The Strange Love of Martha Ivers – Lewis Milestone (1946)

“Seni tanıyorum, Martha. Sen benim hayatımın işisin. Bütün bu yıllar boyunca senin üzerinde çalıştım. Sen kafesinden dışarı salınmayı bekleyen küçük bir kızsın… ve işte sonunda sahneye Sam çıkar”

Çocukken terk ettiği kasabaya geri dönen bir adam ve orada tanıştığı yaralı bir kadın, adamın dönüşünün geçmişteki bir trajedinin anısını canlandırması ile hayatları etkilenen bir diğer adam ve bir diğer kadının hikâyesi.

John Patrick’in orijinal hikâyesinden yola çıkarak senaryosunu Robert Rossen’ın yazdığı, yönetmenliğini Lewis Milestone’un üstlendiği bir ABD yapımı. Başrollerden birinde yer alan Kirk Douglas’ın ilk kez bir sinema filminde yer aldığı ve çok küçük bir rolde (otostop yapan denizci asker) sonraların ünlü sinemacısı Blake Edwards’ın da göründüğü filmde başrollerde Douglas’a Van Heflin, Barbara Stanwyck ve Lizabeth Scott’ın eşlik ediyor. Birkaç sahnesini Byron Haskin’in ve yapımcı Hal B. Wallis’in yönettiği hikâye kara film türüne de göz kırpan, Hollywood’un ustası olduğu şekilde dram ve romantizmi birlikte anlatmayı iyi beceren, gerilimi ile ayrıca bir çekicilik yaratan, şantajın kendisinden çok korkusunu ana tema yaparak benzerlerinden farklılaşan ilginç bir çalışma. Korku ve arzunun birlikteliği üzerine görülmeyi hak eden bir hikâye bu.

Barbara Stanwyck, Van Heflin, Kirk Douglas ve Lizabet Scott’ın bir melodramın başarısının olmazsa olmaz koşuşllarından biri olan vurgulu ama kesinlikle doğal oyunculukları ustaca sergiledikleri bir film bu. Miklós Rózsa’nın klasik sinemanın karakteristik özelliklerinden biri olarak bolca kullanılan müziğinin eşlik ettiği hikâye 1928 yılında başlıyor ve Iverstown adındaki bir kasabada bir ölümle sonuçlanan bu giriş bölümünde ana karakterlerinden üçünün çocukluğunu gösteriyor bize. Filmin ikinci bölümü ise 1946 yılına götürüyor bizi ve on sekiz yıl sonra bu üç karaktere bir dördüncüsünü de ekleyerek bir suç, arzu, korku, tutku ve aşk hikâyesi olarak devam ediyor. Klasik Hollywood sinemasının sağlam eserlerinden biri olarak seyircisinin ilgisini hep ayakta tutmayı başaran film öncelikle her biri üzerinde durulmaya değer ve ayrıntılı bir biçimde çizilmiş dört karakteri ile çekiyor ilgiyi. Oyuncuların tümünün, özellikle de Barbara Stanwyck ve Van Heflin’in güçlü performansları bu karakterleri seyirci için kesinlikle ilginçleştirirken ve arzu ile tutkuların çarpıştığı hikâyeyi seyre değer kılıyor.

Soyadını taşıyan kasabanın en güçlü insanı olan zengin ve yaşlı bir kadın, onun babasını bir işçi olduğu için aşağıladığı yeğeni, bu genç kızın birlikte evden kaçmaya çalıştığı fakir bir genç oğlan ve kızın özel öğretmeninin çocuğu 1928’de geçen bölümde tanıtılıyor bize. 18 yıl sonraki bölümde ise onların arasına sorunlu bir geçmişi olan bir kadın katılıyor ve bu dört karakter korkular, arzular ve umutlarla örülü bir hikâyenin zaman zaman yan yana düşen zaman zaman da çatışan karakterleri oluyorlar. Rossen’ın senaryosu tüm bu duygulara bir de güç mücadelesini ve sınıf farkını da ekleyerek ilginç bir hikâyenin kaynağı olurken, Milestone da bir melodrama uygun bir havayı yaratan yönetmenlik çalışması ile 1940’ların ruhuna uygun bir kara film örneği üretiyor. Dört karakterin özellikle ikili sahnelerinin -diyaloglarının zekice yazılmış olmasının da önemli bir payı olduğu- kalitesine uygun bir görsel atmosfer yaratmış Milestone ve görüntü yönetmeni Victor Milner’in çarpıcı siyah beyaz çalışmasının da yardımı ile seyre değer bir sonuç koymuş ortaya. Korkunun ve suçluluk duygusunun neden olduğu bir hatanın nasıl tüm karakterlerin davranışlarını ve duygularını kökten değiştirebildiğini etkileyici bir biçimde anlatan film sermayenin gücüne dolaylı da olsa eleştiri getirebilmesi ve “ahlâki beklentiler”e uygun sonuna rağmen hikâyesinin farklılığı ile de dikkat çekiyor.

Konuşmaların eski filmlerde olduğu gibi bolca kullanıldığı ama diyalogların kalitesi ve oyuncuların başarısı sayesinde bunun seyirciyi hemen hiçbir sahnede rahatsız etmediği film Milestone imzasını ve kaliteli melodramların o “görkemli hüznü”nü taşıyan sahnelerle bezeli. Örneğin şantajla ilgili gerçeğin ortaya çıktığı, daha doğrusu karakterlerden birinin gerçeği dehşet içinde fark ettiği sahnede Stanwyck’ın performansının da katkısı ile oldukça güçlü anlara tanık oluyoruz. İki kadın karakterini birden hem klasik “femme fatale” görünümünde kullanan hem de hikâyesinin beklenmedik gelişmeleri ile seyirciyi bu görünümün aksi bir yere taşıyan filmin bir diğer farklılığı da dört ana karakterini birden hikâyenin ana ögeleri yaparak klasik bir yapıdan uzak durması; bu tercih hikâyeyi zenginleştirmenin yanı sıra seyircinin ilgisinin artmasına da yol açıyor ve senaryonun her bir karakteri özenle işlemiş olması da bu ilginin karşılığının alınmasını sağlıyor. Özellikle 1930’lu yıllardaki filmleri ile parlak bir dönem yaşayan yönetmen Milestone’un sonraki döneminin en öne çıkan işlerinden biri olan film tam olarak bir kara film olarak nitelendirilemeyecek olsa da, 1940’ların ilginç gerilim melodramlarından biri ve dört oyuncusunun ayrı bir seyir keyfi kattığı önemli bir çalışma. Klasik sinemanın içine kolay girilebilir, hikâyesi tutarlı ve iyi anlatılmış, iyi oynanmış bir film bu özetlemek gerekirse.

(“Martha Ivers’in Aşkı”)

Pork Chop Hill – Lewis Milestone (1959)

pork chop hill“10 yıl ceza mı? Niçin? Kore için ölmek istemediğim için mi? Bu lanet tepeden bana ne?”

Kore savaşını bitirmek için barış görüşmelerinin sürdüğü günlerde, önemi olmayan bir tepe için Çinliler’e karşı savaşan Amerikalı askerlerin hikâyesi.

Sinemaya 1918 yılında sessiz filmlerle giriş yapan, 1930 yılında çektiği Erich Maria Remarque uyarlaması “All Quiet on the Western Front – Garp Cephesinde Yeni Bir şey Yok” ile sinemaya bir başyapıt armağan etmiş olan Lewis Milestone’un son sinema filmlerinden biri olan çalışma “anlamsız” bir savaşa hem aksiyon hem düşünsel bir boyut ile yaklaşmayı deneyen bir eser. ABD ordusunda savaş tarihçisi subayı olan S.L.A. Marshall’ın kitabından uyarlanan film sonradan televizyon veya sinemada ün kazanacak pek çok ismin kariyerlerindeki ilk çalışmalardan biri olmanın yanısıra Martin Landau’nun da ilk sinema filmi. Tepe için savaşmanın anlamsızlığının altını çizmenin yanısıra kaba bir milliyetçilikten, hatta milliyetçilikten genellikle uzak durmak gibi bir önemi olan film başta hayli eğreti duran kapanış cümlesi olmak üzere, yine de bir taraf tutmaktan yeterince kaçınamamış ne yazık ki. Duygularla aksiyonu beraber götürmeye çalışırken her ikisinde de eksik kalmış olmak gibi bir kusuru da var üstelik.

Yönetmen Lewis Milestone filmin yaklaşık 20 dakikasının yapımcılar tarafından kesildiğini söylemiş sonradan ki hikâyedeki “akışkanlık eksikliğini” de açıklıyor bu durum. Buna karşılık, filmin asıl sıkıntısı hem savaş sahnelerinin aksiyon beklentilerini yeterince karşılayamaması hem de hikâyenin asıl odağı olan, iki taraftan askerlerin “anlamı olmayan bir tepe” için ölüyor olmalarının etkileyici ve düşünsel bağlamda sorgulayıcı bir biçim ve içerikle karşımıza getirilememesi. Savaşın dehşetini anlatmaya soyunmuyor filmimiz ama yine de Milestone’un bu sahneleri hayli yorgun bir dille aktarmasını açıklamıyor bu durum. Oysa sonlarda ölü Çinli askerler üzerinde gezinen kameranın bakışı tüm hikâyeye yansıtılmış olsa, daha etkileyici bir sonuç elde edilebilirmiş. Bu problemin temel nedeni sanırım filmin milliyetçi duygularla anti-militarist yaklaşımlar arasında seçim yapmaması veya belki daha doğru bir ifade ile seçim yapmaktan kaçınması. Filmin bu arada kalmışlığının çeşitli örneklerine tanık oluyoruz hikâye boyunca. Tepeyi ele geçirmek için iki tarafın (ABD ve Çin) gösterdiği çabanın anlamsızlığını ve neden olduğu insan kayıplarını tarafsız bir şekilde ele alıyor çoğunlukla, ama barış görüşmelerinde Çin heyetinin yaklaşımı Amerikan heyetine göre daha olumsuz yansıtılıyor görüntüye. ABD askerlerinin başındaki ve Gregory Peck tarafından iş görür bir şekilde canlandırılan komutan çarpışmadan kaçmaya çalışan bir askeri vatanseverlik, milliyetçilik gibi kavramlar üzerinden değil, kendi can güvenliği için birlikte hareket etmenin önemi üzerinden ikna etmeye çalışıyor. Son bir örnek olarak, neye yol açacağı bilindiği halde Amerikan karargâhında aksiyon alınmamasını eleştiriyor ama filmin sonunda askerlere hak ettikleri övgüyü verirken, onlar üzerinden “Amerika’nın dünyaya bağışladığı özgürlüğü” gözümüze sokmaktan kaçınmıyor film.

Hikâyedeki belki de en doğru cümleyi (“Bu benim savaşım değil”) kuran itaatsiz askerin çarpışan onca beyaz asker asker dururken birkaç siyah askerden biri olarak seçilmesini de gözden kaçırmamak gerekiyor ki zamanında Fransa’da hayli eleştirilmiş filmin bu tercihi. Haklı bir eleştiri bu ve pek iyi niyetli durmuyor açıkçası. Ne var ki yukarıda vurguladığım gibi, filmi genel olarak kötü niyetli olarak nitelemek de kesinlikle haksızlık olur. Savaşın bitiminden henüz altı yıl sonra çekilen bir Hollywood filminde ordunun kusurlarını göstermekten (örneğin yanlışlıkla yakılan ışıklar nedeni ile ölen ABD’li askerler) kaçınmayan bir film var sonuçta karşımızda. Farklı karakterleri derinlemesine olmasa da bir şekilde kişisel hikâyeleri ile sergilemeye çalışan film, savaş alanı dışında geçen sahnelerde (ve belki de kesilen bölümler yüzünden) hayli vasat bir sinema dili ile çıkıyor karşımıza. Çin siperlerinden gelen ve Amerikan askerlerinin “ülkelerindeki politikacılar yüzünden ve anlamsız bir amaç uğruna” ölmelerinin saçmalığını anlatıp duran anonsları etkili bir şekilde kullanan film, hem hikâyesinin dramatik boyutunu artırmış böylece hem de benzeri savaş filmlerinde eksik kalan insan boyutunu eklemiş hikâyeye.

Gregory Peck’in komutan karakterinin cesaretinin değil, insanî yanının altını çizmeyi tercih eden ve onun tereddütlerini göstermekten çekinmeyen film Peck’in aksamayan oyunu sayesinde başarılı bir sonuç elde ediyor. Kadrodaki diğer oyuncular da (Rip Torn, Harry Guardino, George Peppard, Martin Landau, Robert Blake, Norman Fell, Gavin MacLeod ve diğerleri) rollerinin hakkını vererek Peck’e eşlik ediyorlar ama yardımcı kadro içinde öne çıkan isim savaştan kaçmaya çalışan siyahî asker rolündeki Woody Strode oluyor.

Jenerikte adı geçmese de filmin yürütücü yapımcısı olan Gregory Peck ile yönetmen Lewis Milestone arasında çıkan anlaşmazlıklarla da bilinen film, Lewis’in ifade ettiğinin aksine tüm o kesilen sahnelerden sonra “geriye sadece Peck ve silahların kaldığı bir çalışma” değil ama yarım bir başarı olmaktan da ileriye geçememiş. Bugün sinema dili nedeni ile bir parça eskimiş göründüğünü de belirtelim bu savaş filminin ama görülmeyi hak ettiğini söylemeyi de ihmal etmeden.

(“Mücadele Tepesi”)