Us – Jordan Peele (2019)

“Tıpkı bize benziyorlar. Bizim gibi düşünüyorlar. Nerede olduğumuzu biliyorlar. Buradan hemen gitmek zorundayız. Ya biz onları ya onlar bizi öldürünceye kadar durmayacaklar”

Tatil için geldikleri deniz kıyısında kendilerine tıpatıp benzeyenlerle karşılaşan bir ailenin yaşadığı korkunç anların hikâyesi.

Jordan Peele’ın yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. 2017’de çektiği “Get Out” (Kapan) adlı ilk filmi ile büyük beğeni toplayan Peele’ın yine korku türünde çektiği bu ikinci filmi de ilki gibi hem gişede hayli başarılı olmuş hem de eleştirmenlerden genel olarak beğeni almıştı. “Doppelgänger” (Avrupa mitolojisinde, yaşayan bir insanın kendisi ile tıpatıp aynı olan görüntüsü için kullanılan bir isim) kavramından yola çıkan film bolca göndermesi ve mesajı ile önemli olan ama bir yandan da bunların fazlalığı, sık sık tekrarı ve zaman zaman da kabalığı ile hayli zayıf yönleri de olan bir çalışma. Mizaha da göz kırpan ve özellikle babanın sitcom’lardan fazlası ile aşina olduğumuz “komik, çocuksu siyah baba” karakteri ile gerekliliği tartışılır komedi de yaratan filmin bol şiddet içerdiğini ve kusurlarına rağmen ilgi ile izlenebileceğini ama kesinlikle kalıcı bir iyi izlenim bırakamadığını da ekleyelim.

“ABD’nin altında millerce tünel vardır: Terk edilmiş metro sistemleri, kullanılmayan hizmet yolları ve metruk maden kuyuları. Çoğunun bilinen hiçbir gayesi yoktur” cümlesi ile 1986’da açılıyor film. Kızlarının doğum günü nedeni ile lunaparkta eğlenen bir aileyi görüyoruz. Anne tuvalete gittiği, babanın ise tokmakla oyun oynadığı bir sırada kız uzaklaşıyor ve “Vision Quest. Find Yourself” (Vision quest, eski şaman ve Amerikan yerli kültüründe özellikle de ergenlik çağına girmekte olan erkek çocuklarının hayatta takip etmeleri gereken yolu ve yaşam amaçlarını bulmaları için başvurdukları ritüele verilen isim) tabelası asılı bir çadıra giriyor kız ve orada kendisine tıpatıp benzeyen ikizi ile karşılaşıyor. Aynalarla dolu çadırda bunun kendi görüntüsünün yanısması olduğunu sanır önce ama öyle olmadığını hemen anlar. Sonra günümüze geçiyoruz. O kız büyümüş, evlenmiş ve iki çocuk sahibi olmuştur. Küçük bir kızken yaşadığı korkunç tecrübenin olduğu bölgeye tatile gelmişlerdir her yıl olduğu gibi ve bir gece kapılarının önünde benzerlerini bulurlar. Michael Abels’in ilginç ve filmin de en önemli kozlarından biri olan müzik çalışmasının da katkısı ile iyi bir giriş yapıyor film ama daha sonra bu düzeyini koruyamıyor.

Hikâye boyunca imalar olsa da finalin sürpriz ögesinin iyi kotarıldığını ve gerçeğin ne olduğunu keşfeden seyircide yeterli bir tatmin duygusunu yarattığını söyleyebiliriz. Ne var ki bu finale kadar film, sık sık gerçekçilik sorunları da yaşayarak, ama asıl olarak biçimsel açıdan fazlası ile “kaba” görünerek ve hikâyesini mesajlara boğarak kendisine zarar veriyor. Filmin temel problemi olduğundan (veya olması gerekenden) daha büyük görünmeye çalışması. Ülke boyunca uzanan insan zinciri örneğinde olduğu gibi, küçük bir hikâye ile daha etkileyici olabilecek bir içerik büyütülmüş zorlayarak ve ortaya ister istemez “kabalaşan” bir sonuç çıkmış. “Doppelgänger”lerin temsil ettikleri ve onlar üzerinden oldukça dolu bir hikâye anlatıyor bize ve anlattıkları da hayli önemli ama bunları bir kenara koyup, gösterilenin arkasına bakmayıp sadece gördükleriniz ile yetinirseniz, sonucun tatmin edici olmaması filmin sıkıntısının ne olduğunu çok iyi açıklıyor.

“Alice in Wonderland”den (Aynalar, beyaz tavşanlar, kırmızı tulumlar) Plato’ya (Mağara alegorisi), ABD’deki eşitsizlikten (gerçekler ile gölgelerin farklı yaşamları ve ilki her şeye gerçekten sahip olurken, ikincinin -hayli bir çarpıcı bir görsellikle gösterildiği gibi- bu sahipliği taklit etmekle yetinmek zorunda kalması) dinsel göndermelere (sık sık karşımıza çıkan İncil’deki 11:11 ayeti: “Onların başına kaçamayacakları bir felaket vereceğim. Ağlayıp yalvaracaklar ama onları dinlemeyeceğim”) ve Michael Jackson’dan (“Thriller” şarkının tişörtü ve klipte Jackson’ın canlandırdığı karakterin kimliğinin belirsizliği) Hollywood’un beyaz ve siyah karakter klişelerine (O klişenin ana ve yardımcı roller açısından tersine çevrilip, hayli yüzeysel olan beyaz aile karakterlerinin hiçbir mücadele vermeden yok edilmesi) pek çok referansla doldurmuş filmi Peele. Meraklıları için çekici olabilir tüm bunları yakalamak ve her farklı izleyişte yenilerini keşfetmek ama “Peki neden?” sorusunun cevabı sadece bu olmamalı. Örneğin ailenin küçük çocuğuna -günümüzde geçen bir filmde o çocuk için normal şartlarda bir anlamı olmayan bir şekilde ve herhalde tehlikenin sahilde olması nedeni ile- Jaws tişörtü giydirilmesi Peele’ın bu konuda aşırı doz kurbanı olduğunu çok iyi gösteriyor.

Elbette bir korku filminde mizah unsurlarına da başvurulabilir ama hikâyenin bu kadar tıka basa dolu olduğu filmde bir de özellikle baba karakteri üzerinden zaman zaman mizaha başvurmanın pek bir anlamı ve gereği yok. Siyah aileleri anlatan bir sitcom seyretmiş herhangi bir seyirciye çok tanıdık gelecektir bu eğlenceli ve çocuksu baba karakteri. Burada mizahın, korkunun şiddetinin düşmesine neden olduğunu ve hikâyenin sadece karakterlerin birbirlerine bir şeyler sapladıkları ve sert cisimlerle vurdukları bir kovalamacaya dönüşmesine yol açtığını kabul etmek gerekiyor. Annenin kocasına “Artık kararları sen vermiyorsun!” çıkışı ve savaşçılığı ile “feminizm”e selam göndermeyi de ihmal etmeyen filmde ailenin bireyleri arasındaki “Kim daha çok öldürdü” tartışmasını da gereksiz mizah anlarına örnek olarak verebiliriz rahatlıkla. “Bedenlerin klonlandığı ama ruhların tek kaldığı ve klonlar arasında paylaşıldığı”nı söyleyen film mesajlarını gereğinden çok fazla tutarak ve seyirciyi bir entelektüel okumaya zorlayarak önemli bir fırsatı harcamış. Anne rolündeki Lupita Nyong’o zor bir rolün altından ustalıkla kalkarak filmin belki de en önemli artısını oluştururken, filmin kendisi de bize sinemada sadelikten uzaklaşmanın tehlikelerini hatırlatıyor. Kusurlarına rağmen, ilgi ile izlenebilir ve kolaylıkla unutulabilir bir yapıt.

(“Biz”)

Get Out – Jordan Peele (2017)

“Ne düşündüğünü biliyorum; beyaz bir aile, siyah hizmetçiler: Tam bir klişe”

Beyaz kız arkadaşının ailesi ile tanışmaya giden siyah bir adamın içine girdiği ortamla ilgili hissettiği gerginliğin hikâyesi.

Sinemaya oyuncu olarak giren ve bu kariyerini sürdürürken senaristliğe de başlayan ABD’li sanatçı Jordan Peele’in ilk yönetmenlik çalışması. En iyi film, erkek oyuncu ve yönetmenlik dallarında aday olduğu Oscar ödülünü orijinal senaryo dalında kazanan çalışmanın bu ödüllü hikâyesi de yine Peele’ın imzasını taşıyor. Bir siyah erkek arkadaş olarak beyaz bir aile ile tanışmanın gerginliği ve onlarla geçirilecek bir hafta sonunun sıkıcılığı ile başlayan hikâye bir korku ve gerilim atmosferine dönüşürken, temel çekicilik kaynağını anlattığını sosyal bir meseleye, ırkçılığa referanslarla dile getirmesinden alıyor. Başrol oyuncusu Daniel Kaluuya’nın hemen tüm sahnelerinde yer aldığı filmdeki güçlü oyunculuğunun desteklediği ve gerilimini efektlerden değil, hikâyesi ve sahip olduğu atmosferden alan çalışma popüler filmlerin peşinde olanları da daha derin bir şeylerin peşine düşenleri de mutlu edebilecek bir eser. Hollywood’un korku filmlerinde ilk ortadan kaldırdıklarının arasında siyahların mutlaka yer almasına bir cevap olarak da görülebilecek olan bu çalışma ilgiyi hak ediyor kesinlikle.

Gece yarısı bir sokakta tedirgin bir şekilde tek başına yürüyen ve bir adresi arayan siyah bir adamla açılıyor film. Yanına gelen beyaz bir arabadaki kişi adamı zorla arabasının bagajına sokarak kaçırıyor. Ardından filmin ana tema şarkısı olan ve Swahili dilinde seslendirilen “Sikiliza Kwa Wahenga” adlı parçanın eşlik ettiği açılış jeneriği ilk sahnenin gerilimini ve gizemini bir üst boyuta taşıyarak sürdürüyor. Sonrasında ise siyah bir fotoğrafçı olan kahramanımıza ve kız arkadaşına geçiyor film. Tıpkı Stanley Kramer’ın 1967 yapımı “Guess Who’s Coming To Dinner – Beklenmeyen Misafir” filminde olduğu gibi bir aile ziyaretini anlatıyor film ama ilkinin liberal umudunun karşısına liberal bakışın aslında içinde hâlâ saklı olan ırkçılığı yerleştiriyor ve bunu bir dram/komedi atmosferi yerine bir gerilim/korku atmosferi içinde anlatmayı tercih ediyor. Kadının babasının bir Obama hayranı olması onu bir liberal bakışın temsilcisi yaparken, Peele anlaşılan ırkçılığın (ya da yumuşatarak söylersek ayrımcılığın) Amerikan toplumunun içinde nasıl kök salmış olduğunu söylemeye çalışıyor.

Peele’ın Oscar alan senaryosunun (bu arada diyalogların hiç de önemsiz olmayan bir kısmının doğaçlama olduğunu söyleyelim) hikâyeyi ustalıkla kurguladığını ve her bir unsuru birbirine akıllıca bağladığını belirtmek gerekiyor. Kadının erkek kardeşinin tüm ana karakterlerle aynı ev içinde olmasına rağmen bir süre hikâyeden çekilmiş olması problemi bir yana, film farklı örneklerle vurgulanabileceği gibi bazen seyirciyi ustaca kandırarak bazen de önemli bir sahnedeki bir unsuru ileride bir başka sahnede tekrar karşımıza çıkararak senaryosunun üzerinde hayli titizlikle çalışılmış olduğunu kanıtlıyor. Örneğin hafta sonu için ailenin yanına gidilirken aniden arabanın önüne çıkan ve ölen geyik finalde sert bir eylemin aracı oluyor. Yine bu geyikli kaza sahnesinde polisin arabayı kullanan kadın olduğu halde erkekten de kimliğini istemesi seyirciye -doğal olarak- adamın siyah olması nedeni ile bu muamaleye maruz kaldığını düşündürtürken ve kadının tepkisi ile adamın boyun eğmesi de yine onların beyaz ve siyah olmaları ile açıklanabilir gibi görünürken, senaryo seyirciyi bir bakıma ters köşeye yatırıyor daha sonra anlaşılacağı üzere. Benzer bir biçimde siyah adamın beyaz ailenin evindeki bir partide karşılaştığı tüm beyazların ona tam da “beyazların siyahlar için ürettiği klişeler”le (genetik özellikler, sekste iyi olmaları gibi) hitap etmesi de aslında bu görünenin ötesinde bir başka açıklamaya bağlanıyor daha sonra. Tüm bu tercihler Peele’ın özenli senaryosunun başarısı: Bir yandan klişeleri gündeme getiriyor ve siyahlara yapılan haksızlığı dillendirmiş oluyor ama öte yandan bununla yetinmeyip bir yandan da bir şekilde dalgasını geçiyor bu klişelere karşıt olarak oluşan klişe tepkilerle. Kaldı ki “siyah erkeklerin beyaz kadınları elde edebilmesi başarısı” veya “beyaz kadınların siyah erkekleri seks kölesi yapması“ mitleri rüzerinden siyah toplumun üyelerine de bir nevi eleştiride bulunmayı unutmuyor Peele.

Gerilimini yavaş yavaş, ima etmekten doğrudan göstermeye dönüşen bir biçimde yaratan film efektlere yaslanmadan ve uzun bir süre bir dram atmosferi içinde anlatıyor hikâyesini ve siyah kahramanın tekinsiz bir yerde olduğunu artık idrak etmesine neden olan sahneler tam da bu nedenle -olumlu anlamda- ayrıksı durdukları için daha da etkileyici oluyorlar. Adamın siyah hizmetçi ile doğrudan konuştuğu ilk sahne veya “Anahtarları sana vermeyeceğimi biliyorsun değil mi tatlım?” anı ustalıklı bir gerilimin örnekleri oluyorlar bu sayede. Final bölümündeki sertliğinin dozunun bir parça kaçmış olmasını herhalde Peele’ın benzer hikâyeler anlatan filmlere bir göndermesi olarak ve bir alaycı yaklaşımın sonucu olarak görmemiz gereken filmde çeşitli semboller de kullanmış Peele: Örneğin hipnozun aracı olan “gümüş kaşık” İngilizcede ayrıcalıklı ve zengin bir hayatın içine doğmayı ifade eden bir tabir.

Sadece 23 günde çekilen filmde siyah genç adamı oynayan Daniel Kaluuya’nın, çocukluğundan kalan bir suçluluk duygusunu itiraf ettiği sahnede olduğu gibi oldukça üst düzeylerde dolaşan performansı ile zenginleşen filmde sık sık adı geçen “Batık Yer”i “Siyahların dışlanmış olmasının ve ne kadar bağırırarlarsa bağırsınlar, sonunda sistemin onları susturması”nın sembolü olarak açıklamış Peele ama film politik ve/veya ekonomik bir sistem eleştirisinde bulunmuyor açıkçası. Tekinsizliğin erken açık edilmesi de bir eleştiri konusu olabilir belki ama filmin örneğin M. Night Shyamalan tarzı bir sürprizin çok da peşinde olmadığı düşünülürse, kabul edilebilir bir durum olarak görülebilir bu. Chris adındaki kahramanımızın yakın arkadaşı üzerinden mizah duygusuna da sahip olan film hikâyede adı geçen Obama’dan başkanlığı devir alan ve hem ten rengi ile hem fikirleri açısından tam bir “beyaz” olan Trump döneminde çekilen bir film olması açısından da önem taşıyor; çünkü hikâyedeki liberal görünümün ardındaki gerçek ile ırkçılık sorununun eski günlerde kaldığını düşünen Amerikalıların karşısına çıkan Trump gerçeği birbirinden çok da farklı değil aslında.

(“Kapan”)