Fa Yeung Nin Wa – Kar Wai Wong (2000)

Duvardaki bir oyuğa fısıldanıp üzeri çamurla kapatılan sır… Küçük budist rahibin gözlerinden kendi yarattığı insanın acısına bakan “Tanrı”… Yüzlerce, binlerce yılın sırlarını saklayan tapınakta kayarak hareket eden kamera… Kutsal bir acıyı dile getiren bir müzik… Ani sessizlik…

Mükemmel bir filme, mükemmel bir kapanış.

Görüp dokunamadığımız, sanki tozlu bir camın ardından bakıyormuşuz gibi artık bize belli belirsiz görünen geçmişin özlemi ile…

Questo è per te, Nicolò!

(“In the Mood for Love” – “Aşk zamanı”)

2046 – Kar Wai Wong (2004)

“Bütün anılar gözyaşlarının izleridir”

Geçmişteki aşkının gölgelediği/aydınlattığı dünyasında yaşayan bir yazarın hikâyesi.

Yönetmen Kar Wai Wong ve film onun mükemmel eseri “Fa Yeung Nin Wa – In the Mood for Love – Aşk Zamanı” filminin devamı ise beklentinin yüksekliği öngörülebilir. Benzer nedenle ilk filmin hayranı iseniz, bu filme hem bir heyecan hem de bir ürkeklik ile yaklaşmanız da çok doğal. O ilk filmin mükemmeliğine halel getirebilecek her şeyden duyulan korkunun yarattığı bir ürkekliktir söz konusu olan. Kar Wai Wong bu çelişkili duyguların negatif olanlarının hemen hepsini ortadan kaldıran bir başarıya imza atıyor ama bu başarının içeriği, alanı ve biçimi bir şekilde hem ilk filmin izlerini taşıyor hem de ondan ayrı bir yerde duruyor.

Fransız yönetmen Claude Lelouch 1966 tarihli ve “Un Homme et une Femme” adındaki sinema tarihinin çarpıcı örneklerinden birinin yirmi yıl sonra devam filmini çektiğinde kalkıştığı işin gereksizliğinin yanısıra çok daha kötü bir sonuca yol açmıştı; ilk filmin büyüsüne ihanet etmekten başka bir şey değildi yaptığı. Bazı “şeyler” olduğu gibi bırakılmalı ve “kutsallığı” önünde saygı ile diz çökülmeliydi sadece. Kar Wai Wong’un bu “devam” filmini çektiği öğrendiğimde ilk hissettiğim de benzer bir duygu idi ama yönetmen ilkinden bağımsız olarak da izlenebilecek şekilde çektiği bu filmde ilkine ihanet ederek onun büyüsünden yararlanmayı değil, o büyüyü ait olduğu yer ve zamanda tutarken ondan esinlenmiş yeni ve bir başka büyü yaratmanın peşine düşüyor ve öncelikle “dürüstlük” alanında kendini temize çıkarıyor. Yine de ilk filmin koşulsuz hayranlarından biri iseniz bu esinlenme bile rahatsız edebilir ki benim filmden aldığım tek olumsuz izlenimin nedeni tam da buydu. Evet yönetmen bir başka çok başarılı film çıkarmıştı ortaya ama ne olursa olsun Maggie Cheung ve Tony Leung ikilisinin ilk filmdeki aşkı finalinde bir oyuğa fısıldandığı hali ile kalmalı ve o karakterler ait oldukları dünyanın dışına çıkarılmamalı gibi düşünmeye devam ediyorum hala. Sanırım ilk filme atfettiğim kutsallığın ne kadar iyi niyetle ve övgü ile yaklaşılırsa yaklaşılsın sıradanlığa yaklaştırılacak olması ile ilgili duyduğum endişeden dolayı bu düşünce.

Filmimiz ilk filmin erkek kahramanı ve yine Tony Leung tarafından canlandırılan Chow Mo-wan’ın vuslat ile sonuçlanmayan bu aşktan sonraki sefahat günlerine ve “aşktan ve bağlanmaktan” uzak ilişkilerine odaklanıyor. Geçmişte hissettiklerinin büyüklüğüne, kutsallığına ve görkemine, geçmişe dönebilmenin imkânsızlığının yarattığı melankoliye ve en saf hali ile aşkın güzelliğine adanmış bir hayat yaşıyor kahramanımız ve bu arada karşısına çıkan ve ona aşık olan, onun aşık olabileceği tüm kadınları hayatının o özel alanının hep dışında tutuyor. Yazarımız 2046 adındaki hikâyesinde “2046 adındaki o bölgeye giden herkesin amacı aynıdır: Kayıp anıları tekrar yaşamak. Çünkü 2046’da hiçbir şey değişmez. Bunun gerçek olup olmadığını ise kimse bilmiyor çünkü oraya giden hiç kimse geri dönmemiştir” diyor ve oradan geri dönen tek kişinin kendisi olduğunu ifade ediyor. Kahramanımız gerçekten geri dönmüş müdür, dönecek midir veya dönmek istemiş midir sorusu aslında filmde olumsuz cevaplanıyor gibi ve aksi –belki melankolinin ve hüznün kutsanması olacak ama- ne kahramanımıza ne de ilk filmin yarattığı büyüye yakışırdı diye düşünüyorum.

İlk filmden esinlenmiş ve onun atmosferini devam ettiren pek çok örnek var filmde. Öncelikle yavaşlatılmış görüntüler söz edilmesi gereken. İlkinde olağanüstü bir Maggie Cheung’un sokak merdivenlerinden indiği/çıktığı bu görüntüler tek başına filme hayran kalmak için bir nedendi. Burada da yönetmen belki ilkindeki kadar çarpıcı değil ama yine hayli etkileyici bir şekilde kullanıyor bu görüntüleri. (Burada bir parantez açıp şunu da söylemek gerek: Yönetmenin bilinçli bir tercih ile bu ve benzeri ortak görüntülerde ikinci filmin ilkini aşmamasına özen gösterdiğini düşünüyorum. İlki ile rekabet eden bir film değil çünkü bu. Ulaşılamayacak bir güzellik ile rekabet edilemez ve film hem kendi anlatım biçimi ile hem hikâyeleri ile bunu sürekli vurguluyor). Görsel açıdan başka benzerlikleri de var filmlerin; Tony Leung’un sigarasından çıkan yoğun dumanın lamba altındaki görüntüsü, sokakta yağmur ve sokak lambası altında “verilen pozlar” veya arabanın arka koltuğunda tutulan/tutulamayan eller, birisinin omzuna başını dayayabilmenin huzuru gibi örnekler hem iki filmi birbirine bağlıyor hem de filme görsel bir güç kazandırıyor.
Müzik yine kendi başına bir ana öğe olarak öne çıkıyor filmde. Yönetmen ilkinde Michael Galasso ve Shigeru Umebayashi’ye emanet ettiği orijinal müzik için bu kez sadece Shigeru Umebayashi ile çalışmış ve onun başarılı çalışmasına Dean Martin’den Connie Francis’e, Nat King Cole’dan Secret Garden’a yaptığı seçimleri eklemiş. Müziklerin bir başka dikkat çeken yanı ise yönetmenin Rainer Werner Fassbinder’in “Querelle” filminden François Truffaut’nun “Vivement Dimanche!” ve Krzysztof Kieślowski’nin “Dekalog” dizisine başka filmler için yazılmış müzikleri hayli bolca ve şaşırtıcı bir biçimde estetik kullanımı.

Baş kahramanımızın zaman zaman araya girip hikâyeye anlatıcı olarak katılması çok doğru bir seçim olmamış gibi görünüyor. Bu tercih hikâye ile seyredenin arasına – anlatıcı kahramanın kendisi olsa da- bir üçüncü şahsın girmesi gibi bir duygu yaratıyor ki filmin atmosferini bir parça zedeliyor bu durum. Kar Wai Wong ilginç bir üslup çalışmasında daha bulunuyor film boyunca. Görüntüyü zaman zaman ekranın bir kısmını karartarak, çoğunlukla ise oyuncuların çevresindeki dekoru doğal çerçeve olarak kullanarak küçültüyor ve bir parça bozuyor ve adeta karakterlerin o anının gizli bir çekimini seyrediyorsunuz hissine kapılmanıza neden oluyor. İlk filmin finalinde Tony Leung’un tapınağın taşları arasındaki bir oyuğa sırrını fısıldadığı sahnedeki üslubun da bir bakıma devamı bu durum ve o sahnede kahramanın en mahrem anlarından birine tanık olmanın verdiği çekicilik ve rahatsızlık karışımı his bu filmde de sık sık karşımıza çıkıyor bu nedenle.

İlk filmdeki umutsuz/vuslatsız aşkın izini burada da bulmak mümkün. Film içinde film gibi olan 2046 hikâyesinde bir gencin androide, bayan Wang ile Japon erkeğin birbirlerine veya Bai-Ling’in kahramanımıza karşı hissettikleri hep sonu gelmeyen aşkları işaret ediyor bize. Geleceğe el koyan geçmişler, ortaya çıkan, kaybolan/kaybedilen fırsatlar bu görsel gücü hayli yüksek film boyunca görünüp duruyorlar. Christopher Doyle ve Pung-Leung Kwan imzalı görüntüler yeşil ağırlıklı neon renkleri ile ilk filmin kırmızı ağırlıklı renkleri ile çatışıyor ve o filmdeki yoğun aşk duygusunu bu filmde daha soğuk ve aşkın uzağında bir duyguya dönüştürüyor. Filmdeki tüm bu duyguları seyirciye geçiren başlıca isim ise tartışmasız çağdaş sinemanın en başarılı oyuncularından biri olan Tony Leung. Sanatçı yüzünü filmin emrine vermiş sanki ve melankoliden şehvete, acıdan hüzne tüm duyguların içinde savaş veren adamı daha iyisi mümkün olamaz dedirten bir oyunculuk ile canlandırıyor. Diğer tüm oyuncuların da hayli başarılı olduğu filmde Wang ve android rollerindeki Faye Wong ayrı bir takdiri hak ediyor.

Hep yeni bir sinema dilinin peşindeki yönetmenden çarpıcı bir film karşımızdaki özet olarak. İlk filmin mükemmeliğinin unutulması ve bu filmin kendi başına ele alınması gerekiyor. Aksi bu filme yapılacak büyük bir haksızlık olacak ve bu başarılı filmden tat alınmasına engel olacaktır çünkü. Geçmişin yitirilmesi, aşkın acı veren güzelliği ve aşktan sonrası üzerine başarılı bir film.