Göl İnsanları – Kemal Tahir

Kemal Tahir’in 1939’da yazdığ ve 1941’de Tan gazetesinde tefrika edilen dört hikâyesinden oluşan ve ve ilk kez 1955 yılında basılan kitabı. 1969’daki üçüncü baskısında dört hikâye daha ilave edilen kitabın orijinalindeki dört öykü için Nazım Hikmet yazara gönderdiği 13 Mart 1941 tarihli mektubunda şöyle yazmış: “Senden o kadar defa dinlediğim, âdeta birçok satırlarını başlarken sonunu getirecek kadar hatırladığım ilk hikayeyi yine büyük bir lezzetle, iştiha ile ve gururla okuyorum”. Kemal Tahir’in hapishane arkadaşı olan Hikmet bir sonraki ve 7 Mayıs 1941 tarihli mektubunda ise beğenisini daha da ileri giden bir övgü ile dile getiriyor: “Hiç endişeye düşme. Göl İnsanları Türk edebiyatının en güzel dört hikâyesi olarak kalacaktır”. Tahir’in “Sahici Türk romanı işçimizin köylümüzün realitelerinden doğacaktır” düşüncesini doğrulayan ve o düşüncenin en parlak kanıtlarından biri olan kitap, Hikmet’in övgülerinin hâlâ geçerli olduğu güçlü bir eser. Sahici karakterleri ve yalın dili ile Kemal Tahir kitaptaki dört hikâye aracılığı ile Anadolu halkının çok sağlam gözlem ve analizlere dayanan bir portesini çiziyor.

Tahir “Biz romancılar, bu iki zümrenin (işçiler ve köylüler) yaşayışındaki eski ve yeni bütün özellikleri iyice öğrenmek, ekonomik ve sosyal şartlarındaki bütün değişmeleri aralıksız takip etmek zorundayız” demiş kitabın arkasında yer alan bir alıntıya göre. “Göl İnsanları” kitabında yer alan dört hikâyede, bu önerisini öncelikle kendisinin benimseyip uyguladığının tanığı oluyoruz. Türkçe için hedef olarak gösterdiği ve zenginliği, yalınlığı ve kıvraklığını övdüğü Orta Anadolu Türkçesi ile yazılan dört hikâye onun “toplumsal gerçekçilik” olarak adlandırılabilecek anlayışının da parlak örnekleri arasında yer alıyor. Lehçe taklidinden uzak durması ve dilin zenginliğini olanca gücü ile kullanması Kemal Tahir’in -tıpkı hedef gösterdiği gibi- millî olmasını sağlarken, evrensel bir düzeye açılmasına da yardımcı oluyor.

Kitaptaki ilk hikâye esere adını veren “Göl İnsanları”. Terkos gölü kıyısından merkeplerle çakıl taşıyan biri 12 yaşında çocuk, toplam altı işçinin ve onlara işi veren ve arada ziyaretlerine gelen bir adamı anlatıyor hikâye. Karakterlerin tümünü, uzun da olsa bir hikâyenin kısıtlı sayfalarında çarpıcı bir şekilde anlatabilen, her birini farklı özellikleri, düşünceleri ve kişilikleri ile bize tanıtabilen yazar sosyal gerçekçiliğin en dürüst örneklerinden birini oluştururken; bir yandan da işçi ve patron çelişkisi, boyun eğme ve hak arama, farklı sömürü türleri arasında gezinen içeriği ile saf bir anlatımın müthiş tadını veriyor okuyucuya. Bir cesedin bile yer aldığı bir hikâyeyi sakin ve güçlü bir dil ile anlatan Tahir birkaç karakter üzerinden Anadolu halkının inançlarını, zayıflıklarını, saflığını, yoksulluklarını ve tutarsızlıklarını getirmeyi başarıyor okuyucunun önüne ve çaresizlik ve isyan üzerine de düşündürebiliyor onu.

“Çoban Ali” adlı ikinci hikâyede yıllardır çobanlık yapan bir adamın, babasının daha fazla başlık parası nedeni ile başkasına vermek istediği bir kızla evlenme isteğinin sonuçları anlatılıyor. Çobanın ağasının henüz 15-16 yaşında olan oğlunun “beyliğin gereği” olarak devreye gimesi üzerinden ağalık ve ırgatlık düzenine, sistemin güç sahipleri ile olan doğrudan ilişkisine ve kadının bizimki gibi toplumlardaki kaderine uzanan değinmelerde bulunuyor Tahir. İlk hikâyedeki sessiz isyan, bu ikincisinde bir sessiz boyun eğmeye dönüşürken bir bakıma feodal düzenin dinamiklerini ustaca sergiliyor yazar ve şu cümlelerle bir sorgulamayı da başlatıyor: “Koyun kısmı fırtınanın patlayacağını, zelzeleyi, su baskını olacağını vaktinden önce seziyordu da, kuyruğunu paralayan kurdun ardı sıra neden koşuyordu?”.

“Gelin-Kadın Oyunu” adını taşıyan üçüncü hikâye diğer öykülerde de kendisine hep önemli bir yer bulan cinselliğin daha öne çıktığı bir eser. Bu kez kadının pasif değil, aktif bir rolde baskın olduğu bir hikâye bu ve Anadolu köylüsünün tüm o gelenekler ve muhafazakârlık örtüsü altında bastırılan, daha doğrusu bastırılmış görünen cinselliğinin aslında günlük hayatın ne kadar içinde olduğunun da bir örneğini anlatıyor. Bir kadının kendisini teyzesine götüren bir erkekle yaptığı uzun yürüyüşün bir “yolculuk hikâyesi”ne dönüştürdüğü öykü baştaki küçük sürprizi ve erkeklerin cinselliğin aptallaştırdığı halleri ile küçük bir eğlence de barındırıyor.

Kitaptaki son hikâye olan “Arabacı” gelişimi ve finali ile Amerikan kısa öykücülüğünün önemli isimlerini (örneğin O. Henry’i) hatırlatıyor. “Olaysız” bir öykü bu ve başlarına bir erkek arayan yoksul bir anne ve onun kızı ile evlendirmek istediği bir arabacının arzuları, çelişkileri ve kararsızlıkları üzerinden oldukça “içeriden” bir bakışla anlatıyor karakterlerini Kemal Tahir. Diğerlerinde olduğu gibi burada da Tahir’in yalın ve güçlü anlatım becerisi yaşananların gerçekçiliği konusunda en ufak bir kuşkuya yer bırakmazken, finali ile oldukça hüzün uyandıran bu hikâye sadeliğin ve sıradanlığın nasıl parlak bir başarıya araç olabileceğini de kanıtlıyor.

Karakterlerine ve yaşanan olaylara ancak onların içinde olan birinin olabileceği kadar yakından bakan Tahir’in bu öyküleri basit görünen yaşamların içindeki karmaşık zenginliği ve insan ruhunun toplumsal ve ekonomik koşulların, geleneklerin ve baskıların yarattığı maskelerin ardında bir şekilde canlı kalabildiğini gösteren içerikleri ile kitabı edebiyatımızın okunması gerekenleri arasına katıyor.

Yol Ayrımı – Kemal Tahir

“Esir Şehir” Üçlemesinin bu üçüncü kitabı, ilk iki kitaptaki karakterlere yeni karakterlerin eklendiği ve 1930’daki Serbest Fırka denemesi sırasında gelişen olayları anlatıyor. Kemal Tahir “devrimden” sonra süratle yorulmaya ve yozlaşmaya başlayan bir ülkeyi, Mustafa Kemal’in ve halkın arayışını ve genel olarak ülkenin yolunu bulmaya çalışmasını anlatırken yine hayli zengin bir dil kullanımı ile onlarca farklı karakter ve onların yan hikâyelerini getiriyor karşımıza. Tahir Serbest Fırka denemesi ve genel olarak ülkenin içinde bulunduğu koşulları geçmiş ve gelecekle de bağlantısını kurarak anlatırken kendi görüşlerini de özellikle finalde Doktor Münir karakteri üzerinden dile getiriyor ve kitaptaki Cumhuriyet uygulamaları eleştirisini özellikle bu bölümde hayli açık biçimde dile getiriyor. Kuva-yi Milliye’ye katılmayanların Serbest Fırka’ya yamanmak için gösterdikleri telaş ve üçlemenin diğer kitaplarında olduğu gibi ahlâksızlık vurgusunun yine kadınlar üzerinden yapılması kitapta dikkat çeken unsurlardan bazıları.

Demokrasinin hem çok basit hem de çok kompleks bir kavram olduğunu bir kez daha hatırlamak, resmi tarih söylemlerine alternatif düşünsel süreçler geliştirmek ve insanların her dönemde kişisel çıkarları uğruna nasıl zavallılıkların, yalanların ve kötülüklerin peşinde koşabileceğini görmek için de okunması gereken bu kitapta, devrimi yapmanın değil onu korumanın, zenginleştirmenin ve sürekli kılmanın önemli olduğunu söylüyor Kemal Tahir. Onun deyimi ile “tarih yapan ama yaptıkları tarihe sahip çıkmasını pek de bilmeyen” Kuva-yi Milliyeciler’in hikâyesi var bu kitapta.

Esir Şehrin Mahpusu – Kemal Tahir

Üçlemeye başlayınca bitirmemek olmaz! Kemal Tahir’in “Esir Şehir” Üçlemesinin bu ikinci kitabı, ilk kitapta hapise atılan kahramanı Kâmil Bey’in oradaki günlerini anlatıyor. Bir yandan düştüğü bu ortamda hissettiği yalnızlık ve dehşet duygusu ile baş etmeye çalışırken, diğer taraftan Anadolu’daki kurtuluş hareketini takip ediyor Kâmil Bey. Kitap üçlemenin ilk cildi olan “Esir Şehrin İnsanları” adlı romanda olduğu gibi Osmanlı’nın çürümüşlüğünü pek çok farklı karakter üzerinden ve onların ustalıklı bir dil kullanımı ile anlatılan hikâyeleri aracılığı ile aktarıyor. Tahir’in sözcük zenginliği, halkın günlük diline ve o dönemin argosuna hâkimiyeti kitaba ilave bir zevk de katmış açıkçası. Kitap boyunca sergilenen tüm yozlaşma hikâyeleri, çöken Osmanlı’dan yeni bir devlet yaratanların nasıl büyük bir iş başardıklarını bir de edebi bir bakış açısı ile anlamamıza da imkân veriyor. Kitaptaki karakter çokluğu ve her birinin kendi hikâyesinin olması, romana bir yandan zenginlik katıyor ama bir yandan da bir süre sonra onlarca karakterin Kâmil Bey’e (ve okuyucuya) sıra ile hayatlarını anlattığı bir hikâye dizisine dönüştürüyor ve bu da anlatımda kullanılan dilin tüm zenginliğine ve anlatılanların içeriğinin doluluğuna rağmen zaman zaman bir monotonluk hissi yaratmıyor da değil. Mustafa Kemal’in kaybetmesini isteyen bir İstanbul’da, her türlü ahlâksızlığın kol gezdiği ve bu açıdan o günlerin İstanbul’unun bir aynası olarak gösterilen hapishaneden insan manzaraları olarak görülebilir bu kitap özet olarak.

Esir Şehrin İnsanları – Kemal Tahir

Kemal Tahir’in mütareke dönemi İstanbul’unu konu alan “Esir Şehir Üçlemesinin” ilk kitabı. Roman İstanbul’un işgalinden hemen önce başlıyor ve sivil Osmanlı aydınlarının Birinci Dünya Savaşı sonrası yıkılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Anadolu’yu işgal eden Batılı askerlerin karşısında takındıkları tavırları ele alıyor. Romanın kahramanı Kâmil Bey Batılı değerler ile yetişmiş ve yıllarca yurtdışında yaşamış bir paşa oğlu ve kendi yurdunda İstanbul dışında hiçbir yer görmemiş bu karakterin roman boyunca geçirdiği dönüşüm Tahir’in kaleminden yeni bir aydın tipinin ve yeni bir ülkenin de sembolü oluyor.

Savaşı kaybeden bir ülkenin halkının takındığı farklı tavırlar (direnişten ihanete, umursamazlıktan kendi derdine düşenlere) roman boyunca Yakup Kadri’nin benzer romanlarına kıyasla çok daha gerçekçi bir biçimde ele alınıyor. Romandaki direnişçi karakterlerden birinin ağzından “Mustafa Kemal’in halkla yakınlaşması ve onunla birlikte hareket etmesi” övülürken, ileriye yönelik olarak “eğer değişirse ona da direniriz” sözleri de Tahir’in cumhuriyetten sonraki devlete olan itirazlarının da izini taşıyor.

Güçlü bir dili ve akıcı bir kurgusu olan roman Tahir’in topluma görüşlerini aktarma telaşının örneklerinden biri ve bu bakımdan kimi zaman hafif didaktik bir hava da taşımıyor değil. Bir de kitabın biraz fazlası ile “erkek” bir hava taşıdığını da söylemek gerek. Kitaptaki tek olumlu kadın karakterin “erkeklik değerleri” üzerinden övülüyor olması da bu havanın örneklerinden.