleştirmek gerekiyor.

Klasik açılış (bize doğru ateş eden Bond görüntüsü) ile başlayan filmin ilk sahnesi yine bir Bond klasiği olarak jenerik öncesinde karşımıza gelen bir aksiyon bölümü. Burada amansız düşmanı Ernst Stavro Blofeld ile iyi çekilmiş bir sahnede karşı karşıya geliyor Bond ve müthiş fiziksel becerisi ile galip çıkıyor bu mücadeleden. Londa üzerindeki helikopterin temel aracı olduğu bu mücadele hayli iyi çekilmiş ve hikâyeye iyi bir giriş sağlıyor. Ardından bir başka Bond klasiği olan Maurice Binder imzalı açılış jeneriğini seyrediyoruz. Sheena Easton’ın seslendirdiği ve bir Bond filmi ilki olarak onun da görüntüde olduğu güzel şarkı ile süslenen bu jenerikte Binder yine siluetler halindeki görüntülere ağırlık vererek su öğesine odaklanan hoş bir tasarım getiriyor önümüze bir kez daha. Çekimleri Yunanistan, Bahamalar, İngiltere ve İtalya’da gerçekleştirilen filmde zaman zaman Bond filmlerinde yer alan bir öğenin daha kullanımı dikkat çekiyor. Kötülere karşı mücadelesinde Bond’un yanında yer alan ve kişisel bir intikamın peşinde olan bir karakter burada da karşımıza çıkıyor. Ebeveynlerini öldüren kötü adamların peşine düşen ve okçuluk becerisi olan bu karakteri Carole Bouquet zarafetle ama çok da güçlü olmayan bir oyunla canlandırmış. Filmin bir diğer kadın karakteri olan patenci kız ise onu canlandıran Lynn-Holly Johnson’ın “olmamış” oyunculuğunun da katkısı ile epey eğreti duruyor. Vaktinden önce cinsel birlikteliklerin peşine düşen ve Bond’u da rahat bırakmayan bu karaktere hikâyede verilen ağırlık hayli gereksiz ve Bond’un bu yaşı küçük genç kızın cinsel davetine kararlılıkla karşı durması belki onun “erdem”lerinin bir göstergesi olarak düşünülmüş ama sonuç tam tersi yönde olmuş gibi görünüyor.

Bir İspanyol kasabasının dar sokaklarında çekilen sıkı takip sahnesi eğlenceli havası ile de dikkat çekerken, “Q”nun atölyesindeki eğlenceli bölüm (Q’nun elemanlarının yeni “alet edevat” denemeleri), Bond’un müthiş kayakçılık becerisine bir kez daha tanık olduğumuz kar üzerindeki kovalamaca ve iyi çekilmiş bir “buz hokeycilerinin Bond’a saldırması” sahnesi (yine eğlencenin ihmal edilmediği bu sahnenin Bond ile çalışan bir adamın boğazının kesilmiş görüntüsüne bağlanması “şok ediciliği” ile de dikkat çekiyor) filmin aksiyon açısından başarısını gösteriyor bize. Bu sahnelerin bir kısmında Roger Moore’un bir parça “hantal” kaldığı söylenebilir belki ama Yunanistan’ın mutlaka görülmesi gerekli yerlerinden biri olan Meteora’da çekilen “kayalığın tepesindeki manastıra tırmanma” sahnesinde olduğu gibi John Glen’in başarılı çekimleri bu problemi gideriyor çoğunlukla.

Folklorik öğeleri (sirtaki vs.) hikâyenin akışına zarar vermeyecek şekilde dozunda kullanan ama Bond’un bir kadın ile sahilde romantik bir müzik eşliğinde yürümesi gibi anlamsızlıkları da olan filmde ajanımızın Yunanca bildiğini, Yunan şaraplarından çok iyi anladığını ve usta bir kumar oyuncusu olduğunu da öğreniyor veya hatırlıyoruz. Heyecanı yerinde, eğlencesi ihmal edilmemiş, Bouquet ile Moore arasında gerekli ve yeterli bir çekiciliği oluşturamamış bu Bond filmi zaman zaman fazla tanıdık gelse de heyecanlandırmayı ve eğlendirmeyi başarıyor özet olarak.

(“Senin Gözlerin İçin”)

A View to a Kill – John Glen (1985)

“Evet, sayın bakan. Uzayda, Birleşik Krallık üzerinde patlarsa, içinde mikroçip olan her şey, bir modern tost makinesinden savunma sistemimizdeki en karmaşık bilgisayarlara kadar her şey, işe yaramaz hâle gelir”

Mikroçip tekelini kurmak için Silikon Vadisi’ni yok etme planı yapan çılgın bir adama karşı mücadele eden James Bond’un hikâyesi.

1973 yılında “Live and Let Die – Yaşamak İçin Öldür” ile Bond kariyerine başlayan ve toplam yedi kez sinemanın bu ölümsüz ajanını canlandıran Roger Moore’un son Bond rolü. Adını Ian Fleming’in bir hikâyesinden alsa da tamamen orijinal olan senaryosunu Richard Maibaum ve Michael G. Wilson’ın yazdığı filmi John Glen yönetmiş (onunsa toplam beş Bond yönetmenliği var kariyerinde). Duran Duran grubunun seslendirdiği şarkısı, yine Maurice Binder imzalı etkileyici açılış jeneriği, hikâyesi çok dolu olmasa da senaryonun iyi kurgulanması, artık yorgun ve yaşlı görünen Moore’un son Bond’unu seyretmenin heyecanı, Christopher Walken’ın kötü adamdaki karizmatik performansı, Grace Jones’un varlığı, hikâye boyunca karşımıza gelen aksiyon sahnelerinin sağladığı keyif ve -tüm bunları bir kenara koysanız bile- Bond’un bir kez daha dünyayı kurtarmasına tanık olmanın önemi ile görülmeyi hak eden bir film bu. Evet, en iyi Bond filmlerinden biri değil belki ama yine de geçerli bir yargı bu.

Jenerik öncesindeki aksiyon sahnesinde, sonradan Sibirya olduğunu öğreneceğimiz bir yerde Bond’un Sovyet askerlerinden kaçışını ve yine sonradan “003” olduğunu öğreneceğimiz bir adamın cesedinden bir mikroçipi alırken görüyoruz. Başarılı kayakla takip kareleri ile dolu bu bölüm hayli heyecanlı ve bir Bond filmine yakışır düzeyde. Alman kayakçı Willy Wogner’in yönettiği bu bölümde Bond peşindeki onca Sovyet kayakçıyı atlatırken elbette yükseklerden atlıyor, karda müthiş bir gösteri yapıyor ve hatta kısa bir süreliğine de olsa su üzerinde de kayarak devam ettiriyor şovunu. Sonrasında usta jenerik tasarımcısı Maurice Binder’ın her zamanki gibi göz alıcı jeneriği ve ona eşlik eden Duran Duran şarkısı geliyor karşımıza hikâyenin devamından önce. Işık oyunları, buz ve ateş görüntüleri, kayakçılar ve elbette -çıplak siluetleri ile gösterilen- kadınlar bu başarılı jeneriğin malzemesi olurken, Binder’ın işinde ne kadar usta olduğuna bir kez daha tanık oluyoruz.

Bond her hikâyede olduğu gibi burada da sadece analitik zekâsını ve fiziksel becerilerini göstermekle kalmıyor, birbirinden farklı alanlardaki uzmanlığını da konuşturuyor. Dört kadınla yatağa girmeyi başarıyor (Grace Jones ile olanı bir parça absürt olsa da), bir yarışı hangi atın kazanacağını biliyor, iyi içkiden anlıyor, Sovyetler’in ilk kez kendi vatandaşı olmayan birine verdikleri Lenin Nişanı’nın sahibi oluyor vs. Sonuçta süper bir ajan var karşımızda ve daha önceki (ve sonraki) tüm maceralarında olduğu gibi şaşırtıcı olan onun bu yeteneklere sahip olmaması olurdu. Ajanımız bu yeteneklerini sergilerken, film de aksiyon sahnelerinde sadece heyecanlandırmayı değil, zaman zaman eğlendirmeyi de başarıyor. Eyfel Kulesi’nde başlayan, karada devam eden ve Seine üzerindeki bir teknede sona eren takip ve kavga sahnesi, Bond’un sonunda ikiye ayrılan bir taksi ile havadaki paraşütlünün peşine düşmesi gibi eğlenceli anları da içeren heyecanlı bir bölüm örneğin. Denizin altında nefessiz kalmışken, birlikte denize düştüğü arabanın lastiğindeki havayı içine çekmeyi akıl edecek kadar zeki olan Bond’un Golden Gate Köprüsü üzerindeki heyecanlı anlarını (kuşkusuz çok da inandırıcı değil köprünün askı halatları ve direklerinde geçen bu anlar ama ne önemi var ki bunun?), bir itfaiye arabası ile peşindeki polisleri atlatmasını ve terk edilmiş bir gümüş madeninde geçen tüm finali de ekleyebiliriz filmin keyifli aksiyon sahnelerinin arasına. Bütün bu aksiyon sahnelerinde elbette dublörler oynamış (ve sahnelerin içeriği epey yorulduklarını da gösteriyor) ve bazılarında çok da iyi gizlenememiş bu ki dikkatli bir göz rahatsız olabilir bu durumdan.

Roger Moore bu filmde oynarken elli dört yaşındaymış ve şimdilik en yaşlı Bond oyuncusu olurken, bu durumu da pek gizlenememiş filmde. Rolü için bir parça yorgun ve yavaş görünüyor Roger Moore ve hikâyenin oyunculuk açısından öne çıkan ismi Christopher Walken oluyor. Tuhaf bir deneyin “ürün”ü olan kötü adamı çarpıcı bir şekilde oynuyor oyuncu ve özellikle onun sadistliğini ve zekâsını gerçekçi bir biçimde getiriyor karşımıza. Zaten ölecek olan ve can havli ile kaçan insanları silahı ile sadistçe bir zevk ile tarayan, planını gerçekleştirebilmek için tetikleyeceği bir depremle bir milyondan fazla insanın ölecek olmasını umursamayan bu adam Bond serisinin en önemli kötülerinden biri olarak ve Walken’ın sağlam oyununun da sağladığı destekle iz bırakan bir karakter oluyor. Bond kızlarından biri olan, kötü adamın baş yardımcısı “tuhaf” kadını oynayan Grace Jones androjen kimliğini emrine verdiği karakterinde tuhaf ama ilgi çekici bir performans ortaya koyarken (özellikle ilk sahnesindeki kahkahası hayli “zorlama” ve bu yüzden de epey rahatsız edici olmuş belki de istendiği gibi), diğer Bond kızını oynayan Tanya Roberts vasat (hattta Razzie ödülüne aday olacak kadar kötü kimilerine göre) bir oyunculuk gösteriyor.

Öyle ahım şahım bir hikâyesi yok filmin ama senaryonun akıllıca kurgulanması bunu çok da dert ettirmiyor seyircisine. Bond karakterine getirdiği eğlenceli havası ile bilinen Roger Moore’un bu özelliğine de sık sık tanık olduğumuz filmin bir diğer özelliği de tam on dört kez Moneypenny rolünde oynayan Lois Maxwell’in son kez bu karaktere can vermiş olması. Bond ile May Day’i (Grace Jones’un karakteri) anlamsız bir şekilde yatağa sokmak gibi bir problemi olsa da, kötü adamının aynı zamanda bir kurban olması ile de farklılaşan ve nihayetinde bir Bond filmi olarak görülmeyi hak eden bir çalışma.

(“Ölüme Bir Bakış”)

Licence to Kill – John Glen (1989)

“Şu andan itibaren öldürme iznini iptal ediyorum ve silahını hemen şimdi teslim etmeni emrediyorum. Devlet sırları yasasına bağlı olduğunu hatırlatmama gerek yok”

Düğününde sağdıçlığını yaptığı CIA ajanına işkence eden ve karısını öldüren uyuşturucu kralının peşine düşen James Bond’un hikâyesi.

Yönetmen John Glen’in beşinci, aktör Timothy Dalton’ın ikinci ve her ikisinin de son Bond filmi. Glen kendisinin en iyi Bond filmi olduğunu söylese de, film en az kâr getirenlerden biri olmuş tüm seri içinde. 1962 tarihli “Dr. No”dan başlayarak Bond filmlerinin açılış jeneriklerinin tasarımını üstlenen Maurice Binder’ın da seri için son kez çalıştığı film, “ciddiyet”i ve aksiyonunun ağırlığı ile ayrılıyor diğer Bond’lardan. Mizahın çok daha hafif olduğu bu film, Bond’u espri yaparken değil, kişisel bir intikam peşinde koşarken gösteriyor ve serinin ortalaması dikkate alındığında daha karanlık bir havaya sahip olması ile dikkat çekiyor. Sert sahnelerinin fazlalılığının da kendini gösterdiği film sadece eğlencelik olmaktan çıkıp ciddi bir hikâye anlatmaya da soyunuyor ama bunda çok da başarılı olduğu söylenemez. Sonuç ise -kusurlarına rağmen- kesinlikle ilgiyi hak eden bir Bond filmi.

Ian Fleming’in yarattığı karakterin bu macerasında senaryoyu gedikli Bond senaristlerinden Michael G. Wilson ve Richard Maibaum birlikte yazmışlar. Diğer filmlerin aksine çok kısa bir sahne dışında İngiltere’ye hiç uğramayan filmin çekimleri ağırlıklı olarak Meksika ve Florida’da gerçekleştirilmiş. Planörlerin içinde ve üzerinde çarpışan Bond ve arkadaşının görüntülerinin hâkim olduğu bir parça düz ama yine de heyecanlı bir açılışla başlayan film ardından Binder’ın çıplak kadın siluetlerinin hâkim olduğu çekici jeneriğine bağlanıyor ve sonra da intikâm hikâyesi giriyor devreye. Her ne kadar peşine düştüğü kişi çok büyük ve acımasız bir uyuşturucu patronu olsa da ve patronu bunun Amerikalıların işi olduğunu söylese de Bond adamı yakalamayı bir kişisel intikam konusu yapıyor. Filmin adı da onun bu itaatsizliği nedeni ile “öldürme yetkisi”nin elinden alınmasından geliyor. Elbette kimi “aptal” ve yüzeysel yönleri var filmin ve kuşkusuz kimi (hatta bu filmde çoğu) aksiyon sahneleri inandırıcılığın epey uzağından geçiyor. Bir Bond filminde bunlara takılmanın gerekliliği tartışılabilir şüphesiz ama filmin ciddiye alınmayı hedeflediği hikâyesinde bir türlü yüksek bir düzeyi yakalayamamış olması eleştiriyi hak ediyor. Güçlü bir senaryo değil bu ve ancak son bölümlerinde kendini torparlıyor ve tüm final bölümlerinin etkileyici aksiyonu ve Bond filmlerine yakışır görkemi ile kendisini affettirebiliyor.

Sonraları büyük bir yıldıza dönüşen Benicio Del Toro’nun nispeten küçük bir rolde yer aldığı filmde Timothy Dalton ciddi ama yeterince “cool” görünmeyen bir havada oynuyor ve hikâyenin aksiyon ağırlığına uygun olan bu hava, bir yandan da “yeterince Bond” görünmemesine neden oluyor sanki. Öpüşme ile sonlanan pazarlık sahnesi örneğin tam da bir Bond filminden beklenecek “ucuzluk”ta bir içeriğe sahip ama Dalton örneğin bir Sean Connery’nin yaratacağı etkiyi yaratamıyor burada. Buna karşılık ciddiyeti, filmin zaten bu yönde olan tercihine yakışıyor ve ciddi bakan gözlerinin arkasında bir hınzırlığın gizlendiğini hissettirdiği anlarda eğlendirmeyi de başarıyor üstelik.

Senaryonun Bond’la ilgilenen (ve hatta ona aşık olan) iki kadın (Bond’un ezelî ve ebedî hayranı Miss Moneypenny’yi de sayarsak üç aslında) üzerinden yaratmaya çalıştığı gerilim ve kıskançlık pek de etkileyici değil ve eğer hedeflenen o ise, bir eğlence kaynağı da olamıyor. Film asıl çekiciliğini kimi sahnelerinin kanlı vahşetinden ve tüm bir final bölümünden alıyor. Sondaki tüm sahneler abartılmamış bir dinamizm içinde ve tam da bir Bond filminden beklenen görkeme sahip aksiyon bölümleri ile hayli keyif verici. Arabalar, tankerler ve uçakların karıştığı takip anları, patlamalar, yangınlar vs. filme sıkı bir kapanış sağlıyor. Cinsellikle ilgili sahnelerin hayli kısıtlı olduğu (Timothy Dalton bunun nedeninin o dönemin en büyük kâbuslarından biri olan AIDS’in gündemde olması olduğunu söylemiş yıllar sonra) filmde iki kadın karakterin sadece bir seks objesi olmaktan çıkıp güçlü ve cesur olarak çizilmeleri de filme bir katkı sağlamış açıkçası. Sonuç olarak, bu bir Bond filmi ve evet, kesinlikle ilgiyi üzerinde tutmayı başarıyor, heyecanlandırıyor ve eğlendiriyor; görülmeli özet olarak.

(“Öldürme Yetkisi”)