Logan’s Run – Michael Anderson (1976)

“Hiç kimse ölmek zorunda değil. Yaşayabilirsiniz. Yaşayabilir ve yaşlanabilirsiniz.”

Nükleer savaşların ardından geriye kalanların yarattığı yeni ve cennet gibi bir zevk dünyasında hayatın otuz yaşında sona ermesi kuralına direnenlerin hikâyesi.

Bir ütopya havasında başlayan ama kısa sürede bu ütopyanın arkasındaki gerçeğe ve bu gerçeğe karşı çıkanlara odaklanan film bilim kurgu filmlerinin içinde en azından o tarihler için hayli başarılı olan set tasarımı, görüntü efektleri ve konusu ile dikkat çeken bir çalışma. İçinde bulunulan ütopik cennetin sürdürülebilmesi için getirilen kuralın sonucu olarak ortaya çıkan ve tamamı otuz yaşın altında olan sağlıklı genç kadın ve erkeklerin oluşturduğu toplumun açık faşizm söyleminin yanında ölümün daha doğrusu öldürmenin bir kutsal seremoniye ve muhteşem bir görsel şölene dönüştürülmesi ile de dikkat çeken bir film bu. Baskı altındaki tüm toplumlarda olduğu gibi burada da bu kutsallık atfedilen ölme zorunluluğu bir yalanın, yenilenerek geri gelecek olmanın üzerine kurulu ve otoritelerin kararlarını toplumlara benimsetme aracı olarak kutsallığı ve daha geniş anlamda dini kullanmalarına da bir eleştiri içeriyor bir bakıma.

Kısa sürede bir distopya olduğu anlaşılan bu ütopyanın karşısında film bu dünyadan kaçmayı arzu edenlerin hayal ettiği bir başka ütopyaya (“sığınak”) sığınma çabasını da anlatıyor ama romanın/filmin mesajı baskıdan kaçmayı değil baskıya direnmeyi öneren bir final ile verilirken sizin de bu mesajın idealizmini ama bir yandan da maalesef naifliğini düşünerek üzülmemeniz elde değil. Elbette filmin değil yaşadığımız bizim dünyamız adına bir üzüntü bu.

Özellikle buzlarla kaplı mekanların ve sahte cennetin iç mekanlarının tasarımının gerçekten etkileyici olduğu filmin en zayıf yanı oyunculukları. Michael York ve özellikle Jenny Agutter en iyi anlarında ancak vasatı tutturabilmişler gibi ama ikisi de daha kısa bir rolde olan Farah Fawcett’ten daha iyiler. Fawcett’ın kafası karışan kadın anları seyredenin de kafasını karıştıracak kadar yapay oynanmış. Peter Ustinov ise kötü yazılmış bir rolde kötü bir oyun veriyor.

Toplamda bakıldığında, bazı acemice çekilmiş ve gereksiz yere uzatılmış bölümlerine (kahramanlarımızın hafif çatlak Peter Ustinov ile ilk karşılaştığı andan sonraki nerede ise tüm “ölü eski dünya” bölümü, yine kahramanlarımızın asilerle karşılaştığı bölümün tümü gibi) rağmen nostaljik bir bilim kurgu olarak keyifle izlenebilecek, günümüz sinema teknolojisinin geldiği noktadan uzak düşünülmesi gereken ve anlattığı dünyayı sorgulamayı değil onu sadece heyecan atmosferi için kullanmayı seçerek ticari alanda kalmayı seçen bir film.

(“Hayalet Şehir”)

Shake Hands with the Devil – Michael Anderson (1959)

shakehandswiththedevil

“Biz yüzlerle değil üniformalarla savaşıyoruz”

 

1921 yılında İrlanda’da İngilizlere karşı savaşan IRA’nın bağımsızlık mücadelesine katılmak zorunda kalan bir gencin hikâyesi.

 

Temel olarak IRA örgütünün mücadelesine ve bu mücadele içindeki tam bağımsızlığı ve buna bağlı olarak savaşı isteyenlerle kısmi barışı kabul edenlerin çekişmesine odaklanan film tüm bu süreci bir parça romantizm de ekleyerek ve hassas noktalara pek dokunmadan anlatmayı seçmiş. Politikadan ve şiddetten uzak durmaya çalışan bir tıp öğrencisinin istemeden de olsa girdiği savaş içinde bu öğrencinin sertlik yanlısı şahinlerle mücadelesinin tarafında duruyor yönetmen ve bu bağlamda bugün bazılarınca hala tartışılan ve IRA ile İngiltere arasında 1921’de imzalanan anlaşmayı da destekliyor. Bu anlaşma bugün pek çoklarınca Kuzey İrlanda’nın İrlanda’dan ayrı bir statüde ve Büyük Britanya’nın parçası olmasına neden olan bir anlaşma olarak görülüyor.

 

Siyah beyaz çekilen film bu renklerin (veya renksizliğin) doğal estetiğini özellikle İrlanda kırlarının ıssız manzaralarında başarı ile kullanıyor. Siyah beyazın kontrastını ve bazı karelerinde gölgeleri etkin bir şekilde kullanan görüntü yönetiminin yanısıra rıhtımdaki çatışma ve “sorgu/konuşturma” sahneleri gibi  başarılı bölümler de dikkat çekiyor filmde.

 

Savaşa devam yanlılarının sertlik ve maço özelliklerini sık sık gündeme getiren senaryo bunun karşısına Don Murray’in vasat oyunu ile canlandırdığı entellektüel ve barış yanlısı bir tiplemeyi koymuş ama Hollywood’un romantizm de olmalı mantığı ile Murray üzerinden filme yerleştirdiği yan hikâyeler hem bu karşılaştırmanın etkisini azaltmış hem de filmde sırıtan bölümlere neden olmuş. James Cagney tahmin edileceği gibi sertlik yanlısı bir karakteri canlandırıyor ve filmdeki en başarılı oyunculuğu da o veriyor.

 

Senaryosundaki zayıf noktalara rağmen başarılı görüntü yönetiminin de desteklediği bir estetiği var filmin ve belki de bizler açısından dikkat edilmesi gereken bir yanı da terör, bağımsızlık, özgürlük ve terörle mücadele için “özel kuvvet” kullanımı gibi konuları gündeme getirmesi. “Son adama kadar” diyenlerle “Geriye kimse kalmazsa kazanmanın ne anlamı var” diyenleri karşımıza getiren ve siyah beyazın o özel tadını hatırlatan bir film. İrlanda tarihi üzerine fikir almak için değil belki sadece o mücadeleyi hatırlamak için.

(“Hürriyet Kahramanı”)