Billion Dollar Brain – Ken Russell (1967)

Billion Dollar Brain“Tanrım, bizlere inanç ver. İnançsız komünist düşmanlarımızla savaşmak ve onları ezip yok etmek için bizlere güç ver. Bize cesaret ve azim ver. Ve asla amacımızdan sapmamıza izin verme”

Eski bir İngiliz casusunun, kendisini komünizmi ortadan kaldırmaya adamış bir örgütle giriştiği mücadelenin hikâyesi.

Len Deighton’un aynı adlı romanından uyarlanan film, ajan Harry Palmer karakterini karşımıza getiren üçüncü sinema eseri. Daha önceki iki filmde (“The IPCRESS File – Ani Tehlike” ve “Funeral in Berlin – Cehennem Dönüşü”) olduğu gibi başrolde yine Michael Caine’in yer aldığı çalışmanın yönetmen koltuğunda İngiliz sinemacı Ken Russell var, senaryo ise John McGrath’ın imzasını taşıyor. Zaman zaman Russell’ın çılgın mizansen anlayışından izler taşısa da, yönetmenin kariyerindeki diğer filmler ile kıyaslandığında çok daha “normal” duran bu film, olay örgüsünü ve karakterlerini geç toparlaması ve normallik ile çılgınlık arasında, iki tarafı da yeterince tatmin etmeyecek bir noktada durması ile çok da güçlü bir görünüm sergileyemiyor. Yine de Russell’In elinden çıktığı belli olan sahneleri, Caine’in “cool” tavırlı oyunu, filmin çekiminden kısa bir süre sonra, henüz yirmi beş yaşındayken ölen Françoise Dorléac’ın güzelliği ve sinema meraklılarının keşfettiklerinde keyif alacakları Sergei M. Eisenstein göndermeleri ile ilgiyi hak ediyor.

Film hayli keyifli bir jenerik çalışması ile açılıyor ve on dört James Bond filminin jeneriğini de hazırlamış olan Maurice Binder’ın bu çalışması filme iyi bir giriş yapmanızı sağlıyor. Richard Rodney Bennett’a it olan orijinal müziğin jeneriklere eşlik eden bölümü de taşıdığı tipik 1960’lar havası ile bu keyfi artırıyor kesinlikle. Ne var ki film bu sağlam girişten sonra, nerede ise ilk yarısının sonuna kadar hayli dağınık ilerliyor ve olay örgüsünü, kimin amacının ne olduğunu tıpkı ajan Palmer karakteri gibi seyirci de pek anlayamıyor. Yönetmen Ken Russell kendisinin ve senarist McGrath’ın Len Deighton’un kitabını pek de anlamadıklarını ve bu nedenle anladıkları kısımlarına odaklanmayı tercih ettiklerini söylemiş daha sonraki bir tarihte ve açıkçası bu “itiraf”ın gerçekliğini özellikle ilk yarıda hayli yakından hissediyorsunuz. Bu dağınık ilk yarıyı Caine ve Dorléac’ın varlığı da pek kurtaramıyor ve film için doğal olarak olumsuz bir hava oluşuyor seyreden üzerinde. İkinci yarı ise “çılgın anti-komünist işadamı”nın damgasını vurduğu ve daha Ken Russellvari mizansenli anları ile hareketleniyor ve tam anlamı ile olmasa da hem eğlenceli hem heyecan verici olmayı başarıyor film.

Sonraki yılların iki ünlü sinema oyuncusuna dönüşecek olan Donald Sutherland ve Susan George’un çok küçük rollerde yer aldığı film, soğuk savaş döneminde çekilmesine rağmen Sovyetler’i değil, çılgın işadamı karakteri üzerinden Batı’yı eleştiri/alay konusu yapması ile de dikkat çekiyor. Russell’ın damgasını en bariz hissettiğimiz sahnelerden birinde, bu işadamının liderliğini üstlendiği “Özgürlük Kardeşleri” örgütünün üyeleri bir histeri nöbetindeymiş gibi Sovyet liderlerinin (Lenin, Stalin vs.) posterlerini yakarken gösteriliyor ve Russell’ın çılgın kamerası onların bu halinin çılgın komikliğinin altını çiziyor kalın çizgilerle. İşadamının ordusunun Letonya’yı işgale giderken, buz tutmuş deniz üzerinde yaşadıkları (Rus yönetmen Eisenstein’ın 1938 tarihli ünlü klasiği “Aleksandr Nevskiy” filmine açık bir gönderme bu sahne) veya finalde Rus istihbaratının İngiliz istihbaratına attığı kazık, filmin anti-Sovyet bir tutumdan özenle kaçındığının göstergeleri. Bir tür anti-Bond olarak nitelendirebileceğimiz Harry Palmer karakterinin kahramanı olduğu film Bond filmlerinin aksine bu karakteri pek de olağanüstü işler becerirken göstermiyor bize. Öyle ki çılgın işadamının hakkından gelinmesinde asıl pay Rus ordusunun ve özellikle Letonya’daki istihbaratın başındaki Rus generalin oluyor. Film komünizm karşıtlığını sıkı bir alay konusu yaptığı gibi, bu karşıtlığı hikâyesinde faşizm ile özdeşleştiriyor ve örgütün sembolünü Naziler’in gamalı haçından esinlenerek tasarlarken, örgütün ordusunu da tam da faşist devletlerin törenlerinde tanık olabileceğimiz sahneler içinde gösteriyor bize. Özetle, Amerikalıların anti-komünist cumhuriyetçilerinin (filmdeki işadamı elbette Teksaslı!) faşizan karakterlerini sağlam bir şekilde aşağılıyor Russell bu filmde.

Filmin yeterince başarmış görünmediği mizah anlarından hatırlanmaya değen pek fazla yok maalesef. Mel Brooks’un veya ZAZ üçlüsünün (David Zucker, Jim Abrahams ve Jerry Zucker) filmlerinde görmeye alıştığımız türden bir esprisi olan “kar temizleme aracı” sahnesi (ki filmde bu türden tek sahne olarak seyirciyi hazırlıksız da yakaladığından kısa ama sıkı bir kahkaha attırıyor) ve “kolları çok uzun, kini ise sonsuz” olan çılgın işadamının nutuk anlarından çok daha fazlasına ihtiyacı varmış filmin kesinlikle, bir eğlence kaynağı olabilmesi için. Caine ve Dorléac dışında da güçlü oyuncuları olan film (Karl Malden’ın yanısıra filme asıl damgasını vuran yan karakterleri canlandıran Oscar Homolka (Rus general) ve işadamı rolündeki Ed Begley oluyor) finaldeki “buzda fiyasko sahnesi” ile hem Ken Russell’a yakışan bir kapanış yapıyor hem de baş kahramanını öne çıkaramamasını bu eğlenceli sahne ile affettiriyor nerede ise. Evet, Palmer karakteri hak ettiği kadar öne çıkamıyor hikâyede ve bu durum filme iki şekilde zarar veriyor: Öne çıktığı sahnelerdeki “cool” oyununun kanıtladığı gibi Caine aslında filme çok daha fazla seyir zevki katabilirmiş ve hikâye bir odak noktasının eksikliğini hissettiriyor sık sık.

Kusurlarına rağmen, Russell’ın kariyerindeki bu ikinci sinema filmi fena halde (olumlu anlamda) 1960’lara ait olmak gibi cazip yanı ile de ilgi çekmeye aday. Müziğinden renk kullanımına, kamera hareketlerinden eğlenceli ve gösterişli havasına ve zum kullanımına kadar pek çok öğe 1960’lar nostaljisi yaşamak isteyenler için ideal bir aday yapabilir bu filmi.

(“Milyonluk Beyin”)

Women in Love – Ken Russell (1969)

“Biz akıl ve ruh olarak yakınız, fiziksel olarak da yakın olmalıyız”

İki kız kardeşin aşık olduğu erkeklerle ilişkileri üzerinden anlatılan bir aşk ve bağlılık hikâyesi.

D. H. Lawrence’ın “Rainbow” adlı romanının da devamı olan ve ilk kez 1920 yılında basılan aynı isimli romanından yapılan bir uyarlama. Sonraları gittikçe çılgınlaşan üslubu ile daha da tanınacak olan ve televizyon için çektikleri ile film dünyasına adım atan İngiliz Ken Russell’ın bu filmi kimilerine göre kariyerinin de en iyi çalışması, ama bu kesin yargıya katılmasanız bile en iyilerinden biri olduğunu ret etmek de mümkün değil. Bugün öncelikle belki haksız ama anlaşılır bir şekilde Alan Bates ve Oliver Reed’in şöminenin önünde çıplak olarak güreştiği sahne ile hatırlanan film zamanında tam da bu sahne nedeni ile ülkemizde yasaklanmıştı. Dayandığı roman gibi bu film de başta İngiltere olmak üzere pek çok yerde sansürle boğuşmak zorunda kalmış. Karakterlerini kendi fikirlerinin biçim almış hali olarak kullanması ile bilinen Lawrence’ın hikâyedeki Rupert (Alan Bates) karakterinde kendisinden ve onun sevgilisi olan Ursula (Jennie Linden) karakteri için eşinden esinlendiği, Gerald (Oliver Reed) ve sevgilisi Gudrun (Glenda Jackson) karakteri için birbiri ile evli iki İngiliz yazar John Middleton Murry ve Katherine Mansfield’dan ilham aldığı söyleniyor bugün. Yönetmen Russell ileride dozunu epey arttıracağı çılgın üslubunun yumuşak ve kararında bir örneğini verdiği filmde güçlü oyuncularından da epey katkı alarak ortaya bugün klasik olan bir film çıkarmış. Evet, bazı açılardan kesinlikle bir parça eskimiş duruyor ve dönemindeki gibi seyirciyi “şoka uğratmayacaktır” ama Lawrence’dan gelen ve aşk, ruh, tatmin olma ve hatta sıkılma üzerine olan kimi diyalogları ile de görülmesi gerekli bir film bu.

Açılıştan başlayarak erotizmin düşünsel ve kısmen de görsel olarak hâkim olduğu bir film karşımızdaki. İki kız kardeşin evlilik ve öncesindeki tecrübenin gerekliliği konuşmalarından sınıfta öğrencilerin resmini çizdiği söğüt çiçeğine kadar pek çok öğe erotizmi karakterlerin ve seyircinin gündeminde tutuyor hikâye boyunca. Romanın temalarından biri olarak erkek cinselliği, eşcinsellik ve erkek çıplaklığı da filmde yerini almış ve özellikle dönemi için ilginç bir şekilde Bates ve Reed, Jackson ve Linden’dan daha fazla soyunmuş filmde. Elbette erotizm deyince o meşhur sahneyi hatırlamak ve tartışmak gerekiyor. Bates ve Reed’in yanan şöminenin alevleri önünde “Japon güreşi” yaptıkları o dillere destan sahne. Yönetmen Russell’ın sahne ile ilgili başta epey yaşadığı tereddüdü gideren oyuncu Alan Bates olmuş gerekliliği hakkında. İki erkek arasındaki fiziksele hiç dökülmemiş ve özellikle Rupert karakteri için daha fazla bir boyutu olan homoerotik yakınlığı olabildiğince zarif ve doğal bir şekilde yansıtmayı başarmış bu sahne ile Russell ve -neyse ki- sonraki yıllarda sıklıkla başvuracağı çılgın üslubu hayli kararında tutarak başarmış bunu. Güreş öncesi ve sonrasında iki erkeğin diyalogları Lawrence’ın kitabından gelen tadı taşıyor ve Russell’ın akıllı kamera tercihleri ve mizanseni ile adeta bir “ sevişme öncesi” ve “sevişme sonrası” havasını seyircinin karşısına getiriyor. Bu sahnedeki sıcak renkler, çalışması ile Oscar’a aday olan Billy Williams’ın filmde sık sık karşımıza çıkacak doğru tercihlerinden biri ve sahneye atmosferi açısından gerçekten çok şey katıyor. Bu bağlamda özellikle göl kenarındaki piknik sahnesinin tümünü ve sonlarda karın üzerinde adeta yıldızların parladığı sahneyi de hatırlamak gerekiyor.

Karakterlerin ait olduğu sınıflar veya Gerald karakterinin maden sahibi olarak babasının aksine işçi sınıfı ile sert olan ilişkileri hikâyede çok fazla öne çıkamamış görünüyor filmde ve bunu romana göre bir olumsuz durum olarak kabul etmek mümkün ama özellikle erkek karakterler aracılığı ile karşımıza gelen “üst sınıfın sıkılması” bir yana bırakılırsa, anlatılan hikâye sınıfsal ilişkileri çok da dert eden bir içerikte değil zaten. Temel olarak iki ayrı ilişki üzerinden, fiziksel boyutu da olan kadın erkek ilişkileri ile, -güreş sahnesini düşününce tam aksini de söylemek mümkün elbette ama- fiziksel boyutu olmayan erkekler arası ilişkiye uzanan söylemleri var filmin. İlginç bir şekilde en parlak diyaloglar iki erkek arasındaki sahnelerde yer alıyor ve diğer sahnelerde bir parça eskimiş görünen söylemler, bu sahnelerde hâlâ yeni duruyor kesinlikle. İlişkilerden biri olumlu, daha doğrusu geleneksel toplum beklentilerine uyumlu olarak olumlu sonuçlanırken, diğerinin olumsuz bir finalinin olması ve bunlardan birincisinde kadının daha geleneksel, ikincisinde ise daha özgür olması Lawrence’ın romanının ve filmin bu durumu doğrulamasından çok, bir tespit gibi görünüyor hikâyede. İşte bu ilişkiler aracılığı ile film erkek ve kadın, aslında birbirine karşı bir tutku duyan herhangi bir cinsten iki birey arasındaki çatışma, bağlılık, eşitlik vb. konular üzerinde düşünmeye davet ediyor seyircisini.

Göl kenarındaki piknik sahnesinin tümü ve bu sahnedeki dinamik kamera kullanımı veya “romantik” bir sahnede karakterleri doksan derece döndürerek göstermesi gibi kimi Ken Russell dokunuşları filme epey bir çekicilik katmış kesinlikle. Filmin çekiciliğinde aslan paylarından biri ise oyuncuların, ve özellikle performansı ile Oscar da kazanan Glenda Jackson’ın. Sanatçı 1970’li yıllarda dört kez aday olduğu ve iki kez de kazandığı Oscar ödülünü bu film ile hak etmiş kesinlikle. Özellikle de rolün alışılmış Hollywood karakterlerinden ne derece farklı olduğunu ve Russell’ın her ne kadar dizginlenmiş görünse de yönetmenliğinin oyuncuları da sıra dışı olmaya yönelttiğini düşününce bu ödül daha da değerli oluyor kuşkusuz. Jackson sevmemesi sevmesinden daha kolay olan bir karakteri sempatik kılmayı başarıyor performansı ile. Diğer üç oyuncu da kesinlikle sıkı bir oyunculuk gösterisi ile Jackson’a eşlik ediyorlar ve filme gerçek bir keyif katıyorlar.

Kadın karakterlerin erkeklerden daha güçlü veya daha doğru bir deyişle daha dışa dönük olduğu, erkeklerin (özellikle birinin) evliliğin yanında iki erkek arasındaki birliktelikten de uzak durmamalı (“evlilik ile aynı şey değil ama aynı derecede güçlü ve kutsal”) diye düşündüğü ve 1920 yılında yaşanan bu hikâye Lawrence’ın romanında zamanın ilerisinden getirdiği havayı taşımıyor elbette; filmin çekildiği yıl gerçek olmayan bu durum bugün hiç geçerli değil. Kimi yakın planları, Georges Delerue’nun müziği ve ilişkilerin çözülemeyecek olan gizemlerini hatırlatması ile de önemli olan film sadece güreş sahnesi ile hatırlanmayı hak etmeyen bir klasik. Evet, belki kaynak romanı kadar derin değil ama yine de zaman zaman kışkırtıcı olabiliyor bunca yıldan sonra.

(“Aşık Kadınlar”)

Crimes of Passion – Ken Russell (1984)

crimesofpassion

“Bu kadar çok çalışan birine asla güvenmem”

 

Ken Russell’dan yine parodinin sınırlarında gezinen ve sık sık da bu sınırı geçen bir film. Gündüzleri çalışkan bir tasarımcı, geceleri China Blue adıyla fahişelik yapan bir kadın, 80’lere taşıdığı “Sapık” rolünü devam ettiren Anthony Perkins’in canlandırdığı bir sapık/peder ve evliliğinde hayal kırıklığına uğramış bir genç adam. Bu üç karakter hangi hikâyeyi hatırlatıyorsa, tam da onu içeren bir senaryoda karşımızda.

 

Müşterileri kimi isterse o role bürünen tasarımcı/fahişeyi canlandıran Kathleen Turner bir Ken Russel filminde beklenecek bir isim değil. Yönetmenin sık sık ve hemen tüm filmlerinde çığrından çıkan anlatımında ayakta kalan tek isim filmde. Julia Fordham’ın filmle aynı isimli bir şarkısındaki gibi aslında çok kırılgan olan bir karakteri hem filmdeki tüm abartılara uyan bir şekilde hem de kendini koruyarak oynamış. Anthony Perkins ise şaşırtmıyor ve oynadığı rolün içini dolduruyor, oldukça tanıdık mimiklerle olsa da. Genç adamı canlandıran John Laughlin ise oyunculukta epey geride kalıyor ve belki de Ken Russel’ın bilinçli seçimi ile parodinin bir parçası oluyor, daha doğrusu parodiye katkıda bulunuyor bir anlamda.

 

Din, aile ve aşka saldıran, yönetmenin tipik tercihlerini (zaman zaman kullanılan zumlar, basit ve aslında bir önemi olmayan hikâye vb.) yansıtan, bir noktadan (ve bu filmde de olduğu gibi erken bir noktadan) sonra yoran bir film. Filmdeki bir sahnede yer alan televizyondaki absürd reklamı seyredince, aslında Ken Russel tam da ve her zaman bunu çekmeyi istiyor ama kendini tutuyor dedirtiyor. Filmde “konusuna da uygun” pek çok resim/tablo var ve filmin en yumuşak sahnesinde ortaya çıkan Gustav Klimt’in çok bilinen “Öpücük” tablosu örneğinde olduğu gibi sık sık görüntüye geliyorlar.

 

Sadece Ken Russell hayranlarına ve “Women in Love“ ve “The Music Lovers” hatırına.

(“Tutku Suçları”)