Desperate Hours – Michael Cimino (1990)

“Bu evde gereğinden fazla kural var”

Bir kanun kaçağı ve iki arkadaşının polisten kaçarken girdikleri ve içindekileri rehin aldıkları bir evde yaşananların hikâyesi.

Joseph Hayes’in önce roman olarak yazdığı ve daha sonra tiyatroya uyarladığı aynı adlı eseri sinemaya ilk kez 1955 yılında William Wyler tarafından ve Humphrey Bogart ve Fredric March’ın yer aldığı bir kadro ile uyarlanmış. Bu ikinci uyarlama ilkinden otuz beş yıl sonra Mickey Rourke ve Anthony Hopkins’in baş rollerde olduğu bir kadro ile çekilmiş ve ilkinin oldukça gerisinde kalmış bir çalışma. “Heaven’s Gate” filminin ciddi ticari zararından sonra kariyeri altüst olan yönetmen Cimino’nun bu çalışması da elle tutulur çok az yanı olan ve zaman zaman sıkıcılığa da kayan bir film olmuş.

“Heaven’s Gate” ve “Year of the Dragon” filmlerinde de Rourke ile çalışmış olan Cimino’nun bu filminin birkaç temel kusuru var ve Rourke’un oyunculuğu da onlardan biri. Oyuncu ilk yapımda Bogart’ın üstlendiği rolde “karakterinin alaycılığını ve saf kötülüğünü” inandırıcı bir biçimde getiremiyor karşımıza ve sık sık zorlama ve yapaylık içeren bir performans veriyor. Filmin kötü karakteri hem senaryoda iyi çizilememiş hem de iyi oynanamamış olunca da film en temel noktalarından birinde zayıf düşüyor. Aslında film, bir oyuncu hariç, genel olarak oyunculuk açısından kötü bir sınav veriyor. Başta evin genç kızı rolündeki Shawnee Smith olmak üzere herkes kendi havasında ve istisnasız hepsi abartılı oyunculukları ile şaşırtıyor. Bu başarısızlığa Hopkins de dahil ve sanatçı adeta üç yıl sonra “The Remains of the Day” filminde oynadığı role çok yakışan mimiklerini burada erkenden ve anlamsız bir şekilde gösteriyor. Filmin küçük oyuncusundan ise hiç söz etmeyelim. Ayakta kalan tek oyuncu Elias Koteas ama o da sağlam oyunu ile sanki filmdeki diğer karakterlerden farklı bir dünyada yaşıyor.

Baba-kız arasındaki ilişkideki gelgitlerin çok kötü çizildiği, kadın polisin yapaylığı ve genç kızın en anlayışlı seyirciyi bile çileden çıkartacak anlamsız tavırları ve diyalogları gibi hayli gariplikleri olan senaryodan daha iyi bir film çıkabilir miydi bilmiyorum ama sonlardaki “baba kutsal yuvasını kirleteni elleri ile kapı dışına atar ve huzurlu yuvasına çekilir” bölümü ile de film kendisine uygun ama sıkıcı bir kapanış yapıyor. Bu kapanıştaki “yüzüğü çıkarma ve yüzüğü takma” bölümünün komikliğini de düşününce bu başarısız senaryoyu yazanlardan birinin de filme kaynak olan romanı ve oyunu ile ödül alan Joseph Hayes olması da ilginç bir durum.

Tüm bu olumsuzlukların yanında özellikle tek bir sahne var ki filmi kurtarmaya elbette yetmiyor ama kameranın arkasındaki Cimino’nun aslında neler yapabileceğini de gösteriyor. Rehin aldığı kadına zorla yaptırdığı telefon konuşması sırasında Rourke’un telefonun kablosu ile oynadığı sahne çok başarılı ve hem bu kötü karakterin tüm film boyunca sinemasal anlamda bir daha izine rastlanamayacak kötülüğünü çarpıcı biçimde gösteriyor hem de bu olmamış filmin aslında nerelere gitme potansiyelini taşıdığını anlatıyor bize.

Kutsal yuvanın korunduğu, her aldatan erkeğin bu günahından temizlenmesi için bir Rourke karakterinin yettiğini iddia eden film sadece katıksız Mickey Rourke hayranları için tavsiye edilebilir. Belki bir de sözünü ettiğim o kısacık ve her kötü filmin bile seyretmeye değer bir karesi vardır sözünü doğrulayan sahne için.

(“Tehlikeli Saatler”)

Year of the Dragon – Michael Cimino (1985)

“Para küçük balık gibidir; yakalaması güçtür ve daha büyükleri için yem olarak kullanılmadığı sürece denize geri atılmamalıdır”

New York’taki Çin mafyası içindeki iktidar mücadeleleri ve mafyayı çökertmeye çalışan bir polisin hikâyesi.

Politik olarak kimi eleştiriye açık yanları olsa da “The Deer Hunter” gibi çok başarılı bir çalışmadan sonra “Heaven’s Gate” adında epik ve sinemasal değeri yüksek ama düşük gişe geliri ile yapımcı firmasının batmasına neden olan bir film çeken yönetmen daha sonra kendi kariyerini de doğrultamadı. Michael Cimino’nun bu orta karar polisiyesi de yine yapım maliyetini karşılayamayan ve yönetmeni için hayal kırıklığı yaratan bir çalışma oldu.

Senaryosunu yönetmenin Oliver Stone ile birlikte yazdığı film mafya, suikast, haraç, egzotizm, Mickey Rourke’un canlandırdığı beyaz polis ve gazeteci kız ifadelerini peş peşe dizdiğinizde aklınıza ne geliyorsa onları ve sadece onları karşımıza getiren bir çalışma. Senaryo zaman zaman dengeleyici ifadeler kullansa da sonuçta bir beyaz ve yalnız polis kahramanımızın Amerika’yı kirleten “sarı zencilere” karşı açtığı savaşın hikâyesini anlatıyor. Evet, Rourke sert ve duygusal, hayli maço, kadınını koruyan ama kadının erkeğin yanındaki yerini bilmesini bekleyen ve bir kahramanda olmazsa olmaz olan hüzne de sahip bir polis bu filmde. Etrafındaki sistemle bütünleşmiş ve yozlaşmalardan payını almış polisler arasında çocuksu saflığını koruyan bir adam o. Hayli kabartılmış ve bu kabarıklığı film boyunca da artıyor gibi görünen ağartılmış saçları ile “tatlı serseri” gülümsemesini taşıyan Rourke elinden geleni yapıyor ama sınırlı potansiyelini de aşamıyor. Gazeteci kız rolündeki Ariane ise adeta senaryoya sonradan eklenmiş bir zorlama rolde ve anlamsız diyaloglarla ayakta kalmaya çalışıyor ama karakteri hikâyenin akışında o kadar gereksiz ki örneğin evindeki Rourke ile tartışma sahnesinde saçmalığa varan yerlere gidiyor söyledikleri. Filmin oyunculuk bakımından ayakta kalan ismi ise hayli başarılı oyunu ile rol çalan John Lone. Hırslı yeni nesil Mafya lideri rolünde filme sıcaklık ve ihtiyacı olan sertliği kazandırmayı başarıyor.

Yatak odasında bir John Wayne biblosu olan bir beyaz polisin ağzından çıkan ve sanki örneğin binlerce yıllık bir Anadolu uygarlığından söz edermişçesine söylenen “Burası Amerika ve iki yüzyıllık geçmişi var” gibi anlamsız diyaloglar, elbette Rourke’a kendini bırakmaya hazır ama nazlanan Çinli-Amerikalı kadın gazeteci gibi klişeler ve ahlâk/etik/adalet üzerine konuşmakta olan genç kıza cevap olması amaçlanmış görünen Çin mafyası terörü sahnesi gibi politik ve faşizan çarpıtmaları ile çok da önem verilmesi gereken bir film değil karşımızdaki.

Her ne kadar klişelerle örülmüş olsa da film yine de kendisini seyrettirmeyi başarabilir ama. Sonuçta anlamsızlıkları vs. boşverirseniz akan bir senaryo, lokanta baskını gibi iyi çekilmiş sahneler, John Lone’un oyunu ve teknik yanı güçlü başarılı bir final sahnesi var filmde. Kapanış jeneriği akarken 80’li yıllardan ve İngilizce ifadesi ile “cheesy” bir Çince pop şarkısını da dinlemeniz mümkün ki bu da çok sık rast gelinecek bir tecrübe olmasa gerek.

(“Ejderin Yılı”)