Zycie Jako Smiertelna Choroba Przenoszona Droga Plciowa – Krzysztof Zanussi (2000)

“Herkes, öldükten sonra çürüdüğümüzü düşünür. Bazen yaşarken de çürürüz… doğumdan itibaren aslında”

Ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve kısa bir ömrü kaldığını öğrenen bir doktorun ölümün ve yaşamın anlamını sorgulamasının hikâyesi.

Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya ve Fransa ortak yapımı. Gösterime girdiği yıl hem Polonya Film Akademisi hem eleştirmenler tarafından en iyi Polonya filmi seçilen yapıt spiritüel içeriği, sorgulayıcı ve sorgulatan yanı ve başroldeki Zbigniew Zapasiewicz’in sağlam performansı ile dikkat çekiyor öncelikle. Dinsel inançlarla pek ilgisi olmayan bir adamın ölümle yüzleşmeye doğru ilerlerken sorgulamasını dinsel boyutlara taşıması, günümüzde Polonya’da hâkim olan muhafazakârlığın bir işareti olurken; kendi ülkesindeki dahil, popülist sağ hükümetleri eleştiren ama muhafazakârlığını sıklıkla vurgulayan ve AB’nin sekülerliği öne çıkarmasının büyük bir yanlış olduğunu belirten Zanussi’nin dünya görüşlerinin net izlerini taşıyor film. Sakin ve sade bir sinema dili ile anlatılan hikâye yönetmenin olgun nitelemesini tam anlamı ile hak eden çalışmasından güç alırken; sadece muhafazakârların değil, sekülerlerin de ilgisini çekecek içeriği ile ayrıca önem taşıyor.

Karakterlerin kıyafetinden Orta Çağ’da geçtiğini anladığımız bir sahne ile açılıyor film; bir keşiş ve bir at hırsızının hikâyesi seyrettiğimiz. Köylülerin yakalayıp asmak üzere olduğu ve ellerinden kurtulmak için çırpınan adamı, “Onu manastıra götüreceğim ve hazır olduğunda onu size teslim edeceğim” diyerek kurtarıyor peder ve bir süre sonra gerçekten de geri getiriyor onu köylülere. Hırsız öncekinin aksine, bu kez hiç direnmeden yaklaşıyor asılarak idam edileceği yere… ve tam o sırada bir “Stop” sesi duyuluyor. Bir film çekimidir seyrettiğimiz hikâye ve 1090 ile 1153 tarihleri arasında Fransa’da yaşayan Aziz Bernard’ın bir eserinden alınmıştır. Sette doktor olarak görevli olan Tomasz (Zbigniew Zapasiewicz), çekimlerde dinsel sahnelerde danışman olarak görev yapan rahiple bu sahneyi konuşmaya başlar. Aziz’in günlüklerinde hırsızın asılıp asılmadığı belirtilmemektedir ve senaryoda bu konuda ne yazdığını ikisi de bilmemektedir. Doktorun asıl merak ettiği ise, keşişin hırsızı ne söyleyerek köylülere geri gelmeye ve idamı kabullenmeye ikna ettiğidir; bir insanı, imkânı varken kaçmayıp ölümüne kendi ayakları ile gitmeye ikna eden sözler çok derin ve güçlü olmalıdır çünkü. Doktor için bu sözlerin kişisel önemi ise hastalığının onu ölümün eşiğine getirmesi ve bir tedavi umudunun da olmamasıdır.

Zbigniew Zapasiewicz’in yönetmenin sinema diline çok yakışan bir sadelikle oynadığı ve olgun bir performansın ne olduğunu hiçbir tereddüde yer bırakmayacak bir boyutta kanıtladığı film paranın insan yaşamındaki yerine bir eleştiri de içeriyor. Doktorun Fransa’daki bir deneysel tedavinin ücreti için eski eşinden para istemek zorunda kalması ve bununla ilgili yaşadığı stres ve rahatsızlık öyküde beklenenin üzerinde yer tutuyor. “Komünizm zamanında belki mümkündü ama şimdi her şey dolarla” cümlesini de duyuyoruz Tomasz’dan (bu ifade bir politik tercihten çok, bir nostaljiyi çağrıştırıyor daha çok) ve yine onun, ölümün kıyısına gelmiş bir insan olarak tek ve son umudunun paranın varlığına dayalı olması ve eski eşinin yeni kocasının “para odaklı” karakterinin alay konusu yapılması da dikkat çekiyor. Burada bir ekonomik / politik eleştiriden çok, maddî değerlerle manevî değerlerin karşılaştırılmasının öne çıkarıldığını belirtmek gerekiyor. Filmin hikâyesi, finalinin de vurguladığı gibi, -var olduğuna inandığı- ruhu beden ile karşılaştıran ve ilkinden yana olan tavrını net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu duruşunu görsel ve işitsel olarak da sık sık gösteriyor Zanussi. Tomasz’ın Fransa’da gittiği kiliseye giren kuş ve o sıradaki ses/müzik efekti gibi tercihler birkaç sahnede ve o efekt tümünü birbirine bağlayacak şekilde kullanılıyor örneğin. Tomasz’ın hastane odasındaki bir gecesinde varlığını hissettiği “ziyaretçi”nin gerçek olup olmadığının belirsizliği ama onun dilinden ifade edersek, önemli olanın duyduğu his olması gibi farklı unsurlar da destekliyor bu durumu. Zanussi’nin, dinsel inancının ve muhafazakârlığının propagandasını yapması gibi bir durum ise kesinlikle söz konusu değil; finalde kameranın hastane odasının penceresinden yandaki kilisenin kubbesini ve tepesindeki haçı göstermesi veya bir kadavranın kendisine bıçak ile dokunmaya cesaret edemeyen tıp öğrencisini -bir parça fazla doğrudan bir ifade olan- “Sadece et bu” sözleri ile teşvik etmesi gibi öğerler ruhanî olanı hep öne çıkarıyor olsa da, yönetmen zarif ve olgun sineması ile bir düşüncenin propagandasını yapmaktan çok, o düşünceye sahip olan bir insanın hikâyesini anlattığı görünümünü koruyor çoğunlukla. Blaise Pascal’ın sözlerine gönderme yapılarak söylenen, “Tanrı varmış gibi yaşa diyor Pascal; yoksa bile, bir şey kaybetmiş olmazsın” cümlesinin hikâyenin duruşunu özetlediğini söylemek mümkün.

Sinema için yaptığı çalışmalarla da haklı bir üne kavuşan Leh besteci Wojciech Kilar’ın güçlü senfonik notalarının hikâyeye çok yakıştığı ve ruhanî atmosferin yaratılmasına katkı sağladığı filmin adını, yaşadığı bölgede bir duvarda gördüğü bir grafitiden almış Zanussi. Çok güçlü ve üstelik bilimsel açıdan da doğru olan bu ifadenin verdiği ilhamla olsa gerek, hikâyeye genç bir çifti de katmış yönetmen. Ölmekte olan bir adamın hikâyesine, birlikte yeni bir yaşama ilerleyen (ve genç adamın katolik inancını düşünürsek, yeni yaşamlar yaratacak olan) bir çifti ekleyerek, bir bakıma yaşam denen hastalık kutsanıyor. Bu çiftin, Tomasz’ın yatağında gerçekleşen cinsel birlikteliği de “yaşamın ölümsüzlüğü”ne gönderme olarak görülebilir. Zanussi’nin kariyerinin en önemli eserlerinden biri olan filmin açılışında izlediğimiz “kadere boyun eğme” ile de tutarlı bir seçim bu; sonuçta bir yaşam -fiziksel olarak- biterken, yeni bir yaşam başlıyor ve Tanrı’nın/doğanın bu döngüsüne boyun eğmekten başka bir seçeneği yok insanın. René Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım”ına yakın duran bir adamın, Aziz Bernard’ın “Aklımla kavrayamadığıma inancımla tutunuyorum”undaki “boyun eğme”ye ilerlemesinin bu hikâyesi, ilgiyi hak eden bir yapıt kesinlikle.

(“Life as a Fatal Sexually Transmitted Disease” – “Hayat Seks Yoluyla Bulaşan Ölümcül Bir Hastalıktır”)

Constans – Krzysztof Zanussi (1980)

“Beni satın aldıklarını düşünüyorsun, değil mi? Aptalsın sen. Bir yere gelmek istiyorsan, uzlaşmak zorundasın. Dünyayı olduğu gibi kabul etmelisin. Buna olgunlaşmak denir”

En büyük hayali, babası gibi Himalyalar’a tırmanmak olan genç bir adamın iş arkadaşlarının yaptığı yolsuzluklar karşısındaki duruşu nedeni ile yaşadıklarının hikâyesi.

Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya yapımı. Ülkedeki rejimin yıkılmasına giden yolu açan işçi eylemlerinin ve grevlerin sürdüğü yıllarda çekilen ve genç bir karakter üzerinden Polonya’daki hayaller ile gerçeklerin zıtlığını anlattığını söyleyebileceğimiz film Cannes’da Jüri Ödülü’nü kazanmıştı. Bir denklemdeki değişmez değeri ifade eden “sabit sayı”yı filmine isim olarak seçen Zanussi bununla ülkesindeki problemlerin sabitliğini ve kaderin (veya iradenin) değerlerini belirleyebileceği değişkenlere rağmen denklemin sonucunun her zaman bu sabit değere bağlı olacağını anlatıyor. Zanussi’nin vazgeçilmez oyuncusu olan başroldeki Tadeusz Bradecki’nin doğal performansı ile karakterinin mücadelesini seyre değer kıldığı film yaşadığı dünyanın tüm kötülüklerine rağmen iyi olmayı seçen ve başka bir yaşam şeklini hayal bile edemeyen bir genç adamın hikâyesini ilgiyi hak eden bir şekilde anlatıyor.

Askerlik eğitimi için muayene olan bir adamı göstererek başlıyor film. Genç bir adamdır Witold ve mesleği elektrikçiliktir; ünlü bir dağcı olan ve hayatını Himalayalar’a tırmanırken kaybeden babasının peşinden gitmek ve o tırmanışı gerçekleştirmek en büyük hayalidir. Baba ile aynı idealin peşine düşmek ama denklemdeki “sabit sayı” nedeni ile bu mücadelede yenik düşmeyi anlatan Zanussi’nin filmi karamsar hikâyeler arasına katılabilecek bir çalışma ve Witold ile onu canlandıran Bradecki’nin tüm sevimliliğine rağmen seyirci üzerinde hüzün yaratan bir sinema yapıtı. Askerlik dönüşünde bir fuar şirketine giren genç adamın hüzünlü hikâyesi ve onun rejimin dayattığı yaşam koşulları ile mücadele etmek için yasadışı küçük suçlar işleyen arkadaşları üzerinden aslında bir sistem eleştirisi yapıyor Zanussi bu filmi ile. Ülkeye yasadışı döviz sokmak, fuar malzemelerini gidilen yabancı ülkelerde satmak veya harcırahları cebe atmak gibi suçlardır bunlar ve işteki herkesin oldukça doğal bir şekilde gerçekleştirdiği eylemlerdir. Arkadaşının Witold’a dediği gibi, değerler bir kenara bırakılıp yozlaşmış düzenle uyuşmak gereklidir ve buna uymamak aptallıktan başka bir şey değildir.

Zanussi asıl olarak “sabit sayı”ya odaklansa da denklemin diğer ögelerine de sık sık göndermede bulunuyor ve kader (ya da şans) veya iradeyi hikâyenin farklı yerlerinde karşımıza çıkıyor. Annesi ile telefonda konuşurken cebinden düşen zar veya annesine babasının ve büyükbabasının ölümü ile ilgili sorduğu soru (“Onun ölümü hakkında ne düşünüyorsun? Bir taşa basıp kaydı ve bu yüzden mi öldü? Demek istediğim, eğer o taş… Sence kader miydi? Ya büyükbabam? O da mı kaderdi? O sırada başka bir sokakta veya Varşova dışında olabilirdi. Kader miydi yaşadığı?”) gibi örnekler verilebilir bu konu ile ilgili olarak. Final sahnesi de kaderin (tesadüflerin?) hayatımızdaki yeri ile ilgili çarpıcı bir örnek oluşturuyor kuşkusuz. Witold’un iş için gittiği Hindistan’ın Mumbai şehrinde karşılaştığı Batılı hippilerle olan konuşması da aynı kapsamda değerlendirilebilir. Genç adam onları Hintli rolü yapmakla eleştirirken, “Siz bu yaşamı seçebiliyorsunuz ama Hintlilerin seçim şansı yok” diyor etrafındaki yoksulluğu göstererek. Batılı adamın “Herkes seçebilir” cevabını ise gülümseyerek ret ediyor ve bu cevabı şımarıkça buluyor. Özgür iradenin gerçekçiliğini sorgulayan bu konuşmayı ve diğerlerini Zanussi’nin, ülkesinde yaşayanların bu özgürlüğe sahipliğine gönderme olarak kullandığı açık şüphesiz.

Hindistan’daki bir başka olay üzerinde de durmak gerekiyor: Witold şehirdeki gezisinde ölü bir kadının cesedinin yakılmasını izliyor ve gördükleri kendisini kötü hissetmesine ve midesinin bulanmasına neden oluyor. Kendi annesi ise hastadır ve onun hastane maceraları sağlık sistemindeki sorunlara (hemen tüm doktor ve hemşirelerin rüşvet alması ve rüşvet vermeden ya da güçlü birini tanımadan hastanede bir yatak bulmanın mümkün olmaması) tanık olmasını sağlarken, hikâyenin ölümle ilgili bir meselesi olduğunu da söylüyor bize. Çocuk yaşta kaybedilen baba ve onun Slawomir Idziak’ın başarılı görüntü yönetmenliği çalışması ile karşımıza gelen dağdaki cesedi, yakılan Hint kadın ve elbette annenin ölümü. Bu ölümler üzerinden doğrudan bir şey söylemiyor film ama Zanussi hayatın bu kaçınılmaz gerçeğini, bu sonun kaçınılmazlığını (Annenin hastaneden eve gelmeyi istemesinin ima ettiği “kabullenme”yi hatırlayabiliriz) hatırlatmak için kullanıyor gibi görünüyor.

Witold tam anlamı ile iyi bir insan ve hikâye boyunca bunun örnekleri ile karşılaşıyoruz sık sık. Etrafını saran tüm yozlaşmalardan uzak durması ve aldığı tüm tepkilere ve yalnız bırakılmasına rağmen bu tutumundan asla vazgeçmemesinin yanında annesi ile ilgilenebilmek için belki de Himalayalar’a gidecek bir yolu açacak iş gezisini ret etmesi de bunun bir örneği. Genç adamın iyiliği onun doğasının bir parçası ve iyi olmamayı hayal bile edemeyecek kadar da naif bir karakteri var. İş için gittiği Almanya’da yüksek bir yerden yere bıraktığı bozukluklara insanların verdiği tepki ile eğlenirken veya üniversitede girdiği matematik dersinde hocası ile bir problemin çözüm yolu üzerinde tartışırken onun karakterinin bu saflığına tanık oluyoruz. Matematik zekâsı gelişmiş olan Witold’un önerdiği alternatif çözümü “basit” buluyor hocası ve karmaşık durumlarda yetersiz kalacağını söylüyor. Yaşadığı dünyanın kompleks kötülükleri karşısında onun çözümü hep “basit” kalmaya mahkûmdur sanki.

Wojciech Kilar imzalı ve piyano ağırlıklı müziğin çok yakıştığı hikâyeyi yalın bir sinema ile anlatıyor Zanussi. Araya giren Himalaya görüntülerinin sağladığı bir parça gizemli hava dışında gerçekçi bir dil kullanıyor yönetmen ve hikâye ile kahramanını canlandıran Tadeusz Bradecki’nin öne çıkmalarıına izin veriyor. İngiliz yazar Peter Ackroyd filmle ilgili 1981 tarihli eleştirisinde “Eğer Wajda Polonya sinemasının Victor Hugo’su ise, Zanussi de Stendhal’idir” şeklinde bir cümle kurmuş. Bu iki büyük Fransız yazarı tanıyanlar için gerçekten de çok yerinde bir benzetme bu. Açık, yalın bir dil ve insan ruhunun karmaşlıklıklarını belli bir mesafeden bakan mesafeli bir sinema ile sergiliyor burada Zanussi. Bradecki’nin performası da Zanussi’nin yönetmenlik çalışmasına çok uyumlu ve yalınlığı, doğallığı ve sevimliliği ile oldukça başarılı. Onun başarısı Zanussi’nin bu dürüst bakışlı, gerçekçi ve karamsar havalı filmine önemli bir katkı sağlıyor ve yapıtı ilgiye değer kılan önemli unsurlardan biri oluyor.

(“The Constant Factor” – “Sabit Sayı”)

Spirala – Krzysztof Zanussi (1978)

“İki kez ölümün eşiğinden hayata döndürüldüm. Bir uçak kazasından sağ kurtuldum. Savaşta hayatta kaldım. Sevdiklerim öldüler ve benden kesinlikle daha iyi insanlardı onlar. Daha iyiydiler ama yaşamaya devam eden ben oldum. Neden? Bunun cevabını asla öğrenemeyeceğiz”

Kış vakti bir dağ oteline gelen ve oradaki herkese kaba davranan bir adamın ortadan kayboluşundaki gizemin hikâyesi.

Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir Polonya yapımı. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan ve Ekümenik Jüri’nin ödülünü kazanan film Jan Nowicki’nin karakterini fiziksel ve ruhsal olarak içine sindirmiş göründüğü çarpıcı performansı ile de değerlenen, Zanussi’nin baş karakteri üzerinden ölüm ve onunla yüzleş(eme)me temasını ele alan ilginç bir çalışma. Baş karakterinin öfke ve korku sarmalında takılıp kalan ruh halini ve bunun neden olduğu sertliğini etkileyici bir biçimde ele alan film temasını çok iyi işleyen, bu temanın karşısında tarafsız bir dil tutmayı başaran ve çarpıcı finali ile görülmeyi hak eden bir sinema eseri.

Amerikalı entelektüel Susan Sontag’ın 1989 yılında yazdığı “AIDS ve Mecazları” makalesinde bu film için kullandığı ifade (“Ölümle yüzleşme isteksizliğinin neden olduğu öfkenin bildiğim en iyi anlatımı”) filmin ele aldığı meseleyi çok iyi özetliyor kesinlikle. Hikâyesinin tümüne korku ve öfkenin egemen olduğu bu film bunun doğal uzantısı olarak hayatın (ve ölümün) anlamı üzerine de düşündürüyor seyirciyi ve bunu yaparken Jan Nowicki’nin çarpıcı performansının da katkısı ile bizi de ortak ediyor yolculuğuna. Kar tatili için gidilen bir dağ oteline tek başına gelen bir adamın görüntüsü ile açılıyor film; adam arabasını kilitliyor, kapının kilitli olduğunu kontrol ediyor ve sonra da arabasının anahtarını nehire fırlatıyor. Wojciech Kilar’ın gizemli ve hüzünlü bir atmosferi olan ve hikâye boyunca pek öne geçirilmeyen müziğinin eşlik ettiği bu ilk sahne kahramanımızın bir sıkıntısı olduğunu çok açık bir şekilde söylüyor bize. Adamın ertesi gün kaybolana kadar oteldeki hemen tüm karakterlere bir şekilde sataştığına, onlarla tartıştığına ve hatta hakaret ettiğine tanık oluyoruz daha sonra. Tüm bu bölümlerde ancak çok büyük bir acısı olan bir insanın gidebileceği uçlara kadar katılaşmış bir insanın tavırlarına tanık oluyoruz: Herkese düşüncelerinin ve hayallerinin anlamsızlığını söyleyip duruyor, politik doğrucu olmayı hiç umursamıyor ve adeta inançları sarsma misyonunu edinmiş görünüyor kendisine. Ertesi gün kötü hava koşullarına rağmen karla kaplı dağa giden ve kaybolan adamın bu öfkesinin nedeni umutsuzluğun ve korkunun beslediği öfkedir.

Herkesi kızdıran, alay eden ve onlara umursamazlıkla yaklaşan adamın bu tavırlarına tek bir sahne dışında genellikle hoşgörü ile yaklaşılması bir gerçekçilik sorunu gibi görünse de bu durum onun davranışlarını daha da ayrıksı kılması nedeni ile tercih edilmiş olsa gerek Zanussi tarafından. Kendi sorgulamasının ve sorguladıkça daha da artan çıkışsızlığının intikamını sanki diğerlerinden çıkarmak istiyor gibi kahramanımız ve Zanussi onu ille de “iyi” bir karakter olarak çizmeyerek, adamla özdeşleşmemizi engeliyor ve ona belli bir mesafeden ve tarafsız bakmamızı sağlıyor. Sık sık yakın planlarla yüzü görüntüye gelen ve her göründüğü anda duygu yüklü bir yüz ifadesine sahip bir karakteri canlandıran Jan Nowicki’nin başarılı oyunculuğunun elle tutulur hale getirdiği duygularını çok iyi anlamamızı ve hatta ürkmemizi sağlıyor film ve bu adamın hikâyedeki diğer karakterlere yaptığı gibi bizim de kabullendiğimiz gerçekleri ya da hayal ettiklerimizi sorgulamamızı sağlıyor.

Ölümün somut halini birkaç sahnede hem kahramanına hem bize gösteren film, iki doktorun bir cesetten çıkarılmış karaciğeri ellerinde tutmaları sahnesinde olduğu gibi “inasanın güzelliği” ile “ölümün çirkinliği”ni yan yana getiriyor. Zanussi el kamerası kullanarak hikâyesine bir dinamiz de katıyor ama asıl olarak kendisini öfkesinin ve korkusunun kontrolüne bırakmış olan baş karakterinin hareketli ruh halinin iyi bir sembolünü yaratıyor böylece. Onun aralıksız düşünen, tepki gösteren ve sorgulayan/sorgulatan beyni ve bedeninin görsel karşılığını üretmeyi başarıyor Zanussi bu tercihi ile. Yönetmenin mekanları da başarılı bir şekilde kullandığını görüyoruz hikâye boyunca. Temel olarak üç farklı mekanda geçiyor film: Dağ oteli, dağ ve hastane. Görüntü yönetmeni Edward Klosinski’nin özellikle dağ bölümünde yakaladığı “soğuk güzellikler”le kendisini gösteren görüntü çalışmasını “derin bir sessizlik”le destekliyor Kieslowski ve tüm filme egemen olan hüzün ve gerilimi hep canlı kılıyor. Ölüm gerçeği ile yüzleşebilmenin aracı olarak “kaderini kendin belirle”yolunu seçenin bir adamın bu hikâyesi görülmeyi hak eden, bir meselesi olan ve seyircisini de bu meselesine ortak eden ilginç bir film.

(“The Spiral”)

Rok Spokojnego Slonca – Krzysztof Zanussi (1984)

“Mutluluk elemin içindeyken de bulunabilir”

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, savaşın yakıp yıktığı Polonya’da Amerikalı bir asker ile Polonyalı bir kadının aşk hikâyesi.

Leh yönetmen Krzysztof Zanussi’nin yazdığı ve yönettiği bir film. Romantizmin ve bir aşkın doğması ve büyümesi için en elverişsiz koşullarda bir erkek ile bir kadının sevgisini ince bir dil ile anlatan, bunu yaparken de ucuz romantizmden özenle uzak duran bir çalışma bu. 1984 yılında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü kazanan film bir aşk hikâyesinin görsel ve içerik olarak çağrıştıracağı hemen her unsurdan sakınırken, konuşabildikleri diller nedeni ile önemli bir iletişim problemi de olan çiftin hikâyesini insan onurunun acı ve ölüme karşı durabileceğinin de kanıtı olarak kullanıyor. Sakin, güçlü ve dürüst bir film bu.

Wojciech Kilar’ın senfonik müziğinin duygu dolu bir dram duygusu kattığı hikâyede Zanussi bir aşk hikâyesinde pek rastlamayacağımız türden bir ortam içinde gösteriyor bize iki baş karakterini. Büyük savaş henüz bitmiştir, Polonya yoksulluk ve kıtlık içindedir, Amerikan askerleri ve Rus askerleri şehirde gezinmektedir, suç ve ölüm günlük hayatın önemli bir parçasıdır bu ortamda. Bacağında önemli bir yarası olan yaşlı annesi ile birlikte hayatta kalmaya çalışan orta yaşlı bir kadın ve savaş sırasında yaşadığı travmaların pençesinde hayatını sürdüren ve ülkesine dönme gücü bulamayan Amerikalı bir askerdir bu iki karakter. Erkeği mahçup eden bir tesadüfle karşılaşırlar ve sonrası etkileyici bir finale ulaşan bir aşk hikâyesi olur. Şehrin duvarlarında hâlâ Nazilerden kalan “Ein Volk… Tek Halk…” ve “Hitler” sloganları yazılıdır; Amerikan askerleri çocuklara sakız fırlatarak eğlenmektedir, evlerin tümü savaşın ağır izlerini taşımaktadırlar bu hikâyede. Adam kendi travmasının da dürtüsü ile kadına yardım etmeye çalışır hem küçük hediyeleri hem de bir Amerikan askeri olarak ona sağlayabileceği olanakları kullanarak.

Birbirlerinin dillerini hemen hiç bilmeyen, konuşmalarını sadece kadının kısıtlı İngilizcesi ile yürütebilen ve bu nedenle en mahrem konuşmalarını gerçekleştirmek için bir tercümana ihtiyaç duyan adam ve kadının hikâyesini bir bakıma bir direniş hikâyesine dönüştürüyor Zanussi. Ölüme, yıkıma, acıya, otoriteye ve suça karşı bir direniş öyküsü bu film ve yönetmen tıpkı romantik filmlerin diğer tüm klişelerini yıktığı gibi iki baş karakterini de “genç ve güzel” göstermenin peşine düşmüyor. Her ikisi de acılı bu insanların ve erkek evine dönemezken, kadın da evini terk edemiyor. Zanussi aşkın nasıl başladığını veya ilk çekimi yaratanın ne olduğunu vurgulamak gibi oyunlardan hep kaçınıyor ve oldukça alın ve süssüz bir sinema dili ile özel ve etkileyici bir gerçeklik yaratıyor. Yaralı bir ülkedeki yaralı iki karakterin yaşadıklarını anlatırken başka karakterleri de -hikâyeleri özenle oluşturulmuş ve anlatılanın doğal bir parçası kılınmış bu karakterlerin- ihmal etmiyor hikâye. Özellikle, Alman toplama kampından sağ kurtulmak için katlanmak zorunda kaldıklarının travması içinde kendince bir kurtuluş yolu arayan komşu kadın karakterinin bir örneği olduğu şekilde herkesin hikâyesini dinlemeye değer kılan bir senaryo var karşımızda.

Savaştan hemen sonraki bir dünyayı anlattığı için çatışma vs. yok filmde ama bir toplu mezar sahnesinin de örneği olduğu gibi savaşın sonuçlarını doğrudan gösteren pek çok etkileyici ânı var filmin. Örneğin bu sahnede mezarın etrafında toplanmış olan halktan iki kişinin ayaklarının kayarak mezarın içine düşmeleri bir trajikomik an olmanın çok ötesine geçiyor ve seyredenin yüreğinde derin bir iz bırakacak sert bir trajediye dönüşüyor. Savaşta kazanan olmadığını ve doğası gereği de olamayacağını ve herkesin az ya da çok kaybedeceğini gösteren bu sahnelerde askerlerin çürüyen cesetleri gibi görsel açıdan korkunç ve vurucu kareler çıkıyor karşımıza zaman zaman. “Mutlu olmak bir insan hakkı mıdır? Herkesin mutlu olmaya hakkı var mıdır? Yoksa bazılarının vardır ama bazılarının yok mudur?” sorularının bir günah çıkarma sırasında sorulduğu film, insanın en doğal arayışının mutluluk üzerine olduğunu hatırlatıyor seyirciye. Tüm o acının içinde iyilik, fedakârlık ve sevginin yaşayabileceğini ve insanı insan kılanın da bu olduğunu anlatmayı etkileyici bir biçimde başaran bir film çekmiş kesinlikle Zanussi.

Slawomir Idziak’ın sepya tonlarındaki renklere ağırlık veren başarılı görüntü çalışması hikâyenin dramının kaynağını sürekli olarak hatırlatıyor bize ve etkileyici bir katkı sağlıyor filme. Sondaki, trajik bir etkiye sahip olan ve Utah’da (Filmde de sözü edilen, John Ford’un 1939 tarihli filmi “Stagecoach – Cehennemden Dönüş”ün çekildiği bölge burası) çekilen kavuşma ve dans” sahnesi dışında tüm bölümleri Polonya’da geçen filmde başrolleri paylaşan Maja Komorowska ve Scott Wilson karakterlerinin acılarını, umutlarını ve direnişlerini çok iyi yansıtan gerçekçi performansları ile etkileyici birer hüzün portresi oluşturuyorlar. Idziak’ın kamerası bu oyuncuların yüzlerindeki ve gözlerindeki kederi filmin anlattığı “kırık bir aşk hikâyesi”ne uygun bir şekilde yakalarken, oyuncuların yalın performansları bir tercüman eşliğinde konuştukları sahnede olduğu gibi göz yaşartacak bir etkileyiciliğe sahip olmayı başarıyor. Görülmeli.

(“A Year of the Quiet Sun” – “Sakin Güneş Yılı”)