Benimle Tanışmadan Önce – Julian Barnes

İngiliz yazar Julian Barnes’ın 1982 tarihli eseri. Roman bir akademisyen olan tarihçi Graham üzerinden bir insanın ulaştığı uygarlık ve kültür düzeyi ile en ilkel içgüdülerinin (burada saplantılı bir cinsel kıskançlık) çatışmasını mizaha da göz kırpan bir dil ile ele alıyor ve bir erkeğin düştüğü sefil hâli sergiliyor. Yazarın bir edebiyat menajeri olan eşine ithaf ettiği romanın baş karakteri Graham on beş yıldır evli olduğu bir kadını, eskiden filmlerde küçük rollerde yer almış bir kadın için terk ederken, zamanla yeni eşinin filmlerde sevgililerini oynayan erkekler üzerinden ürettiği bir kıskançlık içinde buluyor kendini ve öykü beklenmedik bir şekilde ilerliyor. Man Booker, Somerset Maugham Award ve Geoffrey Faber Memorial Prize’ın da aralarında olduğu prestijli edebiyat ödüllerinin sahibi olan Barnes’ın ironi ile örülü kitabı, işi ve uzmanlığı “geçmiş”le ilgili olan bir erkeğin bir başkasının geçmişine saplanıp kalmasını çekici ve zaman zaman da eğlenceli bir dil ile anlatırken; aşk, seks ve ilişkiler üzerine romantizmden uzak ve karanlık bir portre çiziyor.

Graham’in ortak bir kız çocuklarının da olduğu ilk eşinin oldukça dırdırcı ve çekilmez bir karakter olarak gösterilmesi romanın ele aldığı meseleler açısından çok doğru bir tercih değilmiş gibi görünüyor ama adamın ikinci evliliğinin, ilk zamanlarındaki “mutlu ama evli değil” hissinin 2 yıl sonra “beklenilen bir şekilde evli olduğunu hissetmeye” dönüşmesinin de bir sembolü olduğu gibi, Barnes kitapta mutlu ilişkilerin ya da mutlu evliliklerin imkânsızlığını da anlatıyor aslında. Karakterlerin -başta Graham’in arkadaşı olan Jack olmak üzere- cinsel güdülerin yönettiği ilkel hayatları romanın odağında yer alırken, insanın uygarlık düzeyinde ne kadar ileri giderse gitsin “sürüngensi beyni”nin bir şekilde hep ortaya çıkacağını ifade ediyor Barnes. Yeni eşine karşı hissettiği ve Graham’in kendi tanımı ile “kıskançlık… cinsel kıskançlık” duygusu bir erkeğin, sevdiği kadının onunla tanışmadan önce yaşadıklarının tutsağı olmasının nedeni olurken, daha güçlü görünen kadın karakterlerin aksine, erkekleri çocuksu zayıflıkları ile sergiliyor yazar. Öyle ki erkeklerin sefilliği üzerine bir inceleme olarak bile görmek mümkün romanı.

Graham’in sorgulamalarını (“Niçin kıskançlık vardı?, “Niçin geriye doğru işleyen tek büyük duyguydu kıskançlık?” vs.) okuyucuya da geçiriyor Barnes ve hafif bir tonda başlayıp oldukça sert bir tonla sona eren kitabının meselelerine okuyucuyu da dahil ediyor. Kitaptaki gelişmeler arada bir gerçekçilikten uzaklaşıyor ve özellikle de baş karakterin süratle bir sapkın kıskançlığın içine çekilmesinde bu durum eserin gücüne zarar veriyor çünkü bu sapkınlık romanın temel motifi olarak daha güçlü bir inandırıcılık gerektiriyor. İronik anlatım bir parça dengeliyor bu durumu ve karanlık gelişmeler -her ne kadar beklenen olsa da- ve final bu problemin olumsuz etkisini azaltıyor. Erkek ile kadın rollerinin süratle değiştiği bir dünyada her iki cins ama özellikle de erkekler için bu değişime uyum sağlayabilmenin yüklenilmesi gereken güçlüklerini de ima ettiğini söyleyebileceğimiz eser Barnes’ın en parlak kitaplarından biri olmasa da, oldukça ilginç, eğlenceli ve karanlık içeriği sayesinde keyifle okunabilir.

(“Before She Met Me”)

Bir Son Duygusu – Julian Barnes

İngiliz yazar Julian Barnes’ın 2011’de prestijli The Man Booker ödülünü kazanan romanı. Hatırlama, geçmiş, zaman, bellek ve hayatın ne olduğu üzerine hüzün verici ama okuma tecrübesi açısından keyifli bir kitap bu. “… ancak sonunda anımsadığınız şeyler tanık olduklarınızla her zaman aynı olmuyor diyor” romanın baş karakteri ve hikâyeyi ağzından dinlediğimiz Tony Webster. Artık yaşlı ve emekli bir adam olan Webster geçmişi hatırlıyor, yorumluyor ve kendisine bir günce bırakıldığı haberi ile birlikte sorguluyor yaşadıklarını (ya da yaşadığını düşündüklerini). Hem duygusal hem ironik bir anlatımı olan roman sanırım en çok iki öğesi ile dikkat çekiyor: Yalnızlık, kuşkuculuk ve memnuniyetsizlik ile örülü satırları ve bunları destekleyen finali ilki bu öğelerin. İkincisi ise geçmişin “gerçek” hali ve belleğin ona verdiği (ya da verdiğini sandığı) biçiminin çelişkisi üzerinden okunabilecek zamanın akışı.

Kahramanın kolej döneminde bir tarih dersinde tarihin ne olduğu sorusuna verdiği “Tarih, zafer kazananların yalanıdır” cevabını hocası “… tarihin aynı zamanda yenilenlerin öz yanılsamaları olduğunu…” cümlesi ile karşılıyor hocası. Arkadaşı ve romanın da kilit karakterlerinden biri olan Adrian ise “Tarih, belleğin kusurlarının, belgelemenin yetersizlikleriyle buluştuğu noktada üretilen kesinliktir” cevabını veriyor aynı soruya. Tarihin tanımı için verilen bu cevapları kahramanın (anlatıcının) hayatı, bir başka deyişle kişisel tarihi için de düşünmek gerekiyor ve sürprizli finalinin de bir örneği olduğu gibi kitap belleğin hatırladıkları/hatırlamadıkları/hatırlamamayı seçtikleri üzerine okuyucuyu da kendi tarihi için düşünmeye teşvik ediyor. 1960’lardan başlayarak günümüze kadar uzanan hikâye boyunca Webster karakterinin hem anlatıcı olması hem de bu anlatıcılığının çok da güvenilir olmaması kitaba ayrı bir çekicilik katmış açıkçası. Romanın son bölümünde geldiği konum (yalnızlığını, mutsuzluğunu ve çarpıcı bir ifade ile “ne kadar az şeye meydan vermiş olduğunu” farketmesi) bu karakteri edebiyat tarihinin kalıcı karakterlerinden biri yapmaya yeterli olabilir kanımca.

Barnes zaman ve geçmiş üzerine düşünür ve düşündürtürken hayli hüzünlendiriyor da okuyucusunu ve bunu çok da ideal bir iyilikle donanmış olmayan bir karakter üzerinden yapmayı başarıyor. “Gençken, kendimiz için farklı gelecekler yaratırız, yaşlandığımızdaysa başkaları için farklı geçmişler uydururuz” cümlesi bir bakıma romanın özeti olabilir. Gençken hayal ettiği geleceklerin hiçbirini yakalayamamış ve hayatının bu son aşamasında vasatlık, pişmanlık ve hayal kırıklığı ile karşı karşıya kalmış bir adamın bize hikâyeyi anlatırken bir bakıma “uydurması” temel olarak okuduğumuz. Buradaki uydurma ile kastettiğim yalan söyleme vs. gibi bir eylem değil; belleğin yaşananları hatırlamayı tercih ettikleri nedeni ile gerçekten zaman zaman uzaklaşılması sadece söz konusu olan. Kaçırılan fırsatlar, onarılamayacak hatalar ve yaşanan hayatın vasat olduğu ile yüzleşmenin neden olduğu hayal kırıklıkları üzerine dillendirilenler Proust’un “zaman” üzerine yazdıkları kadar derin değil elbette ve Veronica karakterinin “anlamıyorsun ve hiçbir zaman da anlamayacaksın” sözlerinin gereğinden fazla tekrarlanması gibi problemleri de var ama kitabın verdiği zevki azaltacak kusurlar değil bunlar.

(“The Sense of an Ending”)