3000 Layla – Mai Masri (2015)

“Onu bu dört duvar arasında tutmaya hakkım var mı bilmiyorum”

İsrail’in, bir teröriste yardım ettiği gerekçesi ile hapis cezasına çarptırdığı Filistinli bir öğretmenin cezaevindeyken hamile olduğunu öğrenmesi ve doğacak çocuğu ile ilgili yaşadığı endişelerin hikâyesi.

Filistinli yönetmen Mai Masri’nin yazdığı ve yönettiği, Filistin, Ürdün, Lübnan, Fransa, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ortak yapımı bir film. Toprakları İsrail işgali altındaki Filistin halkının acıları üzerine çektiği belgesellerle sinemaya giren yönetmenin bu ilk konulu filmi Ürdün’ün Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterdiği çalışma olmuştu. Yönetmenin Lübnanlı bir sinemacı olan eşi Jean Khalil Chamoun ve iki kızına ithaf ettiği filmin açılış ve kapanıştaki kısa sahneler dışında hikâyesinin hemen tamamı cezaevinde geçiyor ve bir anlamda Masri’nin ülkesinin durumu için bir metafor olarak kullanılıyor bu ortam. Hikâyesinin içeriğinin sağladığı duygusal ve politik etkileyicilikten yararlanmayı bilen filmin sinema estetiği (veya daha doğru bir ifade ile söylersek, sinema dili) açısından yeterince güçlü olmaması dikkat çekiyor. Karakterlerin şablonlar düşünülerek çizilmiş olması hissinin de bir parça zayıflattığı film, öte yandan yönetmenin belgesel tecrübesinden taşıdığı izler ve hikâyesinin benzerlerinin pek çok yerde yaşandığını (ve yaşanmakta olduğunu) bilmenin de katkı sağladığı gerçekçiliği ile ilgi çekebilir.

Kapanış jeneriğinden önce görüntüye birtakım istatistikler getiriyor yönetmen Masri: 1948’den beri 700 Bin Filistinlinin İsrail hapishanelerine atıldığını ve filmin çekildiği tarihte 6 Bin Filistinlinin (erkek, kadın ve çocuk) hapiste olduğunu öğreniyoruz. Seyrettiğimiz hikâyede erkek mahkumları ve asker, doktor gibi diğer erkek karakterleri görsek de temel olarak bir “kadın filmi” bu, baş karakter olan Layal’ın karakteri üzerinden çizilen bir kadın filmi. Kendisini ceza almaktan kurtaracak bir yalanı söylemeyi (yardım ettiği Filistinli çocuğu (18 yaşından küçük bir erkek bu) arabasına bıçakla tehdit edildiği için aldığını iddia etmeyi) kocasının ısrarına rağmen kabul etmeyerek gösterdiği dürüstlük ve “analık” duygusu (çocuğun daha fazla ceza almasını engellemiş oluyor böylece), hikâyenin ana teması olan “cezaevinde büyüyen bir çocuğa annelik etmek” ve kadın mahkumlar arasındaki ilişkileri birlikte düşündüğümüzde filmin, kendisi de bir kadın olan yönetmenin anlattığı bir kadın hikâyesi olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Kendisini yalnız bırakan kocasından destek alamayan kadının yaşadığı tüm zorluklara rağmen bir yandan -politik açıdan- bilinçlenirken bir yandan da çocuğunu ve kendisini ayakta tutmaya çalışmasını da bir kadının direnişi olarak görmek mümkün.

Anneleri ile birlikte cezaevlerinde kalmak zorunda olan çocuklar gibi trajik bir durumu ele alıyor film; ülkemizde de pek çok örneği olan bu trajedinin üzerine bir de kadının (ve çocuğun) Filistinli, cezaevinin de İsrail’de olduğunu ekleyince, tanık olduğumuz hikâyenin hayli acı olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Bu acıyı hemen hiç sömürmeden anlatıyor bize Masri ama -özellikle sinema sanatı açısından- daha parlak olabilecek bir sonuca ulaşmasını engelleyen kimi problemlerden kaçınamadan. Hikâyenin kötü karakterleri olan İsrailli baş gardiyan ve cezaevi müdürü olan iki kadın hayli kaba çizgilerle çizilmiş örneğin. Kötülüklerinin “yüzlerine yansıması”na da özellikle dikkat edilmiş bir çirkinlik içinde gösteriliyorlar bize sürekli olarak. Bu ve kimi gelişmeler hikâyenin bir parça formüller ve kalıplar üzerinden ilerlediği havasını doğuruyor ki sinema değeri açısından zarar veriyor filme bu durum. Hikâyedeki “denge”yi sağlayan İsrailli barışsever kadın avukat veya çocuğunu görme iznini alabilmek için koğuş arkadaşlarını ihbar eden Filistinli kadın karakterlerin ise işte tam da bu dengeyi sağlamak için karşımıza çıkarıldığını düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Belki de hikâyenin atmosferinin yeterince güçlü kılınamadığının en iyi göstergesi, filmin sonunda kısaca gösterilen gerçek görüntüler. Filistinlilerin İsrail askerleri ile olan anlarını yansıtan bu görüntüler çok daha etkileyici hikâyenin kendisinden.

Belgeselin gerçekçi tavrına sadık kalmış yönetmen çoğunlukla (uyuyan çocuğun elindeki tahtadan kuşun gerçek bir kuşa dönüştüğü sahnenin etkileyici olmasına rağmen doğruluğu tartışmalı, bu gerçekçiliğin dışında kaldığı için) ve tam da bu nedenle filmin bazı sahneleri bu denli başarılı olabilmiş. Örneğin açlık grevine giden mahkumlara askerlerin müdahale ettiği sahne (bizdeki “Hayata Dönüş” “operasyon”unu hatırlatıyor içinizi burkacak bir şekilde), kadın mahkumlar arasında çıkan bir kavgaya nerede ise öylesine ateş eden bir İsrailli askerin işlediği cinayet veya kadının elleri yatağın başına kelepçelenerek gerçekleştirilen doğum gibi bölümler yüreğe dokunuyor gerçekten. 1980’li yılarda geçen hikâye, Lübnan’daki Sabra ve Şatilla kamplarında Falanjistlerin Filistinli mültecileri katletmesini de gündeme getirirken, anne ve oğlunun atıldıkları hücrenin duvarında yarattıkları dünya, görüntü yönetmeni Gilles Porte’un özellikle dar ve kapalı mekanlardaki çalışması, başrol oyuncusu Maisa Abd Elhadi’nin -senaryonun karakterini yeterince derinleştirememesine rağmen- performansı ve hem Filistin’e özgü hem de evrensel bir trajediyi gündeme getirmesi ile seyre değer olmayı hak ediyor yeterince güçlü ya da özel bir sinema dili olmasa da.

(“3000 Nights” – “3000 Gece”)