Depuis qu’Otar est Parti… – Julie Bertucelli (2003)

“Ölülerle yaşamaktan nefret ediyorum. Onları yağmalamaktan daha da çok nefret ediyorum.”

Gürcistan’da üç ayrı nesilden kadının, ailenin Fransa’da kaçak çalışan erkeğinin varlığı/yokluğu üzerinden şekillenen hikâyesi.

Asıl teması ortalarda olmayan bir adam üzerinden üç farklı nesilden kadının ilişkileri olan film, süresi boyunca bu temel temanın yanında çöken Sovyet rejimi sonrası oluşan yeni ülkelerdeki sorunları ve bu sorunların bireyler üzerindeki yıkıcı etkisini de anlatan başarılı bir dram. Etkinin yıkıcılığı filmde hem mühendis kadının pazarda ikinci el eşya satması ve doktor olan bir adamın bir Batı ülkesinde kaçak işçi olarak çalışması gibi çok bilinen sonuçlar üzerinden hem de filmde sık sık karşımıza gelen elektrik ve su kesintisi, bireylerin ruhsuz bürokrasi karşısındaki durumu ve yaşadıkları ekonomik sıkıntı üzerinden sık sık karşımıza geliyor. Komünizm sonrasında bireylerin durumunu bu bağlamda ele almış olan film bu konuda bir taraf tutmadan sadece insanların hissettikleri üzerinden bir resim üretiyor ve Bolşeviklerden saklanan Fransızca kitaplarla büyüyen bir büyük annenin ağzından “Stalin olsaydı bu rezaleti düzeltirdi” sözlerini dillendirmekte de bir sakınca görmüyor.

Öncelikle bir kadın filmi bu. İlk filmini çeken yönetmen Bertucelli’nin ve üç baş oyuncusunun kadın olması ile ilgili bir durum değil bu ama. Oldukça yumuşak ve gerçekçi bir biçimde üç farklı kadının hem Sovyet döneminde hem sonrasında yaşama/ayakta kalma mücadelesine düzülen bir övgü var filmde. Filmin adının da vurguladığı gibi önce gözden uzakta olan sonra ise gerçekten ortada olmayan bir erkek üzerinden şekillenen hikâye aslında kadınların tam da bu yokluk üzerinden ürettikleri mücadeleyi anlatıyor. Büyük anne Sovyetlerin parlak dönemlerinde yaşamış olmanın verdiği bir gururu hâlâ taşır ve “pis emperyalistler, gösterirler ama elletmezler” ifadesi ile bakışını çekincesizce ortaya koyarken, bir yandan da kendisine söylenen bir yalanı farkettiğinde yıkılmamayı ve diğer kadınları üzmememyi başarıyor. Anne ise erkek arkadaşının da belirttiği gibi hayatları boyunca bir yalana inanarak yaşayan ve kendilerine eğlence bitti denildiğinde artık çok geç olduğunu farkeden bir neslin üyesi olmasına rağmen aileyi ayakta tutmaya çalışırken, bir yandan annesinin Otar’a olan sevgisi ile rekabet etmeye ve kendi özel hayatını korumaya çalışıyor. Kız ise yeni nesilin temsilcisi olarak daha rahat, sorgulayan bir hayat sürerek kendi bireysel çözümünü üretmeyi deniyor. Bu yıl ölen büyük anne rolündeki Esther Gorintin, anne rolündeki Nino Khomasuridze ve genç kız rolündeki Dinara Drukorava tam bir takım oyunu vererek senaryonun da yardımı ile birbirlerini ezmeden filmin etkileyiciliğine katkıda bulunuyorlar.

Üç farklı neslin Stalin hakkındaki fikirlerinden (büyük adam, bir katil ve kim takar onu) yola çıkarak bir aile üzerinden hikâyesini anlatan film özellikle yaşlı kadının oğlu üzerinden hayata tutunma çabasını sergilediği sahnelerde oldukça duygusal bir sonuç elde ediyor. Büyük annenin oğlu ile telefonla konuşmaları, yine büyük annenin tek başına yaptığı gezi ve özellikle Paris’te oğlunu arama ve gerçeği keşfetme sahnesi filmin iç sızlatan bölümleri. İster kişisel ister toplumsal olsun bir yalanı yaşatmanın alçak gönüllü bir analizi olarak da görülebilecek olan film ortak coğrafyamıza özgü kahve falı, dilek ağacı ve tane ile satılan sigara gibi günlük hayat pratiklerinin sergilendiği etkileyici bir dram sonuç olarak. Otar “eski güzel günlerin” bir sembolü ve onun yokluğu da yeni hayat düzenini mi sembolize ediyor? Kim bilir.

(“Since Otar Left” – “Otar Gittiğinden Beri”)

Film Ekimi 2010

Güzel Bir Hayat Düşlerken (Cirkus Colombia) – Danis Tanovic : Umut veren bir başlangıçtan sonra süratle vasatlığa kayan bir film. Balkanlar, çatışma, aşk, rejim değişikliği, dönüşüm, arkadaşlık üzerine hem bunların tümünü kapsayan hem de her birini ele alan çok daha iyi filmler var. “No Man’s Land” filminin yönetmeninden bir hayal kırıklığı. Hikâye tahmin edilebilir, oyunculuklar sıradan…

İnsanlar ve Tanrılar (Des Hommes et des Dieux – Of Gods and Men) – Xavier Beauvois : Günümüz (ya da yakın bir geleceğin) Türkiye’si düşünülerek seyredilince ayrıca bir tat verecek “ağırbaşlı” bir film. Karşımıza getirdiği durumun altını çizmeyen, yalınlıktan taviz vermeyen, fanatizmin ve radikalizmin elde tutulabilir/yönetilebilir bir kavram olmadığını gösteren bir sinema eseri. Kuğu Gölü’nün müziği eşliğinde sergilenen ve klasik tablolardan esinlenmişe benzeyen rahip yüzleri sahnesi çok etkileyici. Hristiyanlık terminolojisini ve ideolojisini bir parça bilmekte yarar var. Ölüm sislere karışıp gitmek mi?

Mutluyum, Devam Et (HappyThankYouMorePlease) – Josh Radnor : Amerikan bağımsız sinemasından bir yeni örnek. Mutluluk arayışındaki farklı karakterler ve aralarındaki ilişkiler, büyük şehirde yolunu kaybedenler, kendisi ile dalga geçmek başta olmak üzere hınzır bir mizah, bol konuşma. Keyifli ve sıcak. Yeni bir şey yok ama sinemanın genç Woody Allen’lar tarafından hep dolu tutulması gereken alanından çekici bir örnek.

Hırsız (Der Räuber – The Robber) – Benjamin Heisenberg : Gerçek hayattan alınan konusu ilginç, anlatım profesyonel ama hemen tüm Alman/Avusturya filmleri gibi “soğuk”. Duyguların nerede ise izi yok bu filmde. Belki biraz fazla mekanik ama yine de çekici. Gerilimi, heyecanı dozunda ve oyunculuklar hayli başarılı. Finali hüzünlü ve bazı sahneleri özellikle de “soğuk” anlatımı ile hayli etkileyici.

Ağaç (The Tree) – Julie Bertucelli : Görüntü çalışması ve özellikle küçük oyuncusunun başarısı ile dikkat çeken, bir “kayıp” ile baş etme hikâyesi. Hüznün içindeki mizahı da çekip gösterebilen, metaforu bol, mücadelenin içindeki karakterlerinin umutsuzluktan umuda değişen ruh hallerini başarı ile yansıtan bir film. Amerikan sinemasının ustası olduğu “aile dramı” filmlerinin izinden giden ve kalıcılığı tartışmalı ama etkileyici bir çalışma.

Mezara Kadar (Get Low) – Aaron Schneider : Üst düzey oyunculukları en başarılı yanı. Her birinin ve özellikle Bill Murray’nin performansı kayda değer. Gizemli yanı belki yeterince gizemli değil veya çabucak filmin kendi de unutuyor bunu ama geçmişteki bir acıyı ve bunun sorumluluğunu taşımanın yükünü başarı ile aktaran ve klasik sinema bakışı ile çekilmiş bir film. Festivalden çok vizyona yakışıyor.

Gümmm (Kaboom) – Gregg Araki : Araki her alanda aşırıya gitmiş ve ortaya bir film ne derece kötü olabilir sorusunu sorduran bir film çıkmış. Renk skalasındaki her bir rengin en parlak halleri ile yer aldığı film, saçmalık seviyesinde ama maalesef saçmalığın o gizemli gücünü taşımadan. “O kadar kötü ki güleceksiniz” düzeyinde bile değil.

Aslı Gibidir (Copie Conforme – Certified Copy) – Abbas Kiarostami : Fatih Özgüven’in dediği gibi Kiarostami Avrupa’ya gelince Rohmer olmuş ve bence çok da iyi olmuş. Muhteşem bir Binoche, entelektüel derinlikten karı-koca diyaloglarına uzanan geniş bir içerik aralığındaki diyaloglar, küçük bir mizah, rol oynamalar ve olağanüstü Toskana. Sanat eserlerinin taklitlerinden taklit hayatlara, bir eseri beğenmemizi sağlayan şeylerin ne olduğu üzerine bir dolu soruyu karşımıza getiren o “sanatçı” filmlerinden.