The King of Comedy – Martin Scorsese (1982)

“Ömür boyu bir ahmak olmaktansa, bir geceliğine kral olmak iyidir”

Televizyonda kendi şovunu yaparak ünlü olmak isteyen bir komedyenin, idolü olan bir talk-show’cuyu kaçırarak amacına ulaşmaya çalışmasının hikâyesi.

Paul D. Zimmerman’ın orijinal senaryosundan Martin Scorsese’nin çektiği bir ABD yapımı. Başrollerdeki Robert De Niro ve Jerry Lewis’in kendilerinden beklenen karakterlerin tam terslerini canlandırarak adeta rollerini karşılıklı olarak değiştirdikleri film ün, ünlü olmak ve ünlü hayranlığı kavramları üzerine bir hikâye anlatıyor ve bunu yaparken de başarılı olmanın tek değer olduğu ABD toplumuna bir eleştiri getiriyor. Gişede iki ünlü oyuncusuna ve Scorsese ismine rağmen, beklenen başarıyı sağlayamayan film eleştirmenler tarafından daha olumlu karşılanmıştı genel olarak. Yönetmenin en iyi çalışmalarından biri değil bu ve ima ettiği komediyi de yeterince güçlü kılamıyor ama başta De Niro’nun eğlenceli ve sağlam performansı, talk-show’cuya sapkınlık derecesine varan bir hayranlığı olan kadını oynayan Sandra Bernhard’ın oyunculuğu ve “rüyalar ülkesi” ABD’de ne pahasına ve nasıl elde edilmiş olursa olsun başarının ödüllendirildiğini ve saygı gördüğünü hatırlatması ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Jerry Langford (Jerry Lewis) popüler bir talk-show programının ünlü ve başarılı bir sunucusu, Rupert Pupkin (Robert De Niro) ise hayranı olduğu bu adam gibi başarılı bir televizyoncu olmayı kafasına takan ve bunun için ne yapması gerekiyorsa yapmaya hazır bir komedyen. Açılış sahnesinde Langord’u stüdyonun çıkışında bekleyen fanatik hayranlarını görüyoruz; kendi aralarında ünlülerin imzalarının takası konusunda tartışan bu kalabalığın içinde Rupert ve ruhsal dengesi pek yerinde görünmeyen Masha (sandra Bernhard) adında bir kadın da vardır. Masha’nın tek derdi Jerry’nin hayatına girmektir ve zorla arabasının içine de girer bunun için; Rupert ise Jerry’nin kendisini dinlemesini sağlamak ve onun yardımı ile televizyon dünyasına adım atmak peşindedir. Kalabalık bir konuk oyuncu kadrosu da olan filmde (bir sokak sahnesinde, Scorsese’nin hayranı olduğu ünlü The Clash grubunun üç üyesi de yer alıyor örneğin) sık sık Rupert’ın hayallerini gösteriyor Scorsese ve bu hayalleri bölen annesinin sesini. Filmin gerçek ile hayal arasında gidp gelen yapısı, finalde seyirciyi de gördüğünün ve anlatılanın gerçek olup olmadığı konusunda ikilemde bırakıyor. Özellikle tercih edilen bu durum hikâyeye yakışmış açıkçası; çünkü bu tipik Amerikan başarısının burada seyrettiğimiz örneğinin gerçek olup olmadığı önemli değil, önemli olan başarının Amerikan toplumu için önemi ve hatta nerede ise tek saygı duyulan değeri olması.

Jerry Lewis filmlerinden aşina olduğumuz karakterinin tam tersi bir adamı canlandırıyor hikâyede. Özel hayatında televizyondaki imajının aksine pek de eğlenceli olmayan bir karakteri oynayarak alışılan tarzının dışına çıktığı için eleştirmenlerinin beğenisini toplayan sanatçı performansının beğenilmesini de pek anlayamadığını söylemiş, filmde sadece kendisi gibi olduğu için. O aşırı mimik ve beden hareketi dolu çılgın performanslarından sonra gerçekten de oldukça farklı bir karakteri getiriyor karşımıza Lewis ve seyircideki beklentiyi kıran ve gerçeklik hissini de hep koruyan bir sonuç elde ediyor. De Niro ise ünlülerden topladığı imzaların yer aldığı defterin bir sayfasında da kendi imzasına yer verecek kadar başarılı olacağına inanan karakterini adeta Lewis’in eski filmlerinden ödünç aldığı bir hareketlilik ile oynuyor ama onun aksine bu hareketliliği komikliğinin ana parçası olarak kaba bir biçimde kullanmıyor. Gördüğünüz karakterin gerçekten de öyle olduğuna sizi inandıracak kadar sağlam ve etkileyici bir performans sunuyor oyuncu. Sandra Bernhard’ın performansı ise senaryodan kaynaklanan nedenlerle de bir parça gereğinden fazla altı fazla çizili bir tarza sahip ama oyuncunun becerisi bu durumun rahatsız edici olmasının önüne geçiyor rahatlıkla.

Filmin en önemli ve etkileyici sahnelerinden birinde Rupert ve kız arkadaşı, Langford’un evine habersiz bir ziyarette bulunuyorlar. Kahramanımızın gerçek ile hayal arasında gidip gelen ve kendinden fazlası ile emin olmanın yarattığı körlüğün egemen olduğu ruh halinin iyi bir örneği olan bu sahnenin yanı sıra ünlü olmak üzerine eğlenceli ve çarpıcı bir ânı var filmin. Jerry Lewis’in gerçekten yaşadığı bir olaydan yola çıkarak senaryoya eklenen bu sahnede, Langford karakteri kalabalık bir caddede yürürken, ankesörlü telefonda konuşan ve hayranı olan yaşlı bir kadın onu kolundan çekerek hastanedeki yeğenine merhaba demeye zorluyor ve ret cevabı alınca da “Umarım kanser olursun” diyerek azarlıyor adamı. Fanatik hayranları olmanın tehlikeli ve netameli yanını işaret eden bu sahnelerden filmde yeterince yok yazık ki. Bir komedyenin ünlü olmak için giriştiği işleri anlatan film yeterince mizah da içermiyor; evet, filmin bir komedi olma iddiası yok ama sadece durumun komikliğinden etkilenmesi beklenen seyircinin hikâyeye neden fazla ilgi göstermediğini anlamak da zor değil.

Çekimler sırasında menenjit geçirerek hayatını kaybeden ve Scorsese’nin kişisel asistanı olan Dan Johnson’a ithaf edilen filmde farklı sahnelerde (Langford’un, evinde Rupert’ı bulduğu sahnedeki bazı diyaloglar veya Langford ile Masha arasında geçen ve ikincinin ilkinin başında nöbet tuttuğu sahne vs.) doğaçlama tercih edilmiş ve bunun da sağladığı “sıradan gerçekçi” tavır yönetmenin önceki ve sonraki filmlerindeki şiddet sertliğinden, gürültüden ve gösterişli karakterlerden uzak bir hava sağlamış bu yapıta. Ret edilmenin ama bunu kabullenmemenin hikâyesi olarak tanımlayabileceğimiz filmde senaryo ve yönetmenlik çalışması karakterler arasındaki iletişimi zayıf tutarak (sanki kimse diğerini dinlemiyor ve herkes kendisine odaklı gibi) bireyselliği ve belki de ona bağlı olarak başarılı ve ünlü olma çabasını ele alıyor. Filmin Türkçe adının (“Kahkahalar Kralı”) aksine kahkahayı nadiren attıran ama zaten bunu hedeflemeyen bir çalışma bu. Rupert’ın televizyon şirketinin resepsiyonunda Langford ile görüşebilmek için beklediği sahnelerde olduğu gibi kendine özgü bir mizahı (Rupert’ın tavana baktığını gören sekreterin onunla olan eğlenceli diyaloglarında olduğu gibi) olan film en gösterişli ve parlak Scorsese yapıtlarından olmasa da -içerdiği eleştirinin de yardımı ile- ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Kahkahalar Kralı”)

Gangs of New York – Martin Scorsese (2002)

“Sizi Rahip Vallon’un oğluyla tanıştırayım. Onu kanatlarımın altına aldım. Karşılığını görüyorsunuz. Bir gün hayatımı kurtardı ki ertesi gün beni öldürsün. Sinsi bir hırsız gibi… erkek gibi dövüşmek yerine. Asil bir adı hak etmeyen pis bir işgalci”

Farklı çetelerin egemenlik kurmak için mücadele ettiği New York’ta, babasını öldüren çete liderinden intikam almak için 16 yıl sonra geri dönen bir genç adamın hikâyesi.

Martin Scorsese’nin 1970’de Amerikalı gazeteci Herbert Asbury’nin 1928 tarihli kitabı “The Gangs of New York: An Informal History of the Underworld”ü okurken kafasında oluşan, New York’un on dokuzuncu yüzyıldaki yer altı dünyasını anlatan epik bir hikâye çekme isteğinden doğan bir ABD ve İtalya ortak yapımı. Senaryosunu Jack Cocks’un orijinal hikâyesinden Cocks, Steven Zaillian ve Kenneth Lonergan’ın yazdığı filmi 20 yıl boyunca proje üzerinde çalışan Scorsese çekmiş ve başrollerinde Leonardo Di Caprio ve Daniel-Day Lewis’in yer aldığı yapıt tam da yönetmeninden bekleneceği şekilde her anında görkemli olmaya çalışan ve bunu görsel olarak da başaran ama tüm bu operavari epik havasının altındaki hikâye kazındığında çok da tatmin etmeyen bir sonuç çıkmış. 195 dakikalık filmin daha sonra 167 dakikaya indirilmesinin de etkisi ile belki de, zaman zaman uzun bir televizyon dizisinin kısaltılmış sinema versiyonu gibi duruyor ve işlevsiz anlatıcı karakteri başta olmak üzere çeşitli sorunları da içeriyor film. Yine de sonuçta bir Scorsese filmi bu ve ustalıkla oluşturulmuş sahneleri, set ve kostüm tasarımları ve Michael Ballhaus imzalı görüntüleri ile ilgi çekmeyi başarıyor. Aralarında En İyi Film de dahil olmak üzere 10 dalda Oscar adaylığı olması ama bu adaylıkların hiçbirini ödüle dönüştürememesin de gösterdiği gibi ilgiyi üzerine çekmek için sesi hayli yüksek çıkan ama dikkatli bir bakışla ele alındığında bu yüksek sesin altını dolduramayan bir çalışma bu.

Film Scorsese’nin bir epik hikâye anlatmaya kararlı olduğunu gösteren sahne ile açılıyor: New York’un Five Points adlı bölgesinin hâkimiyeti için Katoliklerle Protestanlar arasında yüzlerce çete üyesinin karıştığı, hayli vahşi ve katliama dönüşen bir kavgayı seyrediyoruz bu açılış sahnesinde. Kalabalık figüran kadrosu, iki çetenin liderini tanrılaştıran kamera açıları, yavaşlatılmış çekimler, yakın planda gösterilen hırs, öfke ve nefret dolu yüzler ve dökülen kanlar… Kesinlikle görkemli bir prodüksiyon bu ve Scorsese Roma’daki Cinecitta stüdyolarında yarattığı New York setleri ile bu görkemi sürekli olarak görünür kılmaya çalışıyor. Kurulan setlerin devasalığı çekimleri ziyarete gelen Amerikalı sinemacı George Lucas’ın Scorsese’ye “Artık böyle setler bilgisayarlarla yapılabiliyor” demesine neden olmuş ama Scorsese “doğal” görkemi tercih etmiş anlaşılan. Bir tarafında İrlandalı katoliklerin, diğer tarafta kendilerini ABD’nin yerlisi olarak gören protestanların olduğu egemenlik kavgasının sadece bu iki çete ile sınırlı olmadığı, daha pek çok çetenin de içinde bulunduğu mücadelede film temel olarak bir intikam hikâyesi anlatıyor. Katoliklerin lideri olan babasını açılıştaki savaşta öldüren Protestanların lideri “Kasap Bill”in (Daniel Day-Lewis) peşine düşen Amsterdam Vallon’un (Leonardo Di Caprio) hikâyesi bu ve diğer tüm olgular (egemenlik mücadelesi, politik yozlaşma, New York’un o sırada tam bir vahşi dünya olması, köleliğin kaldırılması, ırkçılık, ülkeye eskiden gelenlerin yenilere tepkisi, devam eden iç savaş nedeni ile askere alınan yoksulların (zenginler para ödeyerek kurtulmaktadır bu yükümlülükten) tepkisi ve tüm bunların arkasında yatan sosyal ve politik koşullar) bu intikamı süsleyen konular olmakla kalıyor çoğunlukla. Sık sık “onur” kavramını gündeminde tutan Scorsese kötülerin bile mertlik naraları attığı bir “erkek dünya”sını zevkle ve açıkçası bu erkek kavramlarına da kendisini yakın hissederek anlatıyor. Yüzlerce insanın satırlar veya bıçaklarla doğrandığı savaşta ölenlerden birinin “öteki dünyaya tek parça olarak gitmesi” için beden bütünlüğüne saygı gösterilmesi bu erkeksi ikyüzlülüğün kabullenmemiz beklenen tipik bir örneği.

Çok şey anlatmaya çalışmak ve bu yüzden uzun süren bir hikâyeye sahip olmak yerine, dönemin koşullarını ve olgularını daha sade ama doyurucu bir şekilde çizerek bir intikamın anlatısı olarak kalmayı tercih etmek çok daha doğru olurmuş kesinlikle. Bunun yerine film operaların görkemini (evet, orada da hikâye tüm o görkemi hak edecek büyüklükte değildir her zaman ama operanın doğasına yakışır bu görkem) tekrarlamaya çalışmış; bir açıdan film bir çizgi romandan uyarlanmış gibi duruyor ama o romanlarda kolayca ve ucuz bir şekilde yaratılabilen ihtişamlı görüntüleri bu hikâye için pahalı bir sanat olan sinemada yaratmaya soyunmanın ne kadar anlamlı olduğu tartışmalı kesinlikle. Belki vizyona girerken kesilen 28 dakikanın etkisi ile de hikâye bu büyüklüğü gerektiren bir havaya giremiyor pek ve bazı sahneler de boşa çıkıyor. Örneğin limandaki gemiye bir yandan yeni askere alınanlar binerken, diğer yandan savaşta ölen askerlerin tabutlarının indirilmesi kısa bir savaş karşıtı mesaj olarak dikkat çekiyor ama filmdeki tüm o katliamlar ve Scorsese’nin bu katliamları, cinayetleri ve şiddeti doğrulayan değil ama onlara neredeyse çekicilik katan dili nedeni ile boşa düşüyor. Filmdeki aşk hikâyesi de benzer bir şekilde zorlama görünüyor ve daha çok Amsterdam ile Bill karakteri arasında bir gerilimin aracı olmak ve yine delikanlılık söylemlerine (“Ben isteyene kadar bana elini sürmedi”) olanak sağlamak için kullanılmış gibi görünüyor. Filmin iki çete arasında finaldeki savaş ile şehirdeki ayaklanmayı paralel olarak anlatması ise -görsel yönden hayli güçlü sahneleri karşımıza getirse de- ilkini büyütürken, ikincisinin tarihteki yer ve anlamını küçültüyor. Gerçek Bill karakterinin bu isyandan iki yıl önce ölmüş olması ise filmin bu önemli olayı kendi amacı için kullandığının göstergesi oluyor.

Anlatıcı kullanımının da herhangi bir anlamlı fonskiyonu yerine getiremeyerek zayıflattığı filmde baştaki çete savaşı sahnesinde olduğu gibi rock müzik kullanımı oldukça cüretkâr bir tercih olmuş. Belki bir dönem filmi için alışık olmadığımızdan ama bu tür bir kullanım Brian Helgeland’ın 2001 yapımı “A Knight’s Tale” (Şövalye) adlı filminde rahatsız etmezken, burada tüm o gerçekçilik havası içinde yadırgatıyor açıkçası. Kapanış jeneriği akarken dinlediğimiz ve on dokuzuncu yüzyıldaki “Büyük Kıtlık”nedeni ile Yeni Dünya’ya göç eden İrlandalıları anlatan U2 şarkısı (“The Hands That Built America”) ise kapanıştaki görüntülerle (yıllar geçtikçe yükselen New York gökdelenleri ve otlar tarafından örtülerek kaybolan mezarlar) birlikte iyi bir kapanış sağlıyor hikâyeye ama Scorsese bize pek de bu şarkıdakileri anlatmıyor açıkçası.

Scorsese ile uzun bir iş birliğinin ilk örneğindeki Caprio’nun işini yaptığı, Day-Lewis’in ise her zamanki gibi hikâyeye egemen olan bir oyunculuk gösterdiği filmde Cameron Diaz onca sahnesine rağmen, senaryonun onu bu erkekler hikâyesinde daha çok bir süs olarak görmesi nedeni ile kendisini gösteremiyor. Sonuç olarak; pek çok problemi olan, bir epik olma iddiasını gizleyemeyen ve ulaşmaya çalıştığı destansı havayı hak eden bir hikâyesi olmayan film şiddeti anlatmayı seven bir yönetmenin ustalıklı anlatımı ile karşımıza gelen, görselliği ile göz dolduran, görkemli setleri ile etkileyen ve uzun süresine rağmen ortalama bir seyirci için çekici olabilecek bir çalışma.

(“New York Çeteleri”)

The Color of Money – Martin Scorsese (1986)

“Kazanmak için iki şeyin olmalı: Zekâ ve cesaret. Sende birinden çok fazla, diğerinden yetersiz miktarda var”

Eskiden ünlü bir bilardocu olan yaşlı bir adamın çok yetenekli ama fazlası ile kendisini beğenmiş bir delikanlıya bu oyundan nasıl para kazanacağını öğretmesinin hikâyesi.

Robert Rossen’ın 1961 tarihli klasiği “The Hustler”ın (Bilardocu) 35 yıl sonra çekilen devamı. İlki gibi Walter Tevis’in romanından uyarlanan filmde, ilkinde genç bir oyuncuyu canlandıran Paul Newman bu defa bir başka genç oyuncuyu (Tom Cruise) kanatları altına alarak, ona yeteneğini nasıl paraya dönüştürebileceğini öğretmesi anlatılıyor. “The Hustler” ile Oscar’a aday olan ama kazanamayan Newman, “The Color of Money” ile, toplamda dokuz kez aday gösterildiği En İyi Erkek Oyuncu ödülüne ilk ve son kez sahip olmuştu. Tevis’in kendi romanından yazdığı senaryoyu kullanmamaya karar veren yapımcılar Richard Price’ın nerede ise tamamen yeni olan hikâyesi ile ilerlemeyi seçmişler ve yönetmen olarak da Martin Scorsese ile çalışmışlar. Ortaya çıkan sonuç ne Scorsese’nin ne de Newman’ın filmografilerindeki en iyi çalışmalardan biri ama Newman’ın performansı -Oscar’ı hak etmek diye bir deyim varsa, bu deyime en yakışır performanslardan biri olmasa da-, Cruise’un karakterinin bir parça sinir bozuculuğunu -belki kendisinin de öyle olmasının da katkısı ile- eğlenceli bir şekilde yansıtması, Oscar’a aday gösterilen Mary Elizabeth Mastrantonio’nun sağlam yardımcı oyunculuğu ve yönetmenin özellikle bilardo maçlarındaki mizansenleri ile ilgi çekebilir.

Rossen’ın filmi Scorsese’nin filminin olmaya soyunup olamadığı her şeyi başaran bir Hollywood klasiğiydi. Paul Newman’ın aynı karaktere ikinci kez hayat verdiği film ise Scorsese’nin baştaki vaatkâr girişine rağmen bir türlü istediği büyük havayı yakalamayan, pek çok unsuru ile ilgiyi hak eden ama zaman zaman da sıradanlaşan bir çalışma. Bir bilardo çeşidi olan “Dokuz Top”u açıklayan bir ses (Scorsese’nin kendi sesi bu) ve bu sese eşlik eden sigara dumanı ve bilardo tebeşiri görüntüsü ile başlıyor film ve bu sahneden başlayarak müzik hikâye boyunca Scorsese filmlerinde her zaman olduğu gibi önemli bir unsur olarak kullanılıyor. Scorsese, filmlerinde sahneler için doğru müzikleri bulmak ve seçmekle tanınan bir sinemacı ve burada da film onun bu doğru seçimlerinden bolca yararlanıyor. En az ıstaka ile topların veya topların birbirleri ile çarpışmasından çıkan sesler kadar önem veriyor şarkılara Scorsese ve işitsel açıdan başarılı bir sonuç koyuyor ortaya.

1961 tarihli filmin hikâyesine hemen hiç referans vermeyen ve başka bir şekilde de Newman’ın karakterinin geçmişini (neden bilardodan para kazanmayı bıraktığını örneğin) paylaşmayan senaryo filmin soyunduğu epik havayı eksik bırakmasına neden oluyor ki bu problem filmin tümü için geçerli aslında. Şimdi viski satışı ile geçinen adam başka oyunculara nasıl para kazanılacağını öğreterek ve kendisi de komisyonunu alarak bu işin içindedir hâlâ ve tesadüfen karşısına çıkan genç ve yetenekli bir oyuncu onun bu konudaki motivasyonunu artırır ve fazla konuşan, bir parça kibirli genç adamın bir bakıma menajerliğini üstlenerek eski heyecanına kavuşmasını sağlar. Film Newman ve Cruise’un karakterleri üzerinden bir eski-yeni, hoca-öğrenci, baba-oğul çatışması yaratmaya; bazı havalı diyaloglarla Scorsese filmlerindeki “büyük” erkek karakterlerden birini ortaya koymaya çalışmış ama sonuç bir yarım başarı olarak kalmış. Bir türlü amaçlanan o büyük havaya erişemiyor film ve etkileyiciliği de yeterince güçlü olmuyor. Cruise’un bilardo vuruşlarının nerede ise tamamını kendisinin gerçekleştirdiği filmde karakteri ile Newman’ın karakteri arasındaki ilişkiyi sizi yakalayacak bir sağlamlıkta işleyemiyor film ve genellikle vaat edilen ile yetinmek durumunda kalıyorsunuz.

Paul Newman Amerikan sinemasının en yetenekli oyuncularından biriydi kuşkusuz. Daha önce çok daha iyi filmlerle ve çok daha başarılı performansları ile aday olup kazanamadığı Oscar’ı aldığı bu rolde yine yeteneğini konuşturuyor ve filmi görmeye değer kılan en önemli unsur oluyor. Yine de şunu vurgulamak gerekiyor ki buradaki rolü güçlü bir karakteri getirmiyor karşımıza ve Newman da en iyi oyunculuklarından birini sergilemiyor; ödülü almasını ise belki de Hollywood’un gecikmiş bir özrü olarak değerlendirmek gerekiyor. Sinema kariyerinin henüz başlarındaki Tom Cruise ise rahatsız edici bir kendini beğenmişliği ve rahatlığı olan, şov meraklısı karakterine iyi uymuş ve işini iyi yapıyor. Onun kız arkadaşı rolündeki Mary Elizabeth Mastrantonio da benzer bir başarı göstererek, sade bir oyunculuğun sağlam da olabileceği kanıtlıyor. Onun canlandırdığı karakterin adının Carmen olması ile bir sahnede afişi görüntüye gelen filmin Scorsese’nin ilham aldığı yönetmenlerden biri olduğunu söylediği Francesco Rosi’nin yönettiği “Carmen”e ait olması da sadece bir tesadüf olmasa gerek.

Scorsese “Raging Bull” (Kızgın Boğa) filminde boks üzerinden güçlü bir hikâye sunmuştu bize; burada ise bir başka spor (boksun ve bilardonun spor olup olmadıkları ayrı bir konu) üzerinden o derece güçlü olmayan bir hikâye anlatıyor. Aksamayan sinema dili, bilardo masası üzerinde çekici kamera kullanımı ve Newman’ın çekiciliği ile bu film içerik ve biçim açısından bir yenilik içermese de ve hikâyesi tahmin edilen şekilde ilerlese de ilgiyi hak ediyor. Mutlaka görülmesi gerekli Amerikan klasiklerinden biri olan “The Hustler”ın devamı sayılabilecek ve kesinlikle onun gölgesinde kalan film, ünlü kurgu ustası Thelma Schoonmaker’in sadece bilardo maçları sırasındaki değil, -daha ilk sahnede parlak bir örneğini verdiği gibi- “sıradan” sahnelerdeki çalışmasının da tadının çıkarılabileceği bir yarım başarı.

(“Paranın Rengi”)

Raging Bull – Martin Scorsese (1980)

“Önemli olan ring değil, oyunun kendisi. Bana bir sahne verin de, bu boğa öfkesini dökebilsin ortalığa”

Boksör Jake La Motta’nın kariyerindeki ve özel hayatındaki yükseliş ve düşüşün hikâyesi.

Martin Scorsese ve Robert De Niro’dan bir klasik. Bu ikiliye senaryoda Paul Schrader’ın ve Mardik Martin’in katıldığı film, bugün Scorsese’nin sık çalıştığı Thelma Schoonmaker’ın kurgusu, De Niro’nun olağanüstü oyunu, Scorsese’nin Hollywood’un sonuna kadar ödüllendirmemekte nerede ise direndiği yönetmenlik becerisinin teknik yanındaki ustalığı ve sinema tarihine geçen sahneleri ile hâlâ etkileyiciliğini koruyan bir çalışma. Biri hep Amerikan Yeni Sağ’ının kıyılarında gezinmiş, diğeri onun sinemadaki temsilcisi olmuş iki isim olan Scorsese ve Schrader’den bekleneceği gibi maço bir atmosferin hâkim olduğu film, üslupçu bir tarzın benimsediği sahnelerinde seyirciyi gerçekten sarsmayı başarıyor.

Ünlü boksör Jake La Motta’nın hayatını anlatan kitabından uyarlanan eser, alışılan türden bir biyografik film görüntüsü taşımaması ile dikkat çekiyor öncelikle. La Motta’nın 1941 ile 1964 arasındaki hayatından belli anları ele alarak ilerleyen filmin yaklaşımı bu hayatın kronolojik olarak önemli anlarını mutlaka bir doğrusal bir akışın peşine düşmeden, Scorsese’in asıl derdi olmuş gibi görünen teknik beceri ile süsleyebileceği biçimde anlatmak şeklinde olmuş. Yönetmen işinin tam bir ustası olan kurgu yönetmeni Schoonmaker’ın müthiş çalışması ile nerede ise her bir planı ve sahneyi seyredeni nefessiz bırakacak şekilde dinamik ve enerji patlamaları ile dolu bir şekilde görüntülemeyi başarmış. Burada dövüş sahnelerindeki sert dinamizmi kastetmiyorum sadece; Scorsese karakterlerin sadece konuştukları anları bile filmlerinde hep tercih ettiği ve burada Schrader ve Martin’in kaleminden çıkmış olan güçlü diyaloglar aracılığı ile enerji ile doldurmuş görünüyor (ki bu sahneler diğerlerinin aksine nerede ise statik bir kamera ile çekilmiş). Bu tercih, hikâyesi anlatılan La Motta karakteri için de çok doğru bir seçimi gösteriyor çünkü kahramanımız öfkesi ile hem kendi hayatını hem de etrafındakilerininkini nerede ise yok ediyor sürekli olarak. Dinamizm ve enerji söz konusu olunca kuşkusuz Robert De Niro’nun performansını da hatırlatmak, daha doğrusu akla gelebilecek tüm övgüler ile takdir etmek gerek. Hollywood’un çok sevdiği biçimde, karakterinin ilerleyen yaşlardaki halini canlandırmak için 27 kilo alarak geçirdiği fiziksel dönüşüm değil vurgulanması gereken; aksine bu, sanatçının filmdeki performansının tüm o övgüye değer yanları içinde belki de en az önemli olanı. Burada neyi başardığını anlamak için bir oyuncunun karakterinin tüm fiziksel ve duygusal unsurlarını kendi içinde erittiğini ve ortaya kendi fiziğinden ve karakterinden nerede ise en ufak bir iz taşımayan bambaşka bir “şey” çıkardığını düşünün. Konuşurken, dövüşürken, ağlarken, eğlendirirken, kısacası nefes aldığı her anda sizi eline geçiriyor De Niro ve pek de sevimli yanları olmayan karakterini hep ilgi çekici kılmayı başarıyor; öyle ki ondan nefret ederken bile görüntüsünün perdeden/ekrandan kaybolmasını istemiyorsunuz.

Siyah-beyaz olarak çekilen ve sadece amatör kamera ile çekilmiş anları gösteren bölümlerinin renkli olduğu film, La Motta’nın en azından son anlarına kadar kariyerinde kendisine ciddi katkı sağlamış görünen öfke ve dikbaşlılığının özel hayatını nasıl batırdığını da anlatıyor bize. Kahramanımızın gerçek hayatındaki maço yanının bu öfke ve inatçılık ile birleştiği anlarda filmin “çekiciliğinin” doruğuna çıkması ise tam bir Scorsese klasiği olsa gerek. Kadınlardan çok erkekleri anlatan, erkeksi dünyaları seven yönetmenin burada da La Motta’nın tüm o sert sahnelerini ve maço karakterini eleştirmekten çok adeta bir cazibe kaynağı olarak gördüğünü ve bu sahneleri çekmekten keyif aldığını düşünmek pek de yanlış olmaz gibi sanki. Özetle filmin zaman zaman sergilenmekten çok süslenmiş görünen “maskülen” yanını eğlenerek yaratmış yönetmen.

De Niro’ya eşlik eden ve kardeşini canlandıran Joe Pesci ve eşi Vickie’yi oynayan Cathy Moriarty’nin performansları da filmin artıları arasında. Pesci küfürbaz karakterini ustalıkla oynarken, Moriarty seksi ama ihmal edilen eş rolünü bir parça senaryonun da etkisi ile yeterince dolduramamış görünüyor. Yine de bu iki oyuncu filme karakterlerinin ağırlığı açısından gerek duyduğu dengeyi kazandırmayı başarmışlar ki De Niro’nun göründüğü her ana damgasını basan performansı karşısında kolay başarılabilecek bir şey değil bu; üstelik Moriarty bunu sinemadaki ilk rolü ile yapmayı beceriyor. Tıpkı onun gibi, sonraki yılların bir usta oyuncusu da bu filmde ilk kez görev almış; John Turturro kısa bir planda, masada oturan adamlardan biri rolünde birkaç saniye görünüyor filmde!

Ve elbette boks sahneleri… Scorsese’nin ifadesi ile “üçüncü boksör” gibi görünmesini sağlayacak şekilde ringin içine koyduğu kamerası sert ve olağanüstü kareler yakalıyor film boyunca. Ringin iplerinden düşen kan damlaları, boksörlerin yedikleri yumruklar sonucu yüzlerinden fışkıran kan veya molada boksörün sırtını ıslatan kanlı sünger gibi kareler etkisi kolay kolay silinmeyecek bir duygu yaratıyor seyredende. Kamera gerçekten de karakterlerden biri gibi hareket ediyor ringin içinde ve yönetmenin matematiği sonuna kadar düşünülmüş görünen koreografisi ile seyirciyi seyrettiği dövüşün bir parçası yapıyor. Yönetmenin sadece birkaç sabit görüntü ile gösterdiği maçlar bile hareketli anların enerjisini taşıyor ve filmin “fotoğraf” açısından başarısının da örneklerinden birini oluşturuyor. Klasik İtalyan besteci Mascagni’nin eserlerinden çeşitli bölümleri kullandığı ve orijinal müziği olmayan filmde, boks sahnelerinin dışında da güçlü etkisi olan anlar yaratmış Scorsese. Örneğin açılışta De Niro’nun Mascagni’nin müziği eşliğinde yavaşlatılmış bir görüntüde ringde tek başına ısındığı sahne, onun ve Pesci’nin sinema tarihine geçen “Hit me – Vur Bana” sahnesi veya De Niro’nun televizyonun üzerindeki antenle oynarken Pesci ve sonra Moriarty ile konuştuğu sahne bugün tüm sinefillerin hatırlayacağı ya da en azından hatırlaması gereken bölümlerin birkaç örneği sadece. Bu örneklerin sonuncusunda De Niro’nun karakterinde yavaş yavaş biriken kuşku ve öfkeyi seyretmeye doymak ise mümkün değil.

1930, 40 ve 50’li yılların klasik şarkılarını da geri planda sık sık duyacağınız filmin yukarıda belirttiğim gibi maskülen yanına kendisinin de fazlası ile hayran görünmesi yanında, tüm filmin boks sahnelerindeki gibi zaman zaman yorabilecek bir sertlik ve dinamizm ile donatılması da bir kusur olarak görülebilir ki hikâyenin maskülen yanının hem Scorsese hem de özellikle Schraderin sağ eğilimlerinin tipik bir dışavurumu olarak görülmesi gerektiğini de unutmamak gerek. Vickie karakterinin gördüğü onca kötü davranışa rağmen La Motta’nın yanında kalmasının ise kadının pasifliği açısından bu iki sanatçı için nerede ise “doğru” bir örnek olduğu söylenebilir. Bunlar bir yana, biçim ve içeriğin akıllıca kaynaştığı bu film, Scorsese’nin otuz dört yıl sonra bile hayranlık uyandıran teknik becerisi ve De Niro’nun müthiş oyunu ile mutlaka görülmeyi hak ediyor.

(“Kızgın Boğa”)