TÜRSAK – Randevu İstanbul Film Festivali 2012 – 1

Toata Lumea din Familia Noastra – Radu Jude : Romanya sinemasından çarpıcı bir örnek. Boşanmış bir babanın 5 yaşındaki kızını iki günlüğüne annesinden alıp deniz kenarına tatile götürme hikâyesi olarak başlayan film nerede ise bir üçüncü sayfa hikâyesi olarak sona ererken özellikle ikinci yarısında seyredeni nefessiz bırakıyor. Tüm oyuncuların ama özellikle babayı canlandıran Serban Pavlu’nun müthiş oyunu ile daha da değerlenen film çağdaş dünyanın sıradan bir gerçeği olan parçalanmış ailelerden birini mercek altına alıyor ve görüşme zamanlarının mahkemelerde matematiksel olarak belirlendiği hayatların altını deşiyor bir bakıma. Büyük bir kısmı tek bir mekanda ve bir evin içinde geçen filmin bu derece dinamik bir görüntü verebilmesi ve üstelik bu görüntünün en ufak bir yapaylık veya müdahele içermeyen bir hava taşıyabilmesinin arkasında senaryo ve gerçekçiliği ile parmak ısırtacak diyaloglar, Jude’nin mizansen anlayışı, kurgu ve elbette oyunculuklar var. Bir noktadan sonra kontrolünü kaybeden ve Pavlu’nun göz yaşartacak denli başarılı performansı ile hayat verdiği baba karakterinin çaresizlik içinde neden olduğu olaylar özellikle son yarım saatte seyredeni o denli içine alıyor ki hafif bir komedi/dram karışımı olarak başlayan filmin sonradan bu kadar sert bir içeriğe bürünmesinde inandırıcılık açısından en ufak bir eksiklik hissettirmiyor. Üstelik bu değişim birdenbire olmuyor aslında; daha başlarda adamın kendi ailesi ile olan sahnesinden başlayarak sertliği yavaş yavaş ilerleten bir dürüstlüğü var filmin. Bir aile dramı ama ne müthiş bir dram!
(“Everybody in Our Family” – “Ailemizdeki Herkes”)

Valley of Saints – Musa Syeed : Hindistan, Pakistan ve Çin arasında paylaşılan ve çoğunlukla müslümanların yaşadığı Kaşmir bölgesinde geçen hikâyesi ile bir Hindistan (veya Kaşmir) filmi. Syeed ilk sinema filminde belgeselci geçmişini de yansıtacak bir şekilde hikâyesini sakin ve gözlemci bir dil ile anlatıyor. Bağımsızlık yanlıları ile askerlerin çatışmalarının hâkim olduğu bir ortamda kendilerine çıkış noktası arayan iki gencin gitmek ve kalmak arasındaki ikilemi olayların geçtiği Dal Gölü ve çevresinin doğasını da başarı ile yansıtan bir gerçekçi anlatım ile geliyor perdeye. Hayatları göl ile sıkı sıkıya bağlı bir halkın adeta bir canlıymış gibi yaklaştığı ve süratle kirlenmekte olan gölde geçen bu hikâyenin en başarılı yanı egzotizmden kaçınmayı başarması ve içeriden bir gözle anlatıldığını hissetttirmesi. Senaryo bir parça dramatizm eksikliği yaşıyor aslında ama her şeyi “gerçekte olduğu/olabileceği gibi” anlatma tercihi bu sonucu doğuran ve bu nedenle ne başlar gibi olan romantizmin ilerlememesi ne de iki arkadaş arasındaki gerilimin dramatik bir noktaya ulaşmaması rahatsız ediyor. Kendilerine hayat kaynağı olan bir doğa parçasını kirleten insanların hikâyesi üzerinden, yaşadıkları topraklarda birbirleri ile savaşan ve belki de bu topraklarla birlikte yok olmaya doğru ilerleyen toplumların hikâyesini okumak da mümkün sanırım. Başroldeki Gulzar Ahmed Bhat dahil çoğunluğu amatör olan oyuncularının başarısı ayrıca dikkat çekici. Sakin, yumuşak ve derdi olan bir film.
(“Azizler Vadisi”)

A.C.A.B.: All Cops are Bastards – Stefano Sollima : Şiddet dolu bir dünyada şiddeti sonuna kadar kullanan özel polis kuvvetleri. Mussolini resimlerinden faşizmin sembollerine, gücün idealleştirilmesinden faşizan bir kardeşlik ruhuna, İtalyan “çevik kuvvetlerinin” şiddet dolu hikâyeleri. Kimi sert sahneleri ile dikkat çeken film eleştiriden çok göstermeyi hedeflemiş görünüyor. Tüm hayatlarını saldırgan tehditler altında geçiren polislerin özel hayatlarındaki sıkıntıları da hikayesine ekleyen film sert müzikleri ile de atmosferini destekliyor ama tam olarak nerede durduğu konusunda bir tereddüte de neden oluyor. Polisten sıradan halka ve kaçak göçmenlerden futbol taraftarlarına herkesin kendi düşmanını ve nefretlerinin objesini yarattığını ve toplumun bir şiddet sarmalında yaşayıp gittiğini öne süren film oldukça karamsar bir tablo çiziyor seyirciye. Gerçek olaylara dayanan bir romandan uyarlanan hikâye 2008’de Cenova’da yapılan G8 zirvesinde protestoculara aşırı ve orantısız şiddet uygulanmasından da söz ediyor sık sık, futbol holiganlarının öldürdüğü polisten de veya polisin öldürdüğü genç bir futbolseverden de. Bu taraf tutmama seçimi belki de anlaşılır bir durum çünkü film bize içinde yaşadığımız dünyanın artık sadece ancak ve maalesef şiddet üzerinden açıklanabileceğini söylüyor. Bu şiddetin kimden kime uygulandığının bir önemi yok; dün işçileri coplayan polis bugün kendi hakları için bakanlığın önünde coplanabilir bu dünyada. Bir parça sert, temposu yüksek ve belki yorumlamaması ile biraz güvenli bir alanı seçmiş bir film.
(“B.P.C.C. Bütün Polislerin Canı Cehenneme”)

Hotel Noir – Sebastian Gutierrez : Festivallerde Amerikan filmlerinden uzak durmalı kuralını (evet bir genelleme bu ve tüm genellemelerde olduğu gibi tutmadığı zamanlar da oluyor neyse ki) unutmanın bedeli farklı olmaya çabalayan ama sıkıcılığa epey yaklaşan bir film ile karşı karşıya kalmak oldu. New York Observer’da çıkan bir eleştiri filmin Raymond Chandler’ın peşine düşen ama yolu Mickey Spillane’de biten bir çalışma olduğunu yazmış. Bu mükemmel tanım üzerine başka ne söylenebilir ki? Siyah-beyaz çekilen film özellikle 50’li yılların başyapıt düzeyinde örneklerini verdiği kara film türünü canlandırmaya çalışmış ama ne bu türe yeni bir içerik veya biçim katabilmiş ne de en azından orijinallerine yakışan bir düzeye çıkabilmiş. Aralıksız içilen sigaralar, “femme fatale” tanımının eşiğinden dönen karakterler, yumuşak bir erotizm, pardesülü erkekler, herkesin peşine düştüğü para ve havada sürekli asılı duran kuşku bulutu ile film kendisini seyrettirebilir türün meraklılarına ama zengin kadrosunun bile yok edemediği bir içeriksizlik ile karşı karşıya olduğunuzu düşündürtecektir sık sık.
(“Suç Oteli”)