Ateşler – Marguerite Yourcenar

Marguerite Yourcenar’ın 1936 tarihli kitabı. Yunan mitolojisinden esinlenen hikâyelerle, yazarın kendi iç dünyasındaki çalkantılar ile ilgili notların bölümler hâlinde iç içe geçtiği kitap İngilizceye ilk kez tam 45 yıl sonra çevrilmesinin de gösterdiği gibi Yourcenar’ın en bilinen ya da popüler eserlerinden biri değil. Mitoloji ya da klasik Yunan edebiyatının karakterlerinin ve onların öykülerinin bir bakıma yeniden yaratıldığı ya da yorumlandığı, belli belirsiz bir şekilde modern unsurlarla beslendiği ve çok güçlü bir dil ile yazıldığı öyküler edebî düzeyleri ile, kişisel notlar ise -aslında hemen hiçbir şey ele vermeden- saptamaları, sorgulamaları ve iç dökmeleri ile dikkat çekiyor. Öykülerin yer aldığı bölümlerin bir nesir şiir olarak tanımlanabileceği kitap tüm Yourcenar eserleri gibi saf edebiyatın tadını veren, kesinlikle önemli bir yapıt.

Yourcenar’ın, kitabını ithaf ettiği Hermès (yazarın eski aşığı olduğu söyleniyor bu kişinin) mitolojide sınırların (ve sınır taşlarının), yolların ve yolcuların, hırsızların, sporcuların, çobanların, ticaretin, kurnazların, zeki nüktedanların ve uykunun tanrısı olarak biliniyor. Kitapta yer alan dokuz ayrı hikâyede (bir kısmı monolog şeklinde bu öykülerin) Hermès değil ama antik Yunan öykülerinin kahramanları baş köşeyi alıyor ve yazarın güçlü kaleminin çekici unsurları oluyorlar. Çeviriyi yapan Sosi Dolanoğlu’nun kitabın sonunda farklı kaynaklardan (bunlardan biri de Azra Erhat’ın 1972 tarihli güçlü eseri “Mitoloji Sözlüğü”) derlediği bilgiler bu karakterleri ve aralarındaki ilişkileri okuyucunun anlamasına yardımcı oluyorlar ki Yourcenar’ın eserinden alınan keyfi daha da artırıyor bu bilgiler. Bu yardımcı notlar olmadan da kesinlikle okunabilir kitap ama Yourcenar’ın hikâyeleri, eski Yunan edebiyatı ve mitolojiden alıp nasıl yeniden yarattığı ve/veya zengin bir şekilde dönüştürdüğünü sağlamak gibi önemli bir işlevleri de var. Yazarın kitabın ilk kez yayımlanışından 31 yıl sonra, 1967’de yazdığı önsöz de benzer şekilde ve kuşkusuz ki çok daha üst bir boyutta zenginlik katmış kitaba. “Doğrusunu söylemek gerekirse “Ateşler” bir gençlik kitabı değil: 1935’te yazıldı; otuz iki yaşındaydım” cümlesi ile başlayan bu önsöz yazarın, eseri üzerine çok değerli ve önemli açıklamalarını içeriyor. “Bir aşk bunalımının ürünü”, “bir aşk şiirleri derlemesi” ve “belli bir aşk mefhumuyla birbirlerine bağlanmış bir dizi lirik düzyazı” olarak tanımlıyor kitabını yazar ve eserini hem içerik hem biçim olarak açıyor okuyucu için.

Esinlendiği Antik Yunan öykülerini ve karakterlerini, onları işleyen başka sanatçıların gözünden de değerlendiren Yourcenar’ın önsözü onun edebiyat tarihinde entelektüel sözcüğünün en çok yakıştığı sanatçılardan biri olduğunun -tek başına bile- sağlam bir kanıtını oluşturuyor. Önsözde dokuz öykünün her birini esin kaynakları ile birlikte açıklayan yazar kitabının “her yerinde geçmişi bugünle harmanla”dığını söylüyor. Bu modernleştirme zaman zaman belli belirsiz gösteriyor kendisini öykülerde ve daha çok modern dünyanın unsurları (asansör, gazete, metro, telefon vs.) ile sızıyorlar anlatıya. Yazarın asıl modernleştirmesi, bu öyküleri bir yandan aslına sadık kalarak, bir yandan da bambaşka bir ruhla yeniden yaratması üzerinden gerçekleşmiş.

Yapıt “Umarım bu kitap hiç okunmaz” cümlesi ile açılıyor ve önsözde de “asla okunmamasını dilediğim bir eser” ifadesi yer alıyor. Bu düşüncenin temel nedeni öykülerin arasında yer alan “iç dökme”lerin kişisel boyutu olsa gerek. Aslında yazarın bu bölümlerde dile getirdikleri, bir yandan belki çok özel olan ama öte yandan da hiçbir özel bilgi içermeyen metinler. “Mutsuz aşk yoktur; sahip olmadığımıza sahibizdir yalnız. Mutlu aşk yoktur; sahip olduğumuza sahip değilizdir artık” veya “Korkacak bir şey kalmadı. Dibe vurdum. Senin kalbinden daha aşağıya düşemem” tarzında kimi çok kısa metinler bunlar ve bazıları alıntı meraklılarının da hayli ilgisini çekecek türden ifadeler içeriyor. Yazarın 1937 ile 1979 arasındaki sevgilisi olan Grace Fick ile tanışmadan önceki ve başarısızlıkla örülü olduğu açık olan bir aşkının yaratıcısı ve tetikleyicisi olduğu bu bölümlerde yazılanlar mitolojik esinli öyküler ile ilk bakışta örtüşmüyor gibi görünüyor ama aslında bu iki “ayrı eser”in ortak bir teması var: Tutku. “Korkunç olan tek şey kullanılmamak. Beni ne istersen yap, bir ekran, hatta iletken metal bile olabilir” veya “Acıyı öğrenmek için aşka ihtiyacımız varmış” vb. cümleler kişisel anlatıdaki içeriğin örnekleri olurken, dokuz öykünün her birinin kahramanları aşklarının, tutkularının -trajik- sonuçlarını yaşıyorlar genel olarak.

Fransız Akademisi’ne seçilen ilk kadın olan Yourcenar’ın yazar olarak ne kadar önemli bir isim olduğunu, örneğin “Magdelalı Meryem ya da Selamet” gibi çok güçlü bir dinsel inancı olanın kaleminden çıkmışcasına etkileyici ve ikna edici bir gerçekçiliği olan bölümünün her satırında gösteren kitabı için Amerikalı edebiyatçı Stephen Koch “yazılmamış bir roman” tanımını kullanmış. Özellikle kişisel bölümlerdeki “parçalardan oluşan” dil olmuş herhalde Koch’u bu tanımı kullanmaya iten. Bu parçalar peş peşe okunduğunda, kötü sonuçlanan bir aşkın kronolojisi olarak kolaylıkla tanımlanamayacak kadar “bağımsız” görünüyor ama dikkatli ve yorumlamaya hevesli bir okuyucu kitabın son sayfasında yer alan “Mutluluk ancak bir umutsuzluk temeli üzerine kurulabilir. Sanırım inşa etmeye koyulabileceğim” ifadesinin bir sonu ve yeni bir başlangıcı ima ettiğini göreceği üzere, tüm o öykülerin arasındaki parçaların yazarın kişisel hikâyesini de (ya da hikâyelerinden birini de) anlattığını fark edecektir. Özetle söylemek gerekirse, Batı yazın dünyasının ana kaynağı olarak sayılabilecek mitolojiden kendi dilini ve kendi öykülerini ustalıkla yaratacak şekilde esinlenen, daha doğrusu onları dönüştüren Yourcenar’dan okunması gereken bir kitap bu da.

(“Feux”)

Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı – Marguerite Yourcenar

Fransız yazar Marguerite Yourcenar’ın ilk romanı. Sanatçının 1921 ve 1922’de yayımlanan iki şiir kitabından sonra yayımlanan bu yapıtı ilk kez 1929’da buluşmuş okuyucu ile. Eşcinsel bir genç adamın iki yıllık bir evlilikten ve bir çocuktan sonra terk ettiği eşine yazdığı uzun bir mektup biçimindeki eser, insanın kendi doğası ile var olabileceği (ve öyle olması gerektiği) üzerine kırılgan, hüzünlü bir küçük roman. Kendini anlatmaya ama aslında kendini anlamaya çalışan bir genç adamın ağzından yazılması sayesinde, birinci şahıs dili üzerine kurulu olan yapıt, okuyucuyu bir yandan hayli yaklaştırırken eserin kahramanına, öte yandan tam da Alexis adındaki gencin arzu edeceği biçimde, onu hep belli bir mesafede de tutuyor. Kitabı Ağustos 1927 ile Eylül 1928 arasında yazan Yourcenar’ın tam 35 yıl sonra, 1963’te hazırladığı ve hayli değerli olan önsöz romanın kendisi ve onu yazma serüvenine yıllar sonra yeni bir değerlendirme getirirken, hem yazarın hem de onun en çok bilinen eserleri arasında yer almayan bu romanın önemini ve değerini hatırlatıyor.

Kitabın Metis Yayınları’ndan çıkan baskısında Avusturyalı ressam Egon Schiele’nin otoportrelerinden biri kullanılmış, çeşitli Fransızca baskılarda olduğu gibi. 28 yaşındayken, o sıralarda dünyayı kasıp kavuran İspanyol Gribi salgınında yaşamını kaybeden bu ressamın eserlerindeki figürler genelde hep belli bir hüzün taşırlar yüzlerinde. Romanın kahramanı Alexis’in hayatına da, eser boyunca bir kez bile doğrudan adı geçmeyen eşcinselliğinin neden olduğu iç çatışmalar nedeni ile hep bir hüznün ve kırılganlığın hâkim olduğunu düşünürsek doğru bir seçim olmuş Schiele’nin bir figürünü kullanmak; bu figürün bir otoportre olması da mektubun Alexis’in otoportresi olması ile uyumlu ayrıca.

Yourcenar 35 yıl sonraki önsözünde, konusuna eseri yazdığı tarihteki bakışla o günkünü karşılaştırıyor ve toplumla birlikte kendisinin de değiştiğini söylüyor. Bu nedenle eseri onca zaman sonra tekrar eline aldığında, endişeli olduğunu ve metinde ufak da olsa değişilikler yapması gerekeceğini düşündüğünü de belirtiyor başta. Ne var ki birkaç “üslup dikkatsizliği” hariç, hiç dokunmamış eserine ve iki neden belirtmiş bunun için: Eseri ait olduğu dönemden koparmanın yanlış olacağına inanması ve kitabın konusunun 35 yıl sonra da -ve tüm toplumsal değişikliklere rağmen- hâlâ güncelliğini koruduğunu görmesi. Kendisi de eşcinsel olan Yourcenar “cinsel özgürlük”le ilgili bir konunun nasıl ele alınması gerektiği üzerine de düşüncelerini belirtirken, eseri yazma serüveni sırasındaki tercihlerini de sorguluyor açık bir şekilde. Kuşkusuz meraklı bir okuyucu için hayli değerli olan bu önsözde yazar romanın kahramanının ve kitabın adı ile ilgili esin kaynaklarını da paylaşıyor. Buna göre, kahramanın adını, Romalı şair Vergilius’un bir pastoral şiirinde bir çobanın karşılıksız kalan eşcinsel aşkının muhatabı olan genç adamdan almış yazar. Kitabın alt isminin (ve biçimsel unsurlarının) esin kaynağı ise yine eşcinsel olan bir yazarın, André Gide’in “La Tentative Amoureuse, ou le Traité du Vain Désir” (Beyhuse Arzunun Kitabı) adlı eseri. Yourcenar kitabının içeriği ile ilgili asıl ilham kaynağının ise Alman yazar ve şair Rilke olduğunu söylüyor.

Konuşmadan gerçekleştirilen bir terk etme eyleminin arkasında yatanları açıklamaya çalışan bir mektuptan oluşuyor eser. “Her ne kadar yaşam zorsa da, hayatını açıklamaya çalışmak çok daha zahmetli” diyor mektubunun başlarında Alexis ve kendisinden beklediği sevgiyi vermesinin mümkün olmadığı eşine duyduğu saygı adına ama bir o kadar da, kendi kendisini de anlayabilmek için yazıyor bu satırları. Bu nedenle, bir açıklamadan çok, kendini sorgulama ve kendini kendine izah etme metni bu. “Çocukluğumu hatırladığımda, büyük bir endişenin, bütün bir ömrü kaplayacak olan bir endişenin kıyısındaki büyük bir sükûnet gibi görünüyor bana” ifadesi ile anlatılan bir çocukluk döneminden sonra o endişenin içinde buluyor kendisini Alexis ve direnmeler, iç çatışmalar, teslim olmalar ve gizlenmelerin birbirleri ile iç içe geçtiği bir yaşamın ezici baskısı altında kalıyor. Yourcenar, hayatını müzik dersleri vererek kazanan Alexis’in bu mesleği üzerinden müzik ve yaşamdaki yeri ve etkileri üzerine yazdıklarının bir örneği olduğu gibi, ilginç bir şeyi de başarıyor: Yazdıkları hem Alexis ve eşi için ve aralarındaki ilişki için bir şeyler söylerken bize, bir yandan da onlardan bağımsız olarak da okunabilecek içerikteler. Bir başka ifade ile söylersek, Alexis eşine hitap ederken aslında bir şekilde yazar da okuyucusuna hitap ediyor sanki. Bu nedenle olsa gerek, edebî alıntıları sevenlerin kaynaklarından biri olmuştur Yourcenar’ın bu eseri de.

Alexis mektubunda, çocukluğunda yaptığı bestelerden bahsederken “… eserlerimiz, onları yazdığımız sırada, yaşantımızın çoktan aştığımız bir dönemini temsil ederler” diyor. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde geçen romanı bu savaştan yaklaşık 10 yıl sonra yazmış Yourcenar ve o tarihlerde 24, 25 yaşlarındaymış. Romanının kahramanın cümlesi üzerinden yazarın bir bakıma kendisini anlattığını düşünmek mümkün; kahramanının eşcinselliğini, doğrudan olmasa bile, kadınların çoğunlukta olduğu bir ortamda büyümesi ile ilişkilendirmiş gibi görünmesi önsözde de belirttiği gibi kendisinin çoktan geride bıraktığı bir düşüncenin sonucu görünüyor örneğin. Yazarın kendisi de Alexis’in sorgulamalarından, iç mücadelelerinden geçmiş midir ya da ne ölçüde olmuştur bu bilmiyorum ama Alexis’in, eşini dürüst olmak ve gerçek adına terk etmeye karar vermiş olması belki yazarın kendi yaşamı için de geçerlidir. “Acıya saygı gösterilir, iradi olmadığı için” ve “Zevk sadece bir duygu olduğu için neden hor görülür anlamıyorum” cümleri Alexis’e ait olsa da, bir o kadar yazarın kendisine de ait sanki. Alexis’in hepsi ilk cinsel uyanışlarının içinde debeleyip duran ve kabalaşan erkeklerle dolu bir yatılı okulda hissettiği rahatsızlığı anlatan bölümler ancak içeriden bir bakışla bu denli etkileyici anlatılabilirdi elbette.

Hissettiklerinin br hastalık olarak görüldüğünü bilmenin ve bunun da etkisi olan suçluluk duygusunun, kendini kontrol edebilmek için girişilen mücadelenin neden olduğu mutsuzluğun, “yasak eğilimler”in sonucu olan “kendimizi içimize hapsetme”yi kabulün yarattığı “nefsin ve kalbin mutlak yalnızlığı”nın her satırına sindiği bir kitap bu. Ne var ki bu karanlığı, terk etme eylemi ve ona giden süreçle aslında aydınlatıyor Yourcenar. “Terk ettiği için değil, bu kadar çok kaldığı için” özür dileyen, “günahı (bu bir günahsa) cinnete bunca yakın bir kendini inkâra” tercih eden Alexis’in dürüst olmak için yaptığı seçim güçlü bir irade ve iyi bir yürek gerektiriyor çünkü.

Yourcenar’ın kahramanının mektubu, “eşcinsel edebiyat”ının bir başka klasik örneğini, Oscar Wilde’ın Alfred Douglas’a yazdığı ve “De Profundis” adı ile kitaplaştırılan mektubu hatırlatacaktır pek çok okuyucuya. Wilde eleştirse de Douglas’ı, onu affetmeye hep hazır görünür; oysa bu mektubu yazdığı sırada Reading Gaol cezaevindedir yazar ve onu oraya götüren süreçte Douglas’ın da payı vardır. Alexis ise hem kendisine hem eşine acı çektirdiğinin farkında olduğu için verdiği kararın sonucu olacak ve o karara giren süreçte çektirdiği acılar için özür dileyen taraftadır. Wilde’ın mektubu iki eşcinsel erkek arasındaki aşkın sonucu, Alexis’inki ise eşcinsel bir erkeğin gönülsüz evlendiği eşine duyduğu arkadaşça sevginin ve saygının sonucudur bir başka fark olarak.

Edebiyat tarihin o büyük klasiklerinden biri değil bu kitap ve Wilde’ın mektubu/eseri kadar da popüler olmadı ve olmayacak da muhtemelen; ama değerini kesinlikle azaltmıyor bu. Bir karakterin kendini keşfini okuyucunun önüne o denli açık bir resimle çıkarıyor ki yazar, bir insanın ruhunu onun iradesi dışında çırılçıplak görmenin yaratacağı türden bir rahatsızlık ve mahcubiyetle baş başa kalıyorsunuz kitabı bitirdiğinizde. Bir eserin gücünün en önemli göstergelerinden biri de bu olsa gerek, güçlü bir kalıcılık.

(“Alexis ou Le Traité du Vain Combat”)

Hadrianus’un Anıları – Marguerite Yourcenar

117 – 138 yılları arasında hüküm süren Roma İmparatoru Hadrianus’un Fransız yazar Marguerite Yourcenar tarafından kaleme alınan “anılar”ı. Roma’nın en önemli imparatorlarından biri kabul edilen Hadrianus’un ağzından yazılan ve Yourcenar’ın inanılmaz titiz çalışmasının kapsamlı sonucu olan kitap; imparatorun 161 – 180 arasında Roma’yı yöneten Marcus Aurelius’a yazdığı bir mektup formatında oluşturulan, “Kaynakçaya İlişkin Bilgiler” ve “Hadrianus’un Anılarının Yazılması Üzerine Düşünceler” bölümleri ile Yourcenar’ın edebiyata, yazma eylemine ve bir tarih romanı yazmaya ilişkin düşüncelerini de içermesi ile ayrıca değer kazanan bir yapıt. Hem Hadrianus’u ve onun üzerinden Roma İmparatorluğu’nu tanımak hem de mükemmel bir edebiyat eserinin tadına varmak için okunması gereken ve ilk kez yayımlandığı 1951’den bu yana değerini ve önemini koruyan çalışma tarih ve edebiyatseverlerin mutlaka okuması gereken bir kitap.

Machiavelli ölümünden sonra basılan ve Antik Roma hakkındaki düşüncelerini içeren “Discorsi Sopra la Prima Deca di Tito Livio” (Titus Livius’un İlk On Kitabı Üzerine Söylevler) adlı eserinde “Beş İyi İmparator” olarak, birbirinin ardından imparatorluğu yöneten beş ismi seçer: 96 ile 180 arasındaki yaklaşık 85 yıl boyunca süren Roma’nın bu en parlak döneminin kronolojik olarak üçüncü sıradaki ismi Hadrianus. Kendisinden önce gelen Nerva ve Trajan ve sonra imparatorluğun başına geçen Antoninus Pius ve Marcus Aurelius ile birlikte, o tarihlerde bilinen dünyanın önemli bir kısmında, 180’de ölen Marcus Aurelius ile birlikte sona erdiği kabul edilen “Pax Romana” (Roma Barışı) olarak adlandırılan “Barış Dönemi”nin sürdürücülerinden biri Hadrianus ve bu bakımdan, dünya tarihinin de en önemli figürlerinden biri. Yunan uygarlığına hayranlığı, imparatorluğu sırasındaki reformları ve ülkesinin birbirlerinden -o dönemin koşulları düşünüldüğünde- sonsuz uzaklıkta görünen her bir bölgesini ziyaret etme çabası ile bilinen bu ilginç kişiliği Yourcenar roman, otobiyografi veya tarih kitabı olarak okunabilecek ve bu türlerin üçüne de olağanüstü bir hâkimiyeti olan yapıtı ile ve gerçek bir okuma tecrübesi sunarak anlatıyor bize.

Hadrianus’un şiirlerinden birinden bir dörtlükle giriş yapmış kitaba Yourcenar: Bölüm başlıkları dahil, kitaptaki bazı Latince ifadelerin dilimize nedense çevrilmemiş olmasının bir eksiklik olduğunun belirtilmesi gereken kitap için iyi bir giriş bu: Farklı İngilizce çevirilerinden yola çıkarak ve kabaca, dilimize şöyle çevirebiliriz bu dörtlüğü:

Zavallı küçük, başıboş, büyüleyici ruh
Bedenimin misafiri ve yoldaşı,
Şimdi nereye gideceksin?
Solgun, katılaşmış, çıplak küçük şey,
Artık her zamanki şakalarını da yapmayacaksın

Ölmekte olan ve bunun farkında olan bir adamın yazdığı bir şiirdir bu ve Yourcenar buradaki lirik anlatımı istisnasız tüm satırlarına yansıtmış kitabının. Hadrianus’un yeğenine yazdığı bir mektup olarak hazırlanan kitap altı bölüme ayrılmış. Her biri Latince isimler taşıyor bu bölümlerin: Sırası ile; yukarıdaki şiirin ilk dizesi olan Animala Vagula Blandula, Varius Multiplex Multiformis (Çeşitli Çoklu Biçimler), Tellus Stabilita (Dünyanın İstikrarlılığı), Saeculum Aureum (Altın Çağ), Disciplina Augusta (Augusta Displini) ve Patientia (Sabır). İlk bölümde belirtildiğine göre, Hadrianus’un mektubu yazmasının amacı “Biçimsiz bir kütle” olarak tanımladığı hayatına bir anlam katabilmek ve onu bir düzen içinde görebilmektir. Yourcenar bu hedefi kesinlikle yakalayan ve bir insanın adeta ruhunun ve aklının en ücra noktalarına erişen bir eser ortaya çıkarmış bu mektupla ve neredeyse her bir cümlesi bir alıntı olarak kullanılabilecek değerde bir kitap sunmuş bize. Bir felsefe, bir sorgulama ve bir açıklama barındırıyor tüm satırlar ve bir insanın imparator da olsa sıradan bir insandan farkı olmadığını gösteriyor; tüm arzuları, tereddütleri, korkuları, eylemleri, inançları ve düşünceleri ile. Mektubun başlarında şöyle yazmış Hadrianus: “Sana hastalığımın ilerleyişini anlatmak için yazmaya başladığım bu mektup, giderek, devlet işlerine gereken enerjisi tükenmiş bir adamın saptırmalarına, anılarıyla baş başa kalmış hastanın yazılı düşüncelerine dönüştü” ve şöyle devam etmiş: “Gerçeklerin incelenmesinin bana belki de kendi tanımımı, kendi hakkımda karar vermeyi ya da hiç olmazsa ölmeden önce kendimi iyi tanımayı sağlayacağına inanıyorum”. Gerçekten de herhangi bir tarih kitabından çok daha güçlü olduğu kabul edilmesi gereken bir yetkinlikle yapıyor bunu yazar ve sadece bir imparatoru değil, onun üzerinden imparatorluğun tarihini ve uygarlığını ve en önemlisi de bir insan olarak Hadrianus’u tanıyoruz. Yourcenar imparator ve dönemi hakkında merak uyandıran, başka okumaları teşvik eden ve çok az kitabın bu derecede sağlayabileceği bir okuma zevki sağlayan bir sonuç elde etmiş özetlemek gerekirse.

Hadrianus’un dilinden yazılan kitapta dikkat çekici bir tarafsız hava yakalanmış; “Bizim en büyük yanlışımız insanların iyi yanlarını geliştirmek yerine, onlarda olmayan dürüstlükleri aramaktır” cümlesinin açık bir şekilde vurguladığı gibi bir övgü ya da yergi kitabı değil bu. Bir dönem ve bir insan akla gelebilecek tüm boyutları ile ve zengin bir kaynakça ustalıklı bir şekilde kullanılarak getiriliyor okuyucunun önüne. Örneğin imparatorun artık iyice ilerleyen hastalığının karşısına somut bir gerçek olarak çıkardığı ölüm karşısında hissetikleri ve düşünceleri tek başına bile güçlü bir deneme olarak okunabilecek değerde. Kitabı kronolojik bir biçimde oluşturmamış Yourcenar ve bu seçim de kitabı sıradan bir tarih kitabından uzaklaştıran bir yaklaşım olmuş.

“Kaynakçaya İlişkin Bilgiler” bölümünün başında şöyle yazmış Yourcenar: “Tarihsel bir kişiliği zamanının dünyasıyla birlikte yeniden canlandırmak ve bunu, onun ağzından birinci şahıs kullanarak gerçekleştirmek, roman, sırasında şiir alanının sınırlarına dayanır”. Tek tek tüm kaynakçaları belirtmek yerine, farklı örnekler üzerinden kaynakçanın bu tür bir eser için nasıl yaratıcı bir şekilde kullanılması gerektiği konusunda bir ders olarak değerlendirilebilecek bir şekilde yazmış bu bölümü Fransız yazar. Gerçeklerin yanında, hangi bölümleri (bazen tek bir cümleyi) hangi kaynaklara dayanarak yarattığını, hayal ettiğini veya değiştirdiğini örneklerle gösteren Yourcenar böylece kitabını daha da zenginleştirmiş. Bir sikkeden mektuba, bir heykelden bir kitaba farklı türdeki esin ve bilgi kaynaklarının okuyucu ile paylaşıldığı bölüm eserin nasıl bir titizliğin ve yaratıcılığın ürünü olduğunu alçak gönüllü bir şekilde aktarıyor bize.

“Hadrianus’un Anılarının Yazılması Üzerine Düşünceler”de kitap üzerinde çalışmaya ilk kez 1924 yılında (henüz 20 yaşındayken!) başladığını belirtiyor Yourcenar ve 1951’de (ilk çalışmalara başladıktan tam 27 yıl sonra!) yayımlanana kadar yaptığı çalışmaları küçük notlarla okuyucuya aktarmış. 1934’teki çalışmasından geriye sadece tek bir cümle (“Ölümümün yandan görünüşünü kavramaya başlıyorum”) kaldığını ve 1939 ile 1948 arasında tasarısını tümüyle bir kenara bıraktığını söyleyen yazar, yıllar içinde gelişen bir olağanüstü sonucun yaratılma serüvenini okuyucu ile paylaşıyor bu bölümde. Kitabı birinci ağızdan yazma nedenini, “Her aracıyı, kendim bile olsa herhangi bir aracıyı ortadan kaldırmak“ olarak açıklayan ve gerçekten de baştan sona kendinizi hep Hadrianus’un anlattıklarını dinler gibi hissedeceğiniz bir sonuç elde eden yazarın Ömer Hayyam için de benzer bir tasarısı olduğunu ama onun yaşamının “eylem dünyasını pek önemsemeyen arı bir düşünürün, ağırbaşlı bir kuşkucunun yaşamı” olması ve ayrıca İran’ı ve dilini bilmemesi nedeni ile vazgeçtiğini öğreniyoruz bu planından. İmparatorun ağzından, “İnsanların eylemleriyle ölçülemeyeceğine inananlardan değilim. Aslında yalnız ve yalnız eylem benim için bir öçüdür… Belki de insanların kendilerini eylemleriyle tanıtmaları, değiştirmeleri, yaşam ile ölüm arasındaki gerçek farkı belirler…” cümlelerini kurduğunu düşününce, Yourcenar’ın bu vazgeçişi daha anlaşılır oluyor.

Kitabını kimseye ithaf etmeyen Yourcenar, “G. F’ye adanması gerekirdi… ama…kişisel bir yazı koymak uygunsuz olabilirdi” diyor sondaki açıklamalarında. Kendisini bile bir aracı olarak ortadan kaldırmayı sağlayan bir dil kullanan yazar için çok doğru bir seçim bu kuşkusuz. Burada G. F. olarak belirtilen kişinin, yazarın hayat arkadaşı olan ve tanıştıkları 1937’den öldüğü 1979’a kadar onunla yaşayan çevirmen Grace Frick olduğunu da ekleyelim son bir not olarak ve bu kitabı hararetle tavsiye edelim. Hadrianus’un gerçekten de bir otobiyografi yazdığını ve bu eserin kayıp olduğunu da bilince, Marguerite Yourcenar’ın çalışması bu kaybı bir ölçüde telafi etmesi ile ayrıca değer kazanıyor şüphesiz.

Doğu Öyküleri – Marguerite Yourcenar

Académie Française’in ilk kadın üyesi, Belçikalı yazar Marguerite Yourcenar’ın on öyküsünün yer aldığı kitabı. Yazar öykülerinin biri hariç tümünü Doğu’nun (Uzak Doğu’dan Balkanlar’a uzanan geniş bir coğrafya söz konusu) efsane ve masallarından esinlenerek, onları uyarlayarak ya da onların tarz ve içeriklerine kendi edebî gücünü katarak yazmış. Farklı dergilerde yayımlanan bu öyküler ilk kez 1938’de yayımlanan kitapta bir araya getirilirken, 1978’de bir öyküyü “eskimiş” olduğu için kitaptan çıkarmış ve yerine yeni bir öyküyü eklemiş yazar. Yourcenar Yunan sürrealist şair Andreas Embirikos’a ithaf ettiği kitabında güçlü bir dil ile, bir masal havası taşıyan anlatımını yetişkinlere özel içeriklerle getiriyor okuyucunun önüne ve hem gerçek hem hem gerçeküstü olabilen öykülerinde, dinlemekten bıkmayacağınız bir anlatıcının o etkileyici sesini yakalıyor. Otuz dokuz yaşında intihar ederek hayatına sen veren şair ve çevirmen Hür Yumer’in eserin Türkçede de güçlü bir sese sahip olmasını mümkün kılan çevirisi ile ek bir değer kazanan bir kitap bu.

Kitaptaki ilk öykü olan ve Yourcenar’ın kitabın sonunda yer alan, 1978 baskısı için yazdığı yazıya göre eski bir Çin kıssasından esinlenen “Wang-Fo Nasıl Kurtarıldı?” sanat ile gerçeğin ilişkisi(zliği)ne değinen ve sanatın ve sanatçının yüceliğini hatırlatan içeriği ile bir ressamın yarattığı dünyanın güzelliğinin gerçek hayatla örtüşmemesine öfkelenen imparatorun onu ölüme mahkûm etmesini anlatıyor. Ressamın çırağına imparatoru ve saraydaki adamlarını kastederek söylediği “Bunlar bir resmin içinde yitecek insanlar değil” sözü öykünün sanatın gerçekliği ve sıradan olandan farklılığı üzerine olan içeriğinin iyi bir özeti olurken, yazarın bir Batılı olarak Doğu’nun sesini yakayabildiğinin de iyi bir kanıtı oluyor. İkinci öykü olan “Marko’nun Gülümseyişi”ni Ortaçağ Balkan baladlarından esinlenerek yazmış Yourcenar ve bu Balkan öyküsünde -birkaç öyküde daha karşımıza çıkacak şekilde- Türklerin işgalci olduğu topraklardan bir arzu ve intikam hikâyesi anlatmış. “İşkence altındaki bir insanın dudaklarında arzunun en tatlı ızdırap olduğunu kanıtlayan o gülümseyiş”in öyküsünü arzunun yüceltilmesinin güçlü örneklerinden birine dönüştürmüş Yourcenar.

“Ölünün Sütü” de yine Ortaçağ Balkan baladlarından esinlenen ve bir annenin fedakârlığının ve sevgisinin sınırsızlığını (tam tersi bir örneği de ekleyerek) dokunaklı cümlelerle anlatan bir öykü. Bencilliğin ve kötülüğün iyiliği yenmesini acı satırlarla anlatan hikâye bir efsanenin çağdaş bir dil ile nasıl anlatılabileceğinin de parlak bir örneği. “Prens Genci’nin Son Aşkı” kaynağı ile diğerlerinden ayrışan bir öykü. Bir efsane veya masaldan esinlenmiyor bu öykü; onuncu ve on birinci yüzyıllarda yaşamış Japon romancı ve şair Murasaki Shikibu’nun hacimli romanı “Genci Monogatari”de “atladığı” bir bölümü onun adına kaleme almış Yourcenar. Shikibu bir Don Juan olarak tanımlanabilecek kahramanının yaşlandığını hissetmesi ile dünyadan el ayak çekmesini anlatır ama ölümüne değinmez hiç. Yourcenar açıklamasında belirttiğine göre işte bu bölümü yazmış ve kendi ifadesi ile “… bu epilogun Murasaki’nin kendisi tarafından kaleme alındığında nasıl sonuçlanacağını hiç olmazsa tasarlamak” istemiş. Aşk, cinsellik, ihanet ve unutulmanın dehşeti gibi temalardan beslenen çarpıcı bir öykü ve güçlü bir metin çıkmış ortaya.

“Nereus Kızlarını Seven Adam” 1930’lu yılların Yunanistan’ına götürüyor okuyucuyu ve on sekiz yaşındayken karşısına çıkan Nereus kızları (efsaneye göre periler) yüzünden dilsiz kalan ve “olaylar dünyasından çıkarak düşler dünyasına giren” bir adamın öyküsünü anlatıyor. Bunu yaparken de doğaüstü bir inancı sondaki şaşırtmaca ile “gerçek” kılıyor ve okuyucuyu etkiliyor. “Kırlangıçlar Meryem”i yine Yunanistan’da geçen bir öykü ve Yourcenar’ın eski Atina’da gördüğü bir kilisenin adını anlatmak arzusu ile yazdığı bir eser. Bir keşişin orman perilerine inanan ama Hristiyan inançlarına da bağlı olan köylüleri şeytanın eseri olarak gördüğü perilerden kurtarmak için yaptıklarını anlatan öykü farklı inançlar arasında bir uzlaşma olanağının güzelliğini (“Orman Perilerinin hayatıyla cemaatinin esenliğini uzlaştırabileceğin bir yol görünmüyor mu gözüne?”) hatırlatıyor etkileyici bir şekilde.

“Dul Afrodisya” yine Yunanistan’da geçiyor ve köyü teröre boğan bir eşkıya ile yasak aşk yaşayan bir dulun tutkusunun sonuçlarını adeta bir çağdaş efsane biçiminde anlatıyor. “Boynu Vurulan Kali” Goethe’ye ve Thomas Mann’a da ilham kaynağı olmuş bir Hindu mitosundan esinlenmiş yazarın açıklamasına göre. Bir tanrıçanın kesilen başının bir fahişenin bedeninde yeniden hayat bulmasının sonuçlarını anlatan öykü bir mesel havası da içeriyor.

“Marko Kraliyeviç’in Acı Sonu” 1978 baskısında kitaba eklenen bir öykü. Yine bir Balkan hikâyesi anlatan eserin çıkış noktası bir Sırp baladı olmuş ve yazar bir gizemli bir adamla yaptığı gizemli bir dövüşü kaybeden bir adamın öyküsünü getirmiş bize. Kitaptaki son öykü olan “Cornelius Berg’in Hüznü” yazarın tamamlamadığı bir romanının son bölümü olarak tasarladığı bir öykü. Hollanda’da geçen hikâyenin Doğu ile tek bağlantısı artık yaşlanmış bir ressamın eskiden İstanbul’a yaptığı bir yolculuğu içermesi ve burada gördüğü lalelerle Hollanda’dakileri birlikte hayal etmesi olan öykü adına da uygun bir şekilde hüzünlü bir eser. Kendisine iş veren bir resmî görevlinin “Tanrı evrenin ressamıdır” sözüne “Tanrı’nın kendisini manzara resmi yapmakla sınırlandırmamış olması ne büyük bir talihsizlik” cevabını veren ressamın bu öyküsü kitaptaki ilk öykü ile hoş bir çelişki de yaratıyor Yourcenar’ın belirttiği gibi: “(İlk öyküde)… kendi yapıtının içinde yitip kendi yapıtının içinde kurtulan o büyük Çinli ressamın karşısına, kendi yapıtı önünde kara düşüncelere dalan bu Rembrandt çağdaşını çıkarma zevkinden kendimi alamadım”.

Egzotik içerikleri ile bu kitap bir yazarın kendi dilini başka kültürlerininkine nasıl parlak bir şekilde dönüştürebildiğini gösteren bir eser ve “eski” içeriklerin “yeni” bir dil ile nasıl yaratılabileceğinin de önemli örneklerinden biri. Hür Yumer’i anmak için de bir araç bu eser; onun şiirlerini okuyarak ve onlardan biri olan “Gidemediklerimiz”i Hümeyra’nın benzersiz ve kırılgan yorumculuğundan dinleyerek başlanabilir bu erken ve trajik kaybı hatırlamaya.

(“Nouvelles Orientales”)