Düşman – Muzaffer Arslan (1973)

“Dudaklarım hâlâ dudaklarının ateşi ile yanarken, beni gözünü bile kırpmadan başkalarının kollarına atmak zulüm değil de nedir?”

İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’deki Alman casuslarla mücadele eden bir Türk ajanın şarkıcı bir Alman kadınla iş birliğinin hikâyesi.

Muzaffer Arslan’ın yazdığı ve yönettiği bir film. Sinemamızda en azından o yıllarda pek örneği olmayan bir dönem filmi olmaya soyunan ama bir dönem filmi için gerekli koşulları pek de umursamayan bu Yeşilçam yapımı televizyonun Türkiye’nin hayatına süratle girmeye başladığı o tarihlerde, yapımcılığı da üstlenen Muzaffer Arslan’ın seyircinin ilgisini tekrar sinemaya çekme çabasının bir sonucu. Şöhretinin zirvesindeki Emel Sayın ile bir başka yıldızı, Kartal Tibet’i bir araya getiren film hiçbir inandırıcılığı ve elle tutulur yanı olmayan senaryo ile gidilebilecek bir yol olmadığını gösteren ve Arslan’ın birkaç sahnedeki mizanseni ile dikkat çeken bir çalışma. Emel Sayın’ın şarkıları, sinemamızın vasat rollerde harcanmış ismi Erden Alkan’ın performansı ve bir de nostalji arzusu için izlenebilir.

Yeşilçam filmlerinde o dönemde pek görülmeyen bir uyarı ile başlıyor film ve seyredeceğimiz olay ve kişilerin gerçekle ilgisi olmadığını söylüyor seyirciye. Belki de sansüre takılmamak için eklenen bu uyarının, filmin bir Türk ajanının Almanlara karşı verdiği mücadeleyi ve dolayısı ile resmî görevlileri anlatmasının bir sonucu olduğunu düşünebiliriz. Sinemanın asgarî gereklilikleri açısından bakıldığında ise, bu uyarıya pek de gerek yokmuş aslında; çünkü ne hikâyenin ne de karakterlerin gerçeklerle bir ilgisi olduğunu söylemek mümkün.

İlk sahne bir gece kulübünde geçiyor; aslında bir Sovyet ajanı olan (ajanın hangi ülke için çalıştığı söylenmiyor ama adından ve Almanlara karşı Türklerle ortak mücadele etmesinden onun SSCB için çalıştığı çıkarımını yapabiliriz) Natasha (Seyyal Taner) göbek dansına benzer bir dans icra etmektedir. Film 1940’larda geçmektedir ama kulüpteki seyirciler 1970’lerin kıyafetlerini giymektedirler. Bu sahneden berbat bir kesme ile bir yatak sahnesine geçiyoruz. Almanlar için çalışan bir kadın İngiliz ataşe ile yataktadır ve amacı adamın çantasındaki gizli bilgileri elde etmektir. Bu sırada dışarıda bir kadın, ajan Natasha karanlıkta bu eve doğru ilerlemektedir. Adam uyanır, yataktaki kadın onu vurur; diğer kadın eve girer, iki kadın silahlı çatışmaya girerler; Natasha kadını vurur ve gizli bilgilerin adamın çantasında değil, başındaki peruğun düşmesi ile ortaya çıkan bir yerde (!) olduğunu keşfeder ve bu bilgilerin fotoğrafını çekerek Türk ajana iletir. Bu ajan Kartal Tibet’in canlandırdığı Murat’tır ve Natasha’nın ifadesine göre hiçbir kadının unutamayacağı bir erkektir. Böylece magazin gazetelerimizin “Natasha Türk erkeklerine hayran oldu” manşetlerinin kökenlerinden birini de keşfetmiş oluruz. Tüm bu sahnelerin geçişlerindeki kaba kurgunun bir başka örneği ile tekrar gece kulübüne döneriz. Helga anne ve babası Alman olan ama Türkiye’de doğup büyümüş bir şarkıcıdır (“Helga Türk kültürüne hayran oldu” gibi manşetlerin kökeni de burada) ve bir Alman ajanı olan babası ile onu “vatana ihanet”le suçlayarak tartışmaktadır. Evet, Helga Almandır ama vatanı olarak Türkiye’yi görmektedir. Sonra Emel sahneye çıkar (hazırlanırken üzerinde olan mavi elbise sahnede siyah bir başka elbiseye dönüşür) ve Necip Celal imzalı ünlü tangoyu (“Sevdim Bir Genç Kadını” adı ile bilinen “Özleyiş”) seslendirmeye başlar.

Emel Sayın’ın hikâye boyunca “Yağmur Yağdı Kaç”, “Dinle Sevgili, Dinle”, “Çalma Kapımı” ve “Tanrım Beni Baştan Yarat” şarkılarını da seslendirdiği ve bunların pek çoğunu sonuna kadar dinlediğimiz filmde kullanılan diğer müziklerin tamamı yabancı eserlerden (ç)alınmış ve bolca, hoyratça kullanılmış. Kadınların “yola getirmek” için tokatlanması, bir kurbanın aynaya kendi kanı ile yazdığı yazının görsel bir malzeme olarak hiçbir yere bağlanmaması, Murat’ın aynı sahne içinde Helga’ya bazen sen bazen siz diye hitap etmesi, Helga’nın bilgi vermek için elini kolunu sallaya sallaya Türk emniyetine gitmesi veya casus Alman subay Hans’ın (Erden Alkan) evinde düzenlediği yemeğe şehirdeki tüm Alman casusları çağırması gibi saçmalıklar veya problemlerden bolca bulunan senaryoyu yazan Muzaffer Arslan’ın farklı bir hikâye yaratmak için yola çıkıp, bu kötü senaryoya ulaşması oldukça zarar vermiş filme. Hele bir “Helga’nın namusunu koruma” (ve filmin bakışına göre, Murat’ınkini de aslında) telaşı var ki hikâyenin, ne deseniz boş. Sanki Helga’yı bir başkasının yatağına sokan Murat’ın iradesi değilmiş gibi hikâyenin Murat’ın da namusunu umursaması tipik bir ikiyüzlülük ya da Türk milliyetçiliğini okşama örneği oluyor. Evet, Helga’ya bir seçim şansı varmış gibi davranıyor Murat (ve Muzaffer Arslan) ama onun yapması gerekenin ne olduğunu seyirci olarak biz de biliyoruz. Sonuçta Helga bir Almandır, önemli olan Türkiye’nin bekasıdır ve zaten Murat tüm kadınların taptığı bir Türk erkeğidir ve onu mutlu etmektir asıl olan. Oysa Helga’nın arada kalma durumu çok daha iyi, inandırıcı ve tarafsız bir bakışla işlenebilir ve hikâye bundan çok fazla yararlanabilirdi.

Muzaffer Arslan’ın buradaki yönetmenliği ise senaristliğinden daha iyi; üç farklı sahnede görüyoruz onun farklılık yaratma çabasının bu kez fazla aksamadığını. Hans’ın evindeki partide “şampanya bitecek” telaşı ve bunun neden olduğu gerilimi iyi anlatıyor yönetmen ama asıl olarak iki diğer sahnede (Helga’yı zehirleme ve Murat’ın Alman casusların arasından Helga’yı evin merdivenlerinden indirmeye çalışması) gösteriyor başarısını. Anılan bu son sahnenin kötü bir finalinin olmasına yapılabilecek tek yorum ise yazık olduğu. Romantizm, gerilim ve trajedinin birbiri ile uyumlu bir şekilde bir araya getirilemediği filmin bir diğer olumlu yanı ise Hans rolündeki Erdem Alkan’ın performansı. Emel Sayın ve Kartal Tibet’in aksamayan ama vasatı da geçemeyen performanslarının yanında nüansları olan tek performans onunki ve senaryonun önemli problemlerine rağmen karakterini canlı kılabiliyor diğerlerinin aksine.

Arım Balım Peteğim – Muzaffer Arslan (1970)

“İlk aşklar unutulmaz kalmalı, ben de unutmayacağım… giydiğim ilk topuklu ayakkabı gibi”

Genç bir kadının, özel dedektif olan babasının takip ettiği çapkın bir adama âşık olmasının hikâyesi.

Billy Wilder’ın 1957 tarihli “Love in the Afternoon” (Öğleden Sonra Aşk) filminden uyarlanan bir Yeşilçam yapımı. Elbette ne Wilder’ın filminin ne de o filmin senaryosunu yazan I.A.L. Diamond’ın yola çıktığı Jean Schopfer’in romanının adını anan film Yeşilçam’ın özellikle 1960 ve 70’li yıllardaki hızlı üretim döneminde bolca yaptığı “izinsiz esinlenme”lerin örneklerinden biri. Filme adını veren şarkının popülerliğine; Türkan Şoray’ın gençliğini, güzelliğini ve danslarını sunduğu performansına, Şoray ve Cüneyt Arkın ikilisinin yıldız cazibelerine ve Wilder filminden apartılan komedi ögelerine dayanan film bunlardan daha fazlasını sunmayan, seyircinin de daha fazlasını talep etmediğini bilmenin rahatlığı ile senaryo sorunları da dahil olmak üzere bunu dert de etmeyen bir tipik Yeşilçam filmi.

Türk Sanat Müziği’nin klasiklerinden biri “Arım Balım Peteğim” şarkısı. Pek çok sanatçı tarafından seslendirilen; sözleri Mehmet Erbulan’a, bestesi ise İsmet Nedim’e ait olan eserin en popüler olduğu tarihte çekilen bu filmde gerek bu şarkıyı gerekse Türkan Şoray’ın görüntüsünü ve danslarını kattığı diğerlerini Nesrin Sipahi seslendiriyor ve en azından işitsel açıdan keyif katıyor hikâyeye. Yeşilçam’ın bir dönem günün popüler şarkılarından yola çıkarak ve şarkının sözleri ile özellikle bir ilgi kurmanın peşine de düşmeden çektiği filmlerden biri olan çalışmanın senaryosunu Muzaffer Arslan ve Bülent Oran yazarken, yönetmenliğini Muzaffer Arslan üstlenmiş. Wilder’ın filminde baş karakterler arasındaki yaş farkının epey azaldığı ve dolayısı ile hikâyenin temalarından biri olmaktan çıktığı film bu değişikliğin de bir örneği olduğu gibi Yeşilçam’ın orijinali kopyalarken çoğunlukla onun ruhunu bir kenara koyup, özeti ile yetindiğini de hatırlatıyor.

Özellikle 1970’li yıllarda Yeşilçam filmlerinin popüler mekanlarından biri olan Tarabya Oteli’nde açılıyor film. Bir özel dedektif (Münir Özkul) aldatıldığından şüphelenen bir kocanın (yine abartılı oynayan ya da oynatılan Cevat Kurtuluş) isteği üzerine bir otel odasını gözetlemektedir. Ünlü bir çapkın (Cüneyt Arkın) bu odayı kendisine mesken edinmiş ve eşlik eden dört müzisyenle birlikte kadınları baştan çıkarmaktadır. Dedektifin kızı (Şoray) ihanete uğrayan kocanın adamı öldürmeye niyeti olduğunu öğrenince müdahil oluyor odaya ve gerisi beklendiği gibi ilerler. Aşk olur, sorun olur, sorun çözülür vs.

Muzaffer Arslan’ın filmi hikâyeyi yerlileştirirken bir sahnede namus kavramını öne çıkarıyor abartılı melodramatik bir konuşmanın (“Ya o kız ben olsaydım?”) konusu yaparak. Belki yine bu yerlileştirmenin ve “Belki öz baban gibi öpemedim ama öz oğlum gibi hissettim seni” gibi “Size baba diyebilir miyim?”vari konuşmalara olanak sağlama gayretinin sonucu olarak, hikâyeye bir de çocuk ekleniyor ki onun varlığı bir Bülent Oran senaryosundan ne bekliyorsanız, hepsini size fazlası ile sağlıyor. Nesrin Sipahi’nin sesinden “Arım Balım Peteğim” dışında “O Siyah Gözler”, “Aşkın Kanunu” ve “Yar, Saçların Lüle Lüle” şarkılarını da dinlediğimiz film bu şarkılar açısından oldukça yerli ama filmin diğer müziklerinin tamamı yine bir Yeşilçam geleneği olarak, herhangi bir telif hakkı derdi olmadan yabancı filmlerden çalınmış. Neyse ki Sipahi’nin yorumculuğu mükemmel, Şoray da muhteşem güzelliği ve sahne performansları ile onun şarkılarına çok iyi uyuyor ve -elbette ve sinema değeri açısından maalesef- hayli uzun tutulmuş konser sahnelerinde filme keyif katıyor. Filmin en büyük eğlencesi ise çapkın adamın aşk gecelerine hiç konuşmadan eşik eden dört müzisyen; Sami Hazinses, Kayhan Yıldızoğlu, Aziz Basmacı ve Ergun Köknar’ın başarılı performansları enstrümanları dışında sessiz olan bu karakterlerin göründükleri tüm sahneleri çok eğlenceli kılıyor. Wilder’ın filmindeki varlıkları çapkın kahramanımızın romantik konuşmayı pek becerememesi ve müzisyenlerin bu açığı kapatarak gerekli romantizmi sağlaması ile izah edilirken bu filmin böyle bir açıklamada bulunma derdi yok; adamın gerektiğinde gayet iyi konuştuğunu gördüğümüz sahnelerin de katkısı ile bir Türkiye hikâyesi için hiç de gerçekçi olmuyor elbette onların varlığı örneğin âşıklar birbirleri ile oynaşırken.

Çoğunlukla dramın, melodramın ve trajedinin sonuna kadar gidebilmek tek amacı gibi görünen Oran senaryosunun başta inandırıcılık olmak üzere ve elbette zorlama tesadüfleri de içeren sorunları var bekleneceği gibi. Kadının erkeğe -karakterindeki tüm kusurları ve bunun getireceği tehlikeleri bilmesine rağmen- ilk karşılaştıkları sahnede âşık olması ve hatta sitemkâr bir aşığa dönüşecek kadar duygularının ilerlemesi, ocaktan sızan gazla dolu bir odaya giren bir karakterin pencereyi açmak yerine sanki odanın dışındaymış gibi sandalye ile vurarak camı kırması, bir kurgu probleminin sonucu da olarak Şoray’ın konserde aynı şarkıyı söylerken trajik bir yüz ifadesinden bir şuh gösterisine geçivermesi ve bunun defalarca tekrarlanması, küçük çocuğa “büyümüş de küçülmüş” ifadesi ile açıklanamayacak laflar ettirilmesi veya arabada seks yapılırken kan anonsunun radyodan duyulduğu sahne (komedi olabilecek kadar saçma bir sahne bu) gibi pek çok örneği var bu problemlerin. Yalnız şunun da hakkını vermek gerek: Adam sahnede şarkı söyleyen kadına bakıp yanındaki kadınlara (sevgililerine) şöyle diyor: “Şahane bir kadın”. Gerçekten de şahane bir Türkan Şoray bu ve böylesine boş hikâyelerde bolca harcanması Yeşilçam tarafından ne yazık!

Bir sahnede el kamerası kullanarak o ana bir farklılık katmak dışında yönetmenin varlığını hemen hiç hissetmediğiniz filmde Şoray ile Arkın’ın tango sahnesi sinemamızda pek görmediğimiz türden ve iki yıldızın bu sahnenin hakkını verdiğini görmek ve karakterlerinin iktidar kavgasını danslarına yansıtmayı başardığına tanık olmak filmin sağladığı keyiflerden biri. Son bir not olarak, senaryonun hemen hiç işlemeden bıraktığı ve bu nedenle karşılıksız aşkının da anlamsız kaldığı, Bora Ayanoğlu’nun canlandırdığı Cem karakterinin ve tüm benzerlerinin kendi hikâyelerini anlatan filmleri hak ettiğini söyleyelim ve bu filmi Şoray hayranlarına ve katıksız Yeşilçamseverlere önerelim.

Ağlıyorum – Muzaffer Arslan (1973)

“Allah annemi aldı, bu kadın da seni alacak elimden, baba! Ayıracak bizi, baba. Bırakma beni. Benim senden başka kimsem yok. N’olur gel, baba. Gel baba, babacığım! Korkuyorum”

Ölen kız kardeşinin yerine geçerek, aradığı aşka kavuşan kadının trajik hikâyesi.

Muzaffer Arslan’ın yazdığı, yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği, 1973 yapımı bir Yeşilçam filmi. “Ağlıyorum Yine” isimli şarkıdan adını alan film, bu şarkıyı seslendiren Nilüfer’in sesinden ve şarkılarından bolca yararlanırken, Arslan’ın özenli yönetmenlik çalışması ile dikkat çekiyor. Buna karşılık Arslan yönetmenliğinde gösterdiği başarıyı senaristliğinde tekrarlayamamış ve ilkinde Yeşilçam kalıplarından nispeten de olsa sıyrılabilmiş olması ile takdiri hak ederken, ikincisinde Yeşilçam’ın en klişe unsurlarını acımasızca kullanarak filmini -en hafif ifade ile söylersek- sıradanlaştırmış.

“Ben senin annenim”den “Görüyorum doktor, görüyorum”a uzanan diyalogları feci halde Yeşilçam’ın tüm klişe sözlerinin izlerini taşıyan film oldukça umut vaat eden bir jenerikle açılıyor. Erim Gözen ve Sezgin Cerrahoğlu’na ait olan ve animasyonlardan yararlanılan jenerik kesinlikle çok özenli hazırlanmış ve filme keyifli bir giriş yapmamızı sağlıyor. Nilüfer’in “Ağlıyorum Yine” şarkısı eşliğinde seyretttiğimiz jenerik, müzik notalarından bir damla gözyaşına ve bıçağa hikâyedeki çeşitli objelere akıllıca göndermelerde bulunurken, filmin karakterlerinin siluetleri de yalın ve başarılı animasyonlarla jeneriğin başarısını artırıyorlar. Filmin estetik başarısı sadece bu jenerik ile kısıtlı değil üstelik; yönetmen Muzaffer Arslan ve görüntü yönetmeni Necati İlktaç nerede ise filmin her bir karesi üzerinde özenle düşünmüş ve tanıdık görünen sahneleri bile (örneğin kırda el ele koşan iki aşık görüntüsü) çekici kılmışlar. İki kardeşi de Filiz Akın’ın oynamasının yaratabileceği görsel problemin de Yeşilçam’ın alçak gönüllü koşuları içinde akıllı bir kurgu ile üstesinden gelmiş yönetmen. Kim bilir hangi yabancı filmden aşırılmış, uçurumdan düşen araba sahnesi bir kenara, filmin biçimsel açıdan ciddi bir sıkıntısı yok kesinlikle.

Filmin başardığı başka şeyler de var: Yeşilçam’ın hemen tüm şarkıcılı sahnelerinin ortak problemi olan senkronizasyon probleminin (burada Nilüfer’in sesi ile Filiz Akın’ın dudak hareketlerinin uyuşması) bile hemen hemen tamamen üzerinden gelmiş film ve bu sahneleri gerçekçi (ya da en azından kabul edilebilir) kılmış. Hatta Nilüfer’in şarkısının sadece piyano eşliğinde söylenen bir versiyonu bile hazırlanmış ki bu Yeşilçam için olağanüstü bir durum olarak açıklanabilir ancak. Bunu düşünenlerin neden pek çok sahnede bir oyuncu (Ediz Hun) sadece piyano çalar ve bir diğeri (Filiz Akın) şarkı söylerken duyduğumuz bateri ve keman seslerini umursamadığını anlamak zor kuşkusuz ama işte orası Yeşilçam dünyasının tüm haşmeti ile devreye girdiği yer, üstelik o yerlerden sadece biri. Arslan’ın hikâyesi hemen her ânı ile “ben bir Yeşilçam filmiyim” diye bağırıyor çünkü. Bir cinayet, iki kaza, bir tecavüz girişimi, bir kör olma, bir ameliyatla gözlerine kavuşma, bir intihar girişimi ve bir çocuğun (Kahraman Kıral) yürek parçalayan hıçkırıkları; işte tüm bunlar 1970’lerden bir yerli film seyrettiğinizi sürekli olarak hatırlatıyor size. İmkânsız tesadüflerin de aralarında olduğu ve nerede ise sınırsız kelimesi ile ifade edilebilecek sayıda gerçekçilik problemlerine sahip bir hikâye var karşımızda çünkü.

Sebebi ne olursa olsun küçücük bir çocuğu tek başına evde bırakan bir anne, hastalarla ilgili tüm bilgilere (adı, hastalığı, durumu, o sırada nerede olduğu, onu hastaneden kimin çıkardığı vs.) hâkim bir santral memuru, sevdiğinin sesini tanımayan bir kör adam, ölmekte olan bir kadının son anlarını canı gibi sevdiği oğluna telefonundan canlı olarak aktarması, yürürken düşüp bayılan bir kadının sanki intihara teşebbüs etmiş gibi, kendisine yardımcı olan adama “beni neden kurtardınız” diye tepki vermesi, oğlunu çok seven bir babanın onun kişsel gelişimine zarar verecek düşünce ve eylemlerden (başta kadın düşmanlığı olmak üzere) hiç çekinmemesi, onun bu duygularını bilen bir adamın buna rağmen ve üstelik hiç tanımadığı bir kadını onun evine getirmesi, sadece notalara bakarak şarkının güzelliğini anlayabilen bir gazino patronu… ve daha niceleri. Muzaffer Arslan anlaşılan hikâyesinde hiçbir endişe taşımamış gerçeklik açısından ve hiçbir ajitasyon fırsatını da kaçırmamış.

Özetlemek gerekirse, biçimsel açıdan başarılı, içerik açısından başarısız bir çalışma bu. Film, estetiği ve mizanseninin yanında, “Kalbim Bir Pusula”dan “Ağlıyorum Yine” ve “Neden”e popüler müzik tarihimizin tüm o muhteşem klasiklerini Nilüfer’in sesinden ve hikâyeye çok da ters düşmeyen bir şekilde karşımıza getirmesi ile de görülmeyi hak ediyor ve bir annenin küçücük oğlunun gözlerinin içine bakarak “Ölüm bile daha kolay” demesindeki saçmalığı affettiriyor. Görselliği ile çekici ama hikâyesi ile fazlası ile “Yeşilçam” kokan bir film bu.