Geumul – Kim Ki-duk (2016)

“Yoldaş, merakımdan soruyorum: Teknen Güney’e doğru sürükleniyor olsaydı ne yapardın? Tekneyi bırakıp denize atlar mıydın yoksa Güney’e mi kaçardın?”

Teknesi bozulunca Güney Kore’nin karasularına giren ve orada kıyıya çıkmak zorunda kalan Kuzey Koreli bir balıkçının Güney’de casus, Kuzey’de ise hain olmasından şüphelenilmesinin hikâyesi.

Güney Kore sinemasının en önemli isimlerinden Kim Ki-duk’un yazdığı ve yönettiği bir film. Tek derdi karısı ve tek çocuğundan oluşan ailesini geçindirebilmek olan Kuzey Koreli bir balıkçının bir talihsizlik sonucu yaşamak zorunda kaldığı korkunç olayları, eleştirisinin aracı kılmış yönetmen ve hem halkının birbirine çok benzeyen iki ayrı yarıya yapay bir şekilde ayrılmasını hem de iki taraftaki rejimi suçlamış bu filminde. 2002 tarihli “Hae Anseon” adlı filminde de iki ülkeyi ayıran sınırda görev yapan askerler üzerine bir hikâye anlatan Kim Ki-duk bu kez sertlik dozu çok aşırıya kaçmamış görünen ama yine de sertlikten uzak durmayan bir hikâye anlatıyor ve bugünlerde “yakınlaşan” iki ülke için bir barış çağrısı yapıyor bir bakıma. Balıkçıyı oynayan Ryoo Seung-bum’un çarpıcı bir gücü olan performansla canlandırdığı karakteri hikâyenin en büyük kozu olurken, filmi yönetmenin en parlak eserleri arasında değerlendirmek görmek zor bir parça. Oldukça hümanist ve baş karakterine ısındığınız ölçüde çekiciliği artan bir film bu yine de; Kim Ki-duk’un burada mesajlarının bir parça öne çıkmasını ise anlattığı hikâyenin kendisi ve halkı için kişisel olmasına bağlamak mümkün sanırım.

Yoksul bir balıkçı ailesini göstererek başlıyor film hikâyesine. Teknesinin bozulması sonucu Güney Kore’de kıyıya yanaşmak zorunda kalan adamın orada ve daha sonra Kuzey’de yaşadıkları ve özellikle iki taraftaki güvenlik güçlerince yargılanmasını iki ülkenin ve yönetimlerinin benzerliğini göstermek için kullanmış yönetmen. Balıkçımız sıradan bir adam olsa da askerliğini özel birimlerde yapmış ve bu da onu daha da şüpheli biri konumuna düşürüyor Güney’in gözünde. Güney onun ülkesine iltica etmesini beklerken ve neden buna yanaşmadığını anlamazken, Kuzey ailesini bir koz olarak da kullanıp hain olmadığının kanıtı olarak geri dönmesini bekliyor. İki tarafın propaganda mücadelesinin ortasında kalan adamın tek istediği ise karısı ve çocuğuna kavuşmak ve sıradan yaşamını sürdürebilmek. Kim Ki-duk iki tarafın benzerliğini özellikle sorgulama sahnelerinden ve bu sorgulamalarda kullanılan yöntemlerden yararlanarak anlatıyor. Adamı yormak ve çökmesine neden olmak için defalarca yazdırıyorlar ifadesini örneğin ve her iki tarafta da adamı konuşturmak için şiddete başvurmaktan çekinmiyorlar. Kim Ki-duk’un bu şiddet sahnelerinde kendi ölçüleri içinde mütevazı kalsa da yine de rahatsız edici olmaktan çekinmediği film, iki tarafı da eşit ölçüde eleştirisinin konusu yapmaya dikkat etmiş çoğunlukla.

Bir parça kara mizah olarak görülebilecek bir içeriği de var filmin: Adamın ileride başına dert açmaması için Güney’in tüm görüntülerine gözlerini kapaması veya yine onun televizyonda Kuzey Kore’nin lideri görününce ayağa fırlaması gibi görüntüler üzerinden bir mizah üretiyor film ve kimi sert sahneleri de dengeliyor bir bakıma böylece. “Kendi dilini koparma” sahnesi (daha doğrusu sahneleri) ise seyirciyi bir ikilemde bırakıyor gibi. Belki de amaçlanmadığı halde bir mizah havası da var bu görüntülerin (daha doğrusu insanların inançları ve korkuları nedeni ile yapabileceklerini gösteren bir kara mizah) ama öte yandan yönetmen bu sert sahneleri üstelik de oldukça kanlı bir biçimde getiriyor karşımıza.

Güney Koreli genç ve iyi yürekli polisin bir casusun balıkçıdan tuhaf ricasına tanık olduğu halde bundan hiç kuşkulanmaması veya bu casusun güvenecek kadar tanımadığı bir adamdan başka bir casusun hayatını tehlikeye sokacak bir ricada bulunması gibi gerçekliği zorlayan anları belki yine yukarıda belirtilen mizahın bir parçası olarak görmek mümkün ama yine de hikâye açısından pek doğru olmamış bu açıkçası. Güney Koreli kötü polisin biraz kaba çizgilerle çizilmesi de -bu karakteri oynayan Kim Young-Mim’in zor bir rolü başarı ile oynamasına rağmen- yönetmen ve filmin düzeyi açısından doğru bir seçim olmamış. Mesajını iletebilmek için klişelere başvurmuş Kim Ki-duk ve “Barış senin gibilerle gelmez” benzeri diyaloglarda olduğu gibi derdini anlatmak için zaman zaman yüzeysel tercihlerde bulunmuş.

Finalde “iki oyuncak ayı” ile birlikte mutlu bir görüntüsüne tanık olduğumuz balıkçının çocuğu barış için bir umut olarak dikkat çekerken, filmin hiçbir anında milliyetçilik tuzağına düşmeden iki rejimi de “dogmatik” karakteristikleri ve ön yargıları nedeni ile eleştirmesi de övgüyü hak ediyor. Kim Ki-duk’tan bekleyeceğiniz kadar provokatif olmayan film yine ondan bekleyeceğiniz kadar güçlü olmasa da ilgiyi hak eden ve tıpkı teknesinin motorunun ağa dolanması gibi kendisini iki ülkenin rejimleri arasında “ağa bulanmış” olarak bulan karakteri canlandıran Ryoo Seung-Bum’un müthiş performansı ile dikkat çeken bir çalışma.

(“The Net” – “Ağ”)

Bi-mong – Ki-duk Kim (2008)

“Ne yapmamı istiyorsun. Bir gecede bütün anılarımı sileyim mi?”

Bir adamın rüyaları ile bir kadının uyurgezer halde yaptıklarının örtüşmesinin hikâyesi.

Filmdeki diyaloglara göre birinin rüyadaki mutluluğu diğerinin kederi olan ve yin/yang gibi birbirlerini bütünleyen iki zıt karakterin eski sevgililerinin hayalinden kurtulma mücadelesi olarak özetlenebilecek bu film, Ki-Duk Kim’in diğer filmlerine benzer temalarda gezinen ama onlar kadar etkileyici olamayan, senaryosunun bir parça dağınık yapısı ile de sanki elindeki hikâye ile yönetmenin nereye gideceğini tam belirleyemediği bir çalışma olmuş. Eski aşkların hayalleri bu kadar korkunç mudur bilinmez ama filmdeki iki karakter bu hayallerin pençesinde kaybolup gidiyorlar.

Mistik, doğaüstü ve gizemli yanları ağır basan bir filmde elbette normal bir dünyanın normal kuralları beklenmemeli ama en azından filmin kendi içinde bir tutarlılığa ve inandırıcılığa sahip olması gerekiyor. Burada sorun yönetmenin sanki bir noktadan sonra ipin ucunu kaçırması ve bunun sonucunda da bizi karakterlerin hikâyesine ortak etmeyi yeterince başaramayarak filme yaklaşmamızı zorlaştırması. Seyri zor birkaç sahnenin varlığı da seyircinin işini pek kolaylaştırmıyor.

İkinci yarısında ilginç bir şekilde hikâye iyice yoldan çıksa da bu yarı filmin sinemasal anlamdaki en başarılı sahnelerini barındırıyor bir yandan da. Örneğin dörtlü yüzleşme/karşılaşma/didişme/kavga sahnesi gerçekten çok parlak bir sinema anlayışına sahip. Görselliği, planları ve diyalogları ile yönetmen bu sahnede etkileyici bir iş çıkarmış. Filmin bütününe yayılan semboller belki ancak Koreliler için gerçek anlamına sahip olsalar da, diğerleri için sadece görsellikleri ve gizemleri ile de dikkat çekmeyi başarıyorlar. Hem maddi hem manevi anlamda kaderlerin örtüşmesini ifade eden “kelepçeli” sahneler örneğin, çok başarılı bir buluşun ürünü ve filmin meramını seyredene geçirmeyi başarıyorlar.

Gizem-acı-umut-trajedi ile özetlenebilecek bir akışı olan film bu farklı katmanları birbirine yeterince iyi bağlayamasa da kaçırdığımız sevgilere takılıp kalmanın yaratabileceği trajedileri karşımıza getirmesi ile ve içinde bir parça boğulma riskiniz olsa da sembolleri kullanımı ile ilgiyi hak eden bir sinema örneği.

(“Dream” – “Rüya”)