Carnal Knowledge – Mike Nichols (1971)

“Bir zamanlar muhteşem bir şeye sahiptik… hiçbir şeyi ciddiye almadan eğleniyorduk. Ama asla doğal bir süreci olamaz, ilişkiler asla iyi bir şekilde sona eremez. Her zaman zehirli bir yanı olmalı. Neden böyle olduğunu anlamıyorum, gerçekten anlamıyorum!”

Üniversitede oda arkadaşı olan iki erkeğin seks, evlilik ve karşı cinsle ilişkiler üzerinden anlatılan ve yirmi yılı aşan hikâyeleri.

Amerikalı yazar ve karikatürist Jules Feiffer’ın senaryosundan Mike Nichols’ın çektiği bir ABD yapımı. Nichols’ın peş peşe çektiği filmlerle Amerikan sinemasına cüretkâr bir anlayışı da içeren yeni ve özgün bir hava kazandırdığı yıllardaki eserlerden biri olan çalışma Feiffer tarafından öncelikle bir tiyatro oyunu olarak düşünülse de Nichols’ın önerisi ile sinema filmi olarak çıkmış sanatseverlerin karşısına. Diyalogları ve hikâyesi ile -o dönem için- oldukça cüretkâr bir içeriği olan film, dört başrol oyuncusunun (Jack Nicholson, Art Garfunkel, Candice Bergen ve Ann-Margret) parlak performansları ile de keyif veren, sonuçta çok net bir yere varamasa da düşündüren ve karamsar mizahı ile eğlendiren önemli bir çalışma. Belki bir kült film değil ama bu, karakterleri ve hikâyesi ile entelektüel havalı çalışma kesinlikle görülmesi gereken bir klasik.

1966’da “Who’s Afraid of Virginia Woolf? – Kim Korkar Hain Kurttan?” ile parlak bir şekilde başladığı yönetmenlik kariyerinde peş peşe başarılı filmler çekti Mike Nichols: “The Graduate – Aşk Mevsimi” (1967), “Catch-22 – Madde 22” (1970) ve ertesi yıl da “Carnal Knowledge”. Bu dört klasik filmden sonra daha iniş çıkışlı bir kariyeri oldu yönetmenin ama sadece bu ilk dört eserinin Amerikan sinemasına getirdiği taze hava nedeni ile bile önemli yönetmenler arasında yerini almayı başardı kuşkusuz. Jack Nicholson ve Art Gurfunkel’ın canlandırdığı iki üniversiteli arkadaşın kadınlar, seks ve sevmek mi sevilmek mi üzerine yaptıkları konuşmaya eşlik eden caz klasiği “Moonlight Serenade”ı duyduğumuz bir sahne ile açılıyor film. Sadece sesin olduğu, herhangi bir görüntünün yer almadığı bu karanlık sahne daha sonra, konuşan iki erkeği gösteriyor bize; bir ev partisindedir iki arkadaş ve seks konusunda daha tecrübeli olan Jonathan’ın (Nicholson) Sandy’e (Garfunkel) o sırada yanlarından geçen çekici bir kadına (Candice Bergen) nasıl yaklaşması gerektiği konusundaki tavsiyelerini dinliyoruz biz de. Bu şekilde başlayan hikâye iki erkeğin birbirlerine aşk ve seks hayatlarını anlattıkları, kadınlar konusundaki fikirlerini paylaştıkları ve “ideal kadın”ı bulmaya çabaladıkları yıllarla devam ediyor. Bu yıllar evlilikler, ayrılıklar, peşinde koşulan kadınlar ve hem bedenlerinin hem akıllarının uyuşmasını umdukları partnerlerle geçiyor ve hüzünlü denebilecek küçük mizahı ile film bir bakıma erkeklerin tüm süslü laflarının ardındaki bencilliklerine ve kadınları kendilerini ne kadar tatmin edebilecekleri üzerinden sınıflama alışkanlıklarına eleştiri getiriyor.

Jonathan daha tecrübeli, daha cüretkâr ve daha aktif bir kişilik sergilerken Sandy daha çekingen ve naif bir karaktere sahip. Kolej yılları sırasında oda arkadaşı olan bu ikiliden ilkinin yatağında daha serbest bir kıyafetle, ikincisinin ise klasik muhafazakâr pijamalarla gösterilmesi de bu kişilik farklarının bir göstergesi olsa gerek. Adının da (“carnal knowledge” cinsel ilişki için kullanılan ve bir parça eskide kalan bir ifade) vuguladığı gibi cinsel ilişkilerin (düşüncesi ve gerçekleştirilmesi) damgasını vurduğu bu hikâyeyi belki kariyerinin önceki filmlerinde olduğu kadar radikal denebilecek bir dil kullanmadan anlatıyor Nichols ama yine de farklı tercihleri ile kendine özgü bir hava yaratmayı başarıyor. Örneğin ikiden fazla karakterin yer aldığı sahnelerde kamerayı bu karakterlerin sadece birine veya ikisine odaklayarak diğer(ler)inin sadece seslerini duymamıza olanak veriyor. Böylece ilgili sahnede bir anlamda diğerlerini dışlayarak, sadece bir veya iki karakterin gözünden algılamamızı istiyor olan biteni. Özellikle bir tenis maçı sahnesinde etkileyici olan bu tercih filmi zaman zaman Amerikan sinemasından çok Avrupa sinemasına yaklaştırıyor. Bazı ikili sahnelerde ise karakterlerden birini uzun süre kameraya (bize) doğru konuşturuyor yönetmen ve ancak bir süre sonra bize değil bir başka karaktere hitap ettiğini anlayabiliyoruz. Nichols kimi tek çekimle gerçekleştirilmiş uzun sahnelerle hikâyenin başta bir tiyatro oyunu olarak düşünülmüş olduğunu da unutturmuyor ve özellikle birkaç sahnede (örneğin Nicholson ile Ann-Margret’ın şiddetli bir tartışmanın tarafları oldukları bölüm) oyuncularının da üstün katkıları ile seyirciyi etkilemeyi başarıyor.

Dönemin anaakım sinemasından dili (küfürler, edepsiz kelimeler) ve cüretkârlığı (ilk defa bir prezervatif görüntüye geliyor Amerikan anaakım sinemasında örneğin) ile ayrılan filme -dönemine göre de- eski şarkıların arka planda sürekli eşlik ettiğini duyuyoruz ve bu şarkıların da desteklediği bir melankolik havası da var hikâyenin. Mutlu bir ilişkinin, evlilik ile aşkın ve aşk ile seksin uyumlu bir birlikteliğinin (“Belki de âşık olduğun bir kadınla seksin zevkli olması mümkün değildir”) imkânsız olduğunu ima eden ve final sahnesi ile de erkeklerin acınacak egolarını sergileyen film Jonathan’ın hayatından gelip geçen tüm kadınların fotoğraflarını sergilediği sahnedeki gibi ironik bir yaklaşımla da bir başka darbe vuruyor erkeklik anlayışına.

Tüm süslü sözcüklerin arkasındaki seks beklentisini sergilemekten çekinmeyen filmin bu gösterdiklerini tam bir etkileyiciliğe kavuşturamamış olması Nichols’ın bir başyapıt yaratmasına engel olmuş. Tüm o konuşmalar, anlamsız ve bir yere varmayan eylemler karakterler için bir sonuçsuzluğu anlatıyor ama hikâye de bir sonuca ulaşamıyor sanki. Yine de kadınlarla da kadınsız da yapamayan iki baş karakteri (aslında tüm erkekler) üzerinden bir imkânsızlık hikâyesi anlatan bu film seyircisine dokunmayı kesinlikle başarıyor ve bunu yaparken de oyuncularından önemli bir destek alıyor. Yukarıda anılan kavga sahnesi başta olmak üzere tüm oyuncular rollerini gerçek kılıyorlar ve bu bol konuşmalı hikâyeye bir doğallık katıyorlar. Jack Nicholson karakterine uygun gösterişli oyunu ile senaryonun kendisine sağladığı fırsatı çok iyi değerlendirerek öne çıksa da, başta Ann-Margret olmak üzere diğer oyuncular da kesinlikle çok başarılılar. Finalde ve tek bir sahnede karşımıza çıkan Rita Moreno’nun da tüm kadronun başarısına eşlik ettiği film, özet olarak bir “iktidarsızlık” hikâyesini çekici, keyifli ve güçlü bir biçimde anlatan bir Amerikan klasiği ve görülmeyi hak eden bir sinema yapıtı. Cynthia O’Neal ve Carol Kane’in de kısa rollerinin hakkını verdiği bu eserin Nichols’ın yenilikçi bakışının biraz “normal”e dönmeye başladığı bir dönemin içine girmeye başladığı zamanlara ait bir film olduğunu bilerek izlenmeli.

(“İlk Defa”)

Who’s Afraid of Virginia Woolf? – Mike Nichols (1966)

“Dışarıda karanlıkta bir yerlerde gezinen George. Bana hep iyi davranan. Benim hep yerdiğim. Benim oynadığımız oyunun kurallarını değiştirdiğim hızda oyunları öğrenen. Beni mutlu edebilen ve… ben mutlu olmak istemiyorum. Ah evet, ben gerçekten mutlu olmak istiyorum. George ve Martha… çok yazık, çok yazık…”

Evlilikleri korkunç bir didişme ile geçen orta yaşlı bir çiftin, genç bir çifti de dahil ettikleri bir kavgalı gecelerinin hikâyesi.

Edward Albee’nin aynı adlı parlak ve bugün artık bir klasik olan tiyatro oyunundan uyarlanan bir film. Pek çok Amerikan klasiğinde imzası olan Ernest Lehman’ın senaryosunu yazdığı ama diyalogları çok ufak farklılıklar dışında oyun ile aynı olan filmi bu eserle sinemaya parlak bir giriş yapan Mike Nichols yönetmiş. Elizabeth Taylor’un – tam da Hollywood’un ve Oscar’ın çok sevdiği bir şekilde- rolü için kilo aldığı ve güzelliğini ikinci plana attığı –öyle ki yapımcılar görüntü yönetiminin başarılı ismi Harry Stradling’i oyuncunun güzelliğini ön plana çıkardığı için işten çıkarıp yerine filmdeki başarılı çalışması ile Oscar kazanan Haskell Wexler’i getirmişler- film, tıpkı uyarlandığı oyunun kendisi gibi bugün klasik olmuş bir çalışma. Dört oyuncusunun -Taylor, kocası rolündeki Richard Burton ve genç çifti canlandıran George Segal ve Sandy Dennis- tümü de Oscar’a aday olan ve ikisinin -Taylor ve Dennis- ödülü kazandığı film Albee’nin güçlü metninden kaynaklanan hikâyesinin ve senaryosunun başarısı, dört oyuncunun parlak performanslar ile süslediği oyunculukları ve Nichols’ın diyalogların hemen hemen hiç nefes almadan peş peşe sıralandığı ve çoğunlukla iç mekanlarda geçen filme enerji katan mizansen anlayışı ile parlak bir sinema örneği.

1966 yapımı film, 1931 tarihli Cimarron filminden sonra Oscar’ın tarihinde tüm kategorilerde ödüle aday olmayı başaran ilk film olması ve bu adaylıkların beşini de ödüle dönüştürmesi ile de hatırlanıyor bugün. Taylor’ın alışılmış karakterlerinin hayli dışına çıktığı ve belki de kariyerindeki en parlak oyununu verdiği film dönemine göre hayli “cüretkâr” diyalogları ve imaları ile de ilgi toplamış zamanında. Albee’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan toplumunu ve kültürünü eleştirdiği oyunundan uyarlanan film birbirlerini hırpalayarak ve alkol ile kendilerini boğarak yaşayan orta yaşlı bir çiftin davetli oldukları bir akşam yemeğinin hemen sonrasında başlayıp sabaha kadar geçen saatlerini konu alıyor. Bu yemekte tanıştıkları ve evlerine davet ettikleri genç bir çifti de kendi girdaplarına ve “ölümcül” oyunlarına katan çiftimizin bu bol konuşmalı hikâyesi “aksiyonunu” diyalogların içindeki kimi zaman ima edilen kimi zaman açıkça dile getirilen alaylardan, aşağılamalardan ve suçlamalardan alırken, anlamsız bir yıpratıcılığa bürünmüş birlikteliklerini bitiremeyen çifti çarpıcı biçimde getiriyor karşımıza. Gerçek hayatta da iki kez evlenip boşanan ve o sırada ilk evliliklerini sürdüren Taylor ve Burton çiftinin rollerine kattıkları gerçekçilik duygusu, onlara eşlik eden Segal ve Dennis’in parlak performansları filmi en az muhteşem diyalogları kadar zenginleştiriyor. Dört oyuncunun içinde öne çıkan isim ise Taylor. Oyuncu baştaki Bette Davis taklidinden itibaren her sahnede karşı konulamaz bir zenginlikteki performansı ile filmin en baskın öğlerinden biri olmayı başarıyor. Bir akademisyeni canlandıran ve Taylor’a hemen hemen eş bir performans veren Burton, genç akademisyeni oynayan ve karakterinin içine atmış göründüğü küçük sırlarını ve mutsuzluğunu yalın ve tedirgin oyunu aracılığı ile başarı ile seyirciye geçiren Segal ve onun diğer üç karakterin “kültürel düzeyin” altında kalan karısının kişiliğini ve kadınsılığını yine etkili bir performans ile aktaran Dennis’i de düşününce filme “oyuncuların filmi” demek pek de yanlış olmaz sanırım.

Oyuncularının gücünden aldığı destekle zaman zaman uzun planlara başvuran, 1960’lı yıllar için hayli modern denebilecek kamera açılarını tercih eden ve örneğin dans sahnesinde olduğu gibi yönetmenin bir filme ne katabileceğini parlak örnekleri ile sergileyen Mike Nichols da filmin en büyük artılarından biri olsa gerek. Bu dans sahnesi parlak kurgusu, oyunculukları, diyalogları ve kamera açıları ile tam da bir klasik sahne örneği olarak gösterilebilecek parlaklıkta. Nichols dört oyuncusunun yüzünü yakın plana aldığı ve özellikle de standart dışı kamera açılarına başvurduğu anlarda filmine samimiyet duygusunu ve bir oyundan uyarlanmış olmaktan kaynaklanan enerji ihtiyacını seyirciyi de gereksiz yorgunluklara gark etmeden –evet, diyalogları takibin yarattığı yorgunluğu unutmadan söylüyorum bunu- elde etmeyi başarıyor. Filme katkısını anmanın gerekli olduğu bir diğer isim de müziklere imza atan Alex North. Tam on beş Oscar’a aday olup hiç kazanamaması ile de hatırlanan North’un hafif caz esintili ve tedirgin motiflerle yüklü çalışması filme bir şıklık da katmış açıkçası.

Tümü parlak isimler olan yaratıcı kadrosunun bu parlak birlikteliğinin kimi kusurları da var kuşkusuz. Hikâye sonlara doğru bir parça sarkıyor örneğin veya kimi sahnelerde gereğinden fazla “gürültü” var gibi görünüyor. Orta yaşlı çiftimizin ortada görünmeyen ama sık sık adı geçen oğullarının –Taylor ve Burton çiftinin ortak oyunlarının seyirciye pek de iyi aktarılamayan bir sembolü olmak dışında- hikâyedeki önemi kendisini pek gösteremiyor açıkçası. Ayrıca Nichols’ın kimi tercihleri, örneğin floresan ışıkları kullanımındaki caz atmosferi, bir parça ucuz da görünebilir bugünün bakışı ile. Yine de kendi aşk ve nefret arasında gidip gelen ilişkilerinin yarattığı cehennemlerine başkalarını da çeken çiftimizin hikâyesi görülmesi gerekli bir çalışma kesinlikle.

(“Kim Korkar Hain Kurttan?”)

Catch-22 – Mike Nichols (1970)

“Ters söyledin. Ayaklarının üzerinde yaşamak dizlerinin üzerinde ölmekten iyidir.”

İkinci dünya savaşı sırasında savaştan ve sürekli uçma baskısından bunalan bir pilotun hikâyesi.

Yönetmen Mike Nichols tarafından romancı Joseph Heller’ın en tanınmış romanından sinemaya uyarlanan bir anti-militarizm klasiği. Zengin bir kadro ile çekilen filmde Alan Arkin baş rolde harika bir iş çıkarırken filmin absürtlüğü benimseyen tavrının içinde “soğuk” bir performans vererek etkileyiciliğini artıran bir oyun sergiliyor. Karakterinin yılgınlığını, mutsuzluğunu, çaresizliğini, hissettiği dehşeti ve etrafında olan biten tüm o saçmalıklara karşı sorgulayan ama anlamayan bakışlarını büyük bir başarı ile aktarıyor. Geniş yan kadro içinde Martin Balsam, Orson Welles, Art Garfunkel, Martin Sheen ve John Voight gibi isimlerin yanında Anthony Perkins ordu rahibi performansı ile bir adım öne çıkıyor. Tüm oyuncu ekibin iyi bir takım oyunu verdiği film oyuncularının keyifli performansları ile de hatırlanıyor.

Bir Robert Altman klasiği olan MASH gibi, bu film de ordunun içinde geziniyor ve tüm seremonilerinden, süslü sözlerden, yakıştırılan kavramlardan sıyrıldığında savaşın kötü ve saçma bir oyun, militarizmin saçma bir ideoloji ve küçük insanların da bu oyun ve ideolojinin kurbanları olduğunu söylüyor seyredene. Ordunun her bir kademesindeki birey kendi rolünü oynarken, dışarıdan bakacak bir gözün göreceğini gösteriyor bize film: absürtlük. Zaman zaman bir fars havasını taşıyan film oldukça etkileyici sahnelerle içinde dolaştığı bu absürt ortamı elle tutulur hale getiriyor. Ortamdaki uçak motoru gürültüsü nedeni ile sürekli bağırarak konuşmak zorunda kalan ve hemen yakınlarında olan biteni umursamayan/fark etmeyen karakterler düşmekte olan bir uçağın, ölmekte olan bir insanın yanında doğal bir saçmalık içeren diyaloglarını devam ettirebiliyorlar. Çıplak madalya töreni, ölmekte olan çocuğunu son kez görmeye gelen aile ve bir çatışma sırasında uçağın içinde olan bitenler gibi anlarda film saçmalığın komikliğini ve korkutuculuğunu gözümüzün önüne seriyor.

Karışık bir kurgu ile anlatılan filmde çıldırma aşamasını geçmiş askerler, ordu malzemeleri üzerinden ticarete girişen tüccar ruhlu askerler, ahlâki bulmadığı için fahişeler ile yatmayan ama sıradan bir kadına tecavüz edebilen askerler, denize düşen bombaların hesabını vermemek için düşüren askerleri ödüllendiren askerler ve bunlar gibi daha nice saçmalığın içindeki askerler kuralların, ölümün, öldürmenin anlamını yitirdiği dünyalarında geziniyor, ölüyor ve öldürüyorlar.

Diyalogların romandan kaynaklanan bir zekilik içerdiği film görüntü yönetmenliği ile de ve özellikle havadaki uçak görüntüleri ile ilginç bir estetiği yakalamayı başarmış. Bir “huzur” görüntüsü ile başlayan filmde birden duyulmaya başlayan uçak motoru sesleri ve ardından gelen görüntüler örneğin bir “Top Gun” gibi savaşa övgü dolu bir estetiği değil, aslında bir oyun ama sonucu insanlığı yok eden bir oyun olan militarizme sarkastik bir bakış ile yaklaşan bir estetiği barındırıyor.

Romanın/filmin tüm derdini anlatan sokakta gece gezintisi sahnesinde kahramanımız peş peşe tanık oldukları (askeri soyan çocuklar, bir genci döven asker/polisler, atını öldüresiye kırbaçlayan adam ve pencereden atılarak öldürülen kadın) ile aklını yitirmemeye çalışırken filmin sonunda tıpkı “One Flew Over the Cuckoo’s Nest – Guguk Kuşu” filminde olduğu gibi kaçmayı seçiyor ama görüntüden gittikçe uzaklaşan kameranın açısı büyüdükçe görünülürlüğü artan militarizmin egemenliği bu kaçışın imkânsızlığını söylüyor bize.

(“Madde 22”)