The Gambler – Karel Reisz (1974)

“Bunu yapmak hoşuma gidiyor. Belirsizliği hoşuma gidiyor. Kaybetme tehlikesini ve kaybedebilecek olma fikrini seviyorum; ama bir şekilde kaybetmeyeceğim çünkü istiyorum. Bunu seviyorum. Kazanmayı seviyorum, kalıcı olmasa bile”

Kumar bağımlılığı hayatını tehlikeli sulara sürükleyen ama oynamanın zevkinden vazgeçmeye hiç de niyetli olmayan bir akademisyenin hikâyesi.

Senaryosunu James Toback’ın yazdığı, yönetmenliğini Karel Reisz’in yaptığı bir ABD filmi. Toback’ın başta yarı-otobiyografik bir romanda anlatmak istediği kişisel hikâyesinden yola çıkarak yazdığı senaryo Çek asıllı İngiliz yönetmen Reisz’in elinde klasik Amerikan sinema anlayışından farklı bir yerde duran ve ilgiyi hak eden bir sonuç vermiş. Başroldeki James Caan’ın Altın Küre’ye aday olan performansının önemli bir katkı sağladığı film; tutkusundan vazgeçememekten çok, vazgeçmeye hiç de niyetli olmayan bir karakteri anlatması ile de benzerlerinden farklılaşıyor. Baş karakterinin bazı eylemleri gerçekçilik açısından sorunlu olsa da, kahramanını iyi/olumlu/anlaşılabilir kılmaya çalışmak için özel bir çaba göstermemekle doğru bir seçim yapan senaryo bu alçak gönüllü filmin önemli kozlarından biri ve Reisz’in yönetmenliği de hikâyeye uygun tercihleri ile dikkat çekiyor.

2002’de hayatını kaybeden Karel Reisz biri belgesel olmak üzere toplamda sadece on uzun metrajlı sinema filmi çekti tüm sinema kariyeri boyunca ama başta “Saturday Night and Sunday Morning” (Sevişme Günleri) olmak üzere, yapıtları ile kendisine özel bir yer edinmeyi başardı yedinci sanatın tarihinde. O film 1950’lerin ilk yarısı ile 60’ların ikinci yarısında Britanya kültürüne damgasını vuran ve “öfkeli delikanlılar”ın modern toplumdaki hayal kırıklıklarına odaklanan sosyal gerçekçi sanat yapıtlarının sinemadaki güçlü örneklerinden biri olarak yönetmene haklı bir ün getirmişti. ABD’de çektiği bu ilk film ise öfkeli bir delikanlıyı değil, bağımlı bir genç adamı kendisini mahva götüren (ya da götürecek) alışkanlığı ile birlikte ele alıyor ve onun -aldığı riskleri büyük bir zevkle yaşar göründüğü- yaşamını seyircisinin karşısına çıkarıyor ilgiyi hak eden bir şekilde. Toback bu ilk senaryosunu yazarken kendi yaşamının yanında, kendisi de bir dönem kumar bağımlısı olan Dostoyevski’nin bu bağımlılığının neden olduğu borçlarını ödeyebilmek için yazdığı ve 1866’da yayımlanan “Igrok” (Kumarbaz) adlı kısa romanından da esinlenmiş ve ona birkaç göndermede de bulunmuş. Örrneğin Axel Freed adlı kahramanımızın üniversitede öğrencileri ile tartıştığı özgür irade kavramı ve” 2+2’nin 5 etmesi” Rus yazarın “Zapíski iz Podpólʹya” (Yeraltından Notlar) adlı eserinden alınmış.

Kendisinin de gerçek hayatta kumar değil, başka bir bağımlılığı varmış James Caan’ın o sıralarda ama buradaki karakteri Axel’in aksine bu bağımlılıktan kurtulmak için mücadele ediyormuş. Axel ise işini ve başta büyükbabası ve annesi olmak üzere tüm yakınlarının sevgi ve takdirlerini kaybetme riski yaratan kumar tutkusunun her anından büyük bir zevk alıyor. Kumar masalarından spor karşılaşmalarının bahislerine uzanan her türlü fırsatı değerlendirdiği gibi, risk alma arzusunu sokakta gençlerle parasına bire bir basketbol oynamaya kadar taşıyan bir adam Axel. Edebiyat öğrettiği üniversitede işini iyi yapmaktadır ve Litvanya göçmeni olan ve mobilya mağazaları zinciri ile çok zengin olan büyükbabasının sekseninci yaş günü konuşmasını ona yaptırmasının gösterdiği gibi ailesinin göz bebeğidir. Ne var ki bağımlılığından haberli olan kız arkadaşı ve doktor olan annesi adamın içinde bulunduğu durumun farkındadırlar. Senaryo her ne kadar görünüşte bir çöküş hikâyesi anlatsa da, bu adamın öyküsünü bir ahlak dersine dönüştürmeyerek doğru tercihlerinden birini yapıyor. Tüm kumarbazların aslında kazanmaktan çok, “kaybetme” hissi için oynadığını öne sürüyor film karakterlerinin ağzından ve Axel’in tutkusunun onu taşıdığı noktaları -aksiyonundaki gerçekçilik problemleri bir yana- ilgi çekici bir şekilde anlatıyor.

Reisz’in açılış sahnelerinde Axel’in kumarbazlığını güçlü bir şekilde sergileyerek yönetmenlik becerisini gösterdiği filmde, öğrencileri ile gerçekçilik ile arzuların çatışması üzerine konuşan bağımlı aslında kendi hayatına değiniyor sanki. Zengin ve iyi bir aile, kendisine çok bağlı bir sevgili ve saygın bir işin ona sağladığı gerçekçi rahatlığı arzusunun lehine ret ediyor öykünün kahramanı ve derste örnek verdiği George Washington’un aksine risk almanın “tadını” çıkarıyor. Annesinde yarattığı öfke ve hayal kırıklığı da (“Ben bu kadar kötü bir anne miydim? Hiç ahlakı olmayan bir evlat mı yetiştirdim?”) onu alıkoymuyor bağımlılığının peşinde gitmekten ve bu bakımdan ilginçliği artan karakter çalışması ile değer kazanıyor film. Zaman zaman ve kısa süreli de olsa bir sorgulama içinde görüyoruz onu ama kahramanımızı yolundan çevirecek güçte değil bu çabalar. Karakterini kariyerinin en parlak oyunlarından birini vererek canlandıran James Caan’ın erkeksi çekiciliğini bolca kullanan (düğmeleri açık gömlekler, dar pantolonlar ve iç çamaşırlı anlar vs.) film Alex’in, alışkanlığı ile hiç de uyumlu görünmeyen entelektüelliğini de gösteriyor bize sık sık ve onu daha da ilginç bir karakter haline getiriyor. Shakespeare’den Walt Whitman’a ve E. E. Cummings’e yazar ve şairlerden farklı alıntıları hikâyenin genellikle doğal bir parçası olarak kullanıyor senaryo. Cummings’in “Buffalo Bill ’s” adlı şiiri, bu yapıtı bilenlerin takdir edeceği gibi ilginç ve doğru bir göndermenin aracı olmuş. Bu şiirde Bill’in usta bir avcı olduğundan söz edilir ki Axel de kumarı bir av olarak tanımlıyor sevgilisine. Cummings, Bill’in avcılıktaki ustalığına karşın, hayatla ilgili umursamazlığını da öne sürer ilgili kısa şiirinde; Axel de aldığı risklerle benzer bir karaktere sahip olduğunu gösteriyor başta final olmak üzere pek çok sahnede. Şiirde “mavi gözler” ifadesi de var ki Caan’ın göz renginin mavi olduğunu hatırlamakta yarar var.

Besteci Jerry Fielding, Axel’in klasik müzik düşkünlüğüne uygun bir çalışma yapmış ve Mahler’in 1 Numaralı Senfonisi’ne dayandırmış film için hazırladığı çalışmayı. Hikâyenin Harvard mezunu, evinde bolca kitabı olan ve Mahler hayranı kahramanına uygun ve dramatik gelişmelerin habercisi olan bir müzik bandı olmuş filmin böylece. 2014’te Rupert Wyatt tarafından, başrolde Mark Walhlberg ile yeniden çekilen filmin tüm final bölümü bir yandan en çekici yanlarından birini oluştururken, öte yandan hikâyenin gerçekçilik açısından sıkıntılı olan yanının da ortaya daha güçlü bir şekilde çıkmasına yol açıyor. Önce olumsuz olanı ele alırsak, gereksiz bir aksiyon içeriyor bu bölüm; kaarakterinin bir akademisyenden beklenmeyecek bir şekilde bir bağımlılığın mutlu tutsağı olması değil ama onun örneğin daha önce bir banka sahnesinde de (Bu sahnede sinema kariyerinin başlarındaki James Woods’u banka çalışanı olarak görüyoruz) tanığı olduğumuz fiziksel eylemliliği, final bölümünde daha da artıyor ve açıkçası rahatsız da ediyor bu. Buna karşılık, ayna karşısındaki sahne farklı okumalara açık. Bu okumalardan en ilginç ve “doğru” görüneni hikâyedeki Dostoyevski esinlenmeleri ile bağlantılı olanı. Final karesinde yüzünde adeta bir mutluluk ifadesi olan Axel aynada kendisine bakarken, sanki kendisinin öteki versiyonu ile yüzleşiyor; ya da bu versiyonunun nihayet tam anlamı ile ortaya çıkmasını sağlayan riski almanın mutluluğunu yaşıyor. Dostoyevski’nin “Dvoynik” (Öteki) adlı romanındaki “Doppelgänger” (kişinin kendisine tamamen benzeyen görüntüsü) temasını hatırlayınca, bu sahnede de Rus yazardan esinlendildiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

James Caan’ın en beğendiği filmlerinden biri olan filmin senaryosunun, yukarıda sıralanan başarılarının yanında, problemleri de var: Bir karakter analizine imkân sağlayan yapı gerektiği kadar ileri götürülemiyor, daha doğrusu götürmek tercih edilmiyor ve Hollywood’un kalıplarına zaman zaman boyun eğiliyor kolaya kaçılarak. Axel’in varoluşunu ifade etmesinin aracı olan bir durumun nedenleri ve sonuçları daha derin ve kahramanının entelektüelliğine de daha yakışır bir şekilde ele alınsaydı, çok daha güçlü bir film çıkarmış ortaya. Açıkçası bu tür hikâyeler, kaba bir genelleme ile söylersek; Amerikan değil, Avrupa sinemasının dlini hak ediyor gibi görünüyor. Senaryonun bir başka kusuru da kız arkadaşı ve Hips adlı karakterin, Lauren Hutton’ın ve özellikle de Paul Sorvino’nun güçlü oyunlarına rağmen yeterince öne çıkarılmamış olması.

Finalin siyahların yaşadığı Harlem’de geçmesi ve Axel’in tüm “uyarı”lara rağmen o bölgeye girmekte ısrar etmesi bugün bir parça klişe ve ayrımcı bir bakışın sonucu gibi görünebilir. Ne var ki kumarbazın kendi tutkusu için, siyah bir gencin geleceğini -her ne kadar o genç çok olumlu bir karakter olarak çizilmemiş olsa da- kararttığını ve belki de finaldeki Harlem seçimi ile bir bakıma kendisini cezalandırmak istediğini düşünmek de mümkün.

(“Kumarbaz”)

Who’ll Stop the Rain – Karel Reisz (1978)

“Fillerin uçan insanlar tarafından kovalandığı bir ülkede, insanlar elbette kafayı bulmak isteyecektir”

Arkadaşına yardım etmek için, Vietnam’dan ülkesine dönerken uyuşturucu taşıma işine bulaşan bir askerin hikâyesi.

Ne yazık ki fazla film çekmemiş Çek asıllı İngiliz yönetmen Karel Reisz’in Vietnam temalı bu filmi Robert Stone’un “Dog Soldiers” adlı romanından uyarlanan ve hem bu isimle hem de filmde yer alan Creedence Clearwater Revival şarkısı “Who’ll Stop The Rain” adı ile tanınan bir çalışma. Doğrudan savaşa değil savaşta yer alan karakterlerin bulaştığı bir uyuşturucu işine odaklanan hikâyesi savaşa ve savaşın travmaya uğrattığı Amerikan toplumunun bireylerine göndermelerde bulunan ve bu anlamda ayrıca önemli olan bir eser. Savaş veya uyuşturucu gibi konularda bilinmedik sulara pek girmeyen film oyuncularının performansı ile dikkat çeken, aksiyon sineması ile pek bir arada düşünemeyeceğiniz Reisz’in yönetmenlik başarısı ile dikkat çektiği son bölümleri ile etkileyici ve hikâyesinin iyi anlatılması ile çekici olabilen bir çalışma.

Cannes festivalinde Altın Palmiye için yarışan filmin buradaki adı uyarlandığı romanınki ile aynı olan “Dog Soldiers” imiş. Toplumunun geleneklerine sadakati olmayan savaşçılara Amerikan yerlilerinin taktığı bir lakap bu ve filmdeki baş karakterin, Nick Nolte’un canlandırdığı eski askerin “isyancı” bir kimliğe sahip karakteri nedeni ile herhalde romana/filme uygun görülmüş bu isim. Ray Hicks adlı bu karakterin “isyancı”lığı üzerinde biraz durmak gerekiyor filmin kimi güçlü ve zayıf yönlerine de ışık tutacak şekilde. Ne Amerikan sinemasının bildik kahramanları kadar “iyi”, ne de o sinemanın kötüleri kadar “kötü” bir karakter bu. Savaşçı kimliği, cesareti ve güçlü adalet duygusu ile hayli olumlu çiziliyor ama sonuçta -bir arkadaşına para da kazanacağı bir şekilde yardım amacı ile olsa da- Vietnam’dan uyuşturucu kaçırılmasına aracılık ediyor ki finalde uyuşturucu paketinin lanetinden kurtulmak isteyenlerin yaptığı düşünülürse, filmimiz karakterinin bu seçiminden pek hoşnut değil. Filme kaynaklık eden romanın yazarı Robert Stone ve Judith Rascoe tarafından yazılan senaryo gerek onun gerekse uyuşturucu kaçırma işini asıl başlatan John Converse adlı diğer askerin (Michael Moriarty) bu işe neden bulaştıklarını bir parça dolaylı yoldan anlatmayı tercih ediyor. Açılış sahnesi (ki nedense daha sonra gereksiz flashback’le tekrarlanıyor) bu ikinci karakterin savaşta yaşadığı dehşeti gösteriyor bize ama eyleminin bu savaşa, savaşa onu gönderenlere ve devletine bir öfkenin sonucu olduğunu düşünmemizi çok da ikna edici olamayan bir şekilde ima ediyor daha çok. Kahramanlarının eylemlerinin gerekçelerini -eğer nedensizlik üzerine kurulu bir hikâye anlatmıyorsanız- yeterince ikna edici kılamayan hikâyelerin zayıflığı kendisini gösteriyor burada sonuç olarak. Bu problem bir yana, film Nick Nolte’un hak ettiği fiziksel ve duygusal cazibeyi kazandırmayı başardığı karakteri seyirci için ilgi çekici kılmayı becererek hikâyenin seyirci nezdinde seyri hoş bir tecrübe olmasını sağlıyor. Bu karakterin final sahnesi ise hayli özenerek düşünülmüş ve çekilmiş, adeta bir trajedi kahramanı ile karşı karşıya olduğumuzu düşünmemizi hedefleyen içeriği ile hem filmin en başarılı anlarından biri hem de hikâyenin o ana kadarki düz akışına bir parça aykırı düşen bir bölüm olarak dikkat çekiyor.

Sadece açılışta ve daha sonra tekrarladığı sahnede bize savaşı gösteriyor Reisz ve filmin kimi yetersiz, bir başla deyişle güçsüz anlarına da burada imza atıyor. Savaşın korkunç yüzünü yanıtmakta yetersiz ya da fazlası ile alışıldık kareler geliyor karşımıza bu anlarda. Amerikalı askerler arasındaki bir araba yolculuğu boyunca gerçekleşen sohbet de benzer şekilde askerlerin içine düştükleri anlamsızlığı ve travmayı yansıtmaktan uzak. Hele Vietnam gibi bir savaştan söz ettiğimiz düşünülürse, bu yetersizlik daha da önemli oluyor. Nolte’un karakterinin elinde dolaşan Nietzsche kitabını hikâyede nereye yerleştirmemiz gerektiği de fazlası ile gereksiz biçimde seyirciye bırakılmış görünüyor. Başta filme sonraki adını veren şarkı olmak üzere, 1970’lerin pek çok sıkı şarkısı (yine Creedence Clearwater Revival’dan “Hey Tonight” ve “Proud Mary”, Don McLean’dan “American Pie”, The Spencer Davies Group’dan “Gimme Some Lovin” vs.) hikâye boyunca kulaklarımıza çalınırken söz konusu dönemin atmosferini, özellikle şarkılara aşina olanlara, keyifli biçimde hatırlatıyor.

Evet, film doğrudan Vietnam’ı eleştirmiyor ama “Vietnam askerlerini yolunu kaybetmiş, yaralı kurbanlar olarak” çizmesi (Politik Kamera – Ryan / Kellner) kayda değer bir husus. Finalde bir adam ve kadının (bir ailenin?) ölen genç adamı (savaşta ölen bir askeri?) kucaklaması, savaşta oğullarını kaybeden ülkeye bir gönderme olarak okunabilir diye düşünüyorum. Aynı şekilde, filmin çok daha etkileyici olan ikinci yarısındaki kimi bölümler de savaşın neden olduğu travmaların izlerini taşıyor. Örneğin, bir dağ evinde kurulan geçici “yuva” ve orada kurulan -biraz fazla beklendik olsa da- hayaller yine gençlerin yok edilen hayallerini ve kırılan umutlarını hatırlatıyor bize. Tüm son bölümdeki kaos olarak nitelendirebileceğimiz karmaşa ise ABD’nin Vietnam’da içine düştüğü batağın sonucu olan çekişme ve çatışmalardan izler taşıyor sanki. Finaldeki ses ve ışığın yarattığı “cehenem” içindeki çatışma anlarında Amerikan folk müziğinin kullanılıyor olması da benzer şekilde Amerikan toplumun savaşın yaraladığı ruhuna bir gönderme olsa gerek. Filmin “kurban” rolünü Amerikan askerlerine ve toplumuna vermesi ise elbette eleştiriye açık, savaşta ölen sadece sivil Vietnamlı sayısının 400 Bin olduğu düşünülürse. Bu elbette tam bir Amerikan merkezli bakışın sonucu; savaşa neden olanların asıl kurbanlara değinilmeden tek kurbanmış gibi gösterilmesi kuşkusuz doğru değil. Ne var ki burada bir “kötü niyet”ten çok, sadece kendine bakmaktan kaynaklanan bir eksik bakış olduğunu söylemek daha doğru olur sanırım. Bir adamı öldürmekle tehdit eden bir çete elemanının bunu çekinmeden yapabileceğinin kanıtı olarak “daha önce Vietnam’da adam vurdum” demesini de filmin savaşa eleştirel değinmelerinden biri olarak not edebiliriz.

Trajik olayları başlatanın bir fayda göremese de en azından ciddi bir zarar görmeden kurtulması, buna karşılık öne sürülenin asıl zararı gören kişi olması savaşı planlayan ve çıkartanlar (yöneticiler) ile ölenlerin (halkın) farklı kaderlerini hatırlattığı hikâyede, Nick Nolte başrolün sahibi olsa da ve rolünün hakkını verse de, performans açısından asıl öne çıkan Michael Moriarty oluyor. Diğer bir önemli rolün sahibi Tuesday Weld de karakterini senaryo kendisine diğerlerine ettiği kadar yardım etmese de ilgi çekici kılmayı başarıyor. Özetle, genellikle iyi anlatılmış, son bölümleri iyi kotarılmış ve Vietnam’ın neden olduklarını hatırlatan ilgiye değer bir film karşımızdaki.

(“Dog Soldiers” – “En Büyük Suç”)

Saturday Night and Sunday Morning – Karel Reisz (1960)

“Evlenmenin bedeli çok yüksek; tüm hayatın boyunca taksit ödemen gerekiyor”

İki kadınla aynı anda ilişkisi olan “öfkeli” bir fabrika işçisinin hikâyesi.

Çek asıllı İngiliz yönetmen Karel Reisz’in ilk uzun metrajlı konulu filmi. Allan Sillitoe’nun aynı adlı romanından yazar tarafından uyarlanan film İngiliz Yeni Dalga akımının da ilk örneklerinden biri. Aynı akımın önemli isimlerinden Tony Richardson’ın yapımcılığını üstlendiği filmin bu akımın alamet-i farikası olan öfkeli genç karakterine Albert Finney harika bir yorum katarken, film de sinemanın klasikleri arasında hak ettiği yeri alıyor.

Nefret ettiği bir işte köle gibi çalışmak zorunda kalan ve hayatı cuma geceleri ve cumartesi günleri gittiği barlar ve kadınlar ile geçen gencin öfkesini somutlaştıran pek çok örnek var filmde. İşyerinin tek amacının işçileri daha çok sömürmek olduğuna inanması, tüm hayatlarını çalışarak, sigara içerek ve televizyon seyrederek geçiren ebeveynlerini yaşayan ölüler olarak nitelendirmesi veya evlenmeyi düzenin parçası olmak olarak görüp uzak durması gibi örnekler öfkeli Arthur karakterimizin düşüncelerinin tipik dışavurumları olarak gösterilebilir. Filmin finalinin de vurguladığı gibi bu öfke aslında sonucu belli olan bir öfke. Ekonomik kriz ile birlikte 2011’de İspanya’da ortaya çıkan “Los Indignados – Öfkeliler” grubunun gösterilerinin ve protestolarının sonuçta bir şeyleri değiştirmeye yeterli olmayacağı/olmadığı gerçeği de bu sonucu önceden belli çabaların bir örneği idi sonuçta. Herhangi bir ideolojisi ve bunu destekleyen toplumsal/siyasal bir örgütlenmesi olmayan bir grubun öfkesinin sonuçsuz kalması çok doğal olsa gerek. Bu filmde de karakterimiz işyerindeki asiliği nedeni ile kendisine kızıl diye seslenen ustasını kastederek “bunun gibi adamlardan beni kurtaracağını bilsem komünistlere oy verirdim” cümlesini de elbette bilinçsiz ve aslında alaylı bir şekilde söylerken bu gerçeği destekliyor.

Kurulu düzenin/sistemin bireyleri ve bunun sonucu olarak da toplumları dönüştürdüğü biçime tepkili olan ama bu tepkilerini tamamen bireysel olarak gösteren karakterlerden biri kahramanımız. Senaryo 1967 yılına kadar İngiltere’de yasak olan kürtajdan yoksulluğa çeşitli sosyal konuları hikâyesinin içine ustalıkla yedirmiş görünüyor. Annesinin mezarına çiçek koyabilmek için bir cenaze evinin vitrin camlarını kıran adamla ilgili sahne hikâye ile değilmiş gibi görünse de aslında kahramanımızın doğrudan kendisi ile ilgisi olmasa bile etrafında olan biten yanlışlıklara da öfkelendiğini göstermesi açısından akıllıca düşünülmüş bir küçük yan hikâye örneğin. Ne var ki bu öfke sistemin kendisinden çok sonuçlarına yönelen ve bir değişim yaratmak için gerekli en temel araçtan, örgütlenmekten uzak duran bir öfke.

Senaryonun en başarılı yanlarından biri baş karakterini olağanüstü denecek ölçüde derin ve net bir şekilde çizebilmesi olsa gerek. Öyle ki bu karakter ile ilgili en ufak bir soru işareti bırakmıyor sizde seyrettiğiniz hikâye. 1960’da çekilen ve 60’lı yıllarda hızlanan cinsel özgürlük harekterlerinin ipuçlarını da yansıtan hikâye bu karakterin öfkesine eşlik eden alaycılığını, kabalığını ve ne olursa olsun ayakta kalma becerisini dahil olduğu sinema akımının sosyal gerçekçilik özelliğine uygun bir biçimde tüm doğallığı ile getiriyor karşımıza. Başarılı bir siyah beyaz görüntü yönetimi olan filmde Reisz ekonomik kamera hareketlerini nadiren çarpıcı kamera açıları ile değiştiriyor ve böylece ilgili sahnelerin çarpıcılığını artırıyor. Filmin John Dankworth imzalı ve caz esintili orijinal müzikleri ve çeşitli sahnelerde kullanılan dönem müzikleri de hikâyenin atmosferine gösterdikleri uyum ve dönemin havasını tam anlamı ile seyirciye yansıtan içerikleri ile dikkat çekiyor.

Kaba ve öfkeli genç rolünde Albert Finney Arthur karakterinin anti-kahramanlığına başarı ile can verirken onun öfkesini de hem elle tuttulur hem de inandırıcı kılmayı beceriyor. Diğer rollerde İngiliz sinemasının Rachel Roberts’dan Hylda Baker’a, Shirley Anne Field’dan Norman Rossington’a başarılı karakter oyuncuları ülkelerinin oyunculuk geleneğinin başarılı örneklerini sergiliyorlar. Çoğu sahneleri Nottinghamshire’da çekilen ve bölgeden başta sıra sıra tuğla evler olmak üzere etkileyici ve belgesele yakın görüntüler yakalayan film şehrin koyu griliğini de atmosferini destekleyen öğelerden biri olarak kullanma becerisini gösteriyor. Finalde baş karakterimiz “her zaman taş atacak birileri olacaktır” derken İspanya’nın “öfkelilerini” düşünebiliriz ama bu taşlar sistemi değiştirmeyip sadece sistemden biraz da biz pay alalım amacı ile atıldığı sürece bizim hayatlarımız da filmin finalindeki gibi uzlaşmacı bir son ile sürecektir kuşkusuz. The Smiths’den (“There Is A Light That Never Goes Out”) Arctic Monkeys grubuna (“Whatever People Say I Am, That’s What I’m Not”) pek çok İngiliz müzisyene de ilham kaynağı olan film sinema tarihinin görülmesi gereken klasiklerinden biri özet olarak.

(“Sevişme Günleri”)

The French Lieutenant’s Woman – Karel Reisz (1981)

french-lieutenantswoman

“Sanki çektiği işkence onun zevki haline gelmişti”

 

19. yüzyılda İngiltere’de yaşanan bir aşk ve bu aşkın filmini çeken oyuncuların paralel bir süreçle anlatılan hikâyeleri.

 

Yönetmen sinemada özellikle “Özgür Sinema” akımı sırasında yaptığı filmlerle ünlenen Karel Reisz, senarist Harold Pinter ve senaryonun uyarlandığı romanın sahibi John Fowles olunca ve başrollerde de Meryl Streep ve Jeremy Irons’ı görünce beklentinin yüksekliği çok doğal ve işte film de bu beklentiyi rahatça karşıladığı gibi bazı anları ile tam bir sinema keyfi yaratmayı da başarıyor.

 

Meryl Streep pek çok filminde olduğu gibi burada da iyi bir oyunculuğun ötesinde bir yerlere geçiyor ve bir karakteri canlandırmayı aşıp o karakterin kendisi oluyor film boyunca. Karşımıza getirdiği iki farklı karakterin her biri için iki farklı tat taşıyan bir oyunculuk sergilemesi ve özellikle 19. Yüzyıl hikâyesi bölümünde karakterin çekingenliğini, hassaslığını ve dengesizliğini tarifi zor bir ustalık ile oynaması, sadece vücut dili ile bile seyredene bir hikâye anlatabilmesi olağanüstü. Jeremy Irons da benzer bir şekilde karakter(ler)inin zayıflığını inandırıcı olmanın çok üzerinde gerçekçi bir şekilde çiziyor. Diğer rollerde de usta İngiliz oyunculuğunu görmek mümkün ama bir tek Ernestina rolünde Lynsey Baxter zaman zaman aksıyor.

 

Film Reisz’in ustalığını gösterecek pek çok sahneye sahip; mendirekteki ilk karşılaşma, deniz kıyısında uzandıkları sahne, ormanda ağaç altındaki konuşma ve filmin sonundaki kayıkhaneden göle açıldıkları sahne kullanılan kamera açıları, kadrajdaki görüntünün içeriği, görüntü yönetimi ve sergilenen oyunculuklar ile dört dörtlük bölümler. Harold Pinter da zor bir romandan ustalık dolu bir çalışma ile Joseph Losey ile yaptığı işbirliklerinde (“The Servant”, “Accident” vb.) olduğu gibi sınıf farklarını da gündemde tutan incelikli bir senaryo çıkarmış.

 

Klasiğe yakın bir sinema dili ile ve sinemanın görsel bir sanat olduğunu unutmadan başarılmış anlarla dolu olan film, klasik ressamlara referanslar da içeriyor. Anlattığı 19. yüzyıl döneminin usta empresyonist ressamlarından Monet’in “Gün Doğumu” tablosunun “3 yıl sonra” bölümünde filmin hikâyesi ile çok uyumlu bir şekilde şekilde sinemalaştırılması filmin yaratıcılarının takdir edilmesi gereken bir başka başarısı. Kostüm filmlerinin olmazsa olmaz “ağırlığı” burada da belki zaman zaman hissediliyor ve belki sinema dili biraz ağır olabilir ama film sinemanın yüz akı örneklerinden biri. Mutlaka görülmeli.

(“Fransız Teğmenin Kadını”)