Ecce Bombo – Nanni Moretti (1978)

“Bana göre, o gece deniz kenarında doğmasını beklediğimiz güneşin birdenbire arkamızda belirivermesi bir işaretti, anlamaya bir davet. Bana göre, biz hemen her konuda hata yapıyoruz. Hepimiz sıkılmış ve hayal kırıklığına uğramış durumdayız, biraz da yorgunuz. Politika ile aktif olarak ilgilenmeyi bıraktık; bu yükten kurtulduğumuz için mutluyuz. Eğlenmeye çalışıyoruz; ama bıkmış durumdayım çünkü eğlenmiyorum. Bir şeyler yapmayı başarmamız gerekiyor. Bugünlerde insanlar kendi işlerini yapmıyorlar ama başkalarına da yardım etmiyorlar. Her konuda başarısız; kadınlarla, ailelerimizle ve kendi aramızdaki ilişkilerimizde, okul hayatımızda, işte. Kendimizi değiştirmek ve büyükbabalarımıza benzememek için yapmamız gerekenleri konuşmak istiyorum, günlük her şeyde dürüst ve devrimci olmayı… Bir açılış konuşması için bunun uygun olacağını düşünüyorum”

1960’ların ikinci yarısında politik eylemlere katılmış, şimdi hayal kırıklığı ve belirsizlik içinde kendileri ile ve hayatla ne yapacaklarını bilemeyen genç arkadaşların hikâyesi.

Nanni Moretti’nin yazdığı ve yönettiği bir İtalyan yapımı. Yönetmenin 1976 yapımı “Io Sono Un Autarchico” ve 1981 tarihli “Sogni Doro” (Altın Düşler) ile birlikte, kendisinin Michele adındaki kahramanını canlandırdığı üçlemeyi oluşturan film İtalyan solu, gençliği ve toplumu üzerine ironik bir hikâye anlatıyor bize. Moretti’nin dramatik unsurları da olan bu komedisi çok konuşan, sorgulayan ama eylemsellikleri -hayal kırıklığı ile birlikte- sıfırlanmış İtalyan gençlerinin resmini çiziyor. Michele karakteri üzerinden bir yandan bencil öte yandan kendinden pek de hoşlanmayan gençlerin amaçsızlığı ve çıkışsızlığını ironik bir havada sergileyen film genel olarak özellikle 1968 sonrasındaki hayal kırıklığı ve sadece dünyayı değil, kendilerini de değiştiremeyen bir kuşağın hikâyesi olarak ilgi çekiyor. Politik ve eleştirel içeriği, ironiyi tüm süresine yayabilmesi ve tüm karakterlerinin “zavallı” hâli ile eğlendirmeyi de başaran film Cannes’da Altın Palmiye için yarışmış ve ayrıca Moretti’nin hınzır senaryosu İtalyan sinema yazarlarının En İyi Orijinal Hikâye ödülüne sahip olmuştu.

Moretti filmin adını İncil’de geçen “Ecce Homo” (İşte İnsan) adlı ifadeden esinlenerek koymuş. İsa’yı yargılayan mahkemeye başkanlık eden Pontius Pilatus’un, onu çarmıha gerilmeden hemen önce öfkeli kalabalığa göstererek söylediğine inanılan bir cümledir bu ve İsa’yı başında dikenli taçla gösteren sanat eserlerine verilen isim olarak da kullanılmaktadır. Moretti “Homo” yerine “Bombo” (Yaban arısı) kelimesini koymuş ve 1968’i yaşayan gençleri bu hareketin sonrasında göstermiş bize filminde. İsa’nın isyanı ile 1968 isyanını ve her ikisinin sonunu örtüştürmek istemiş olabilir Moretti bu seçimi ile. Bizim kahramanlarımız belki fiziksel olarak çarmıha gerilmiyorlar ama onun o anda hissetmiş olması gereken yalnızlığı ve acıyı hissediyorlar ve tuhaf yollarla kurtulmaya çalışıyorlar (ya da öyle görünüyorlar) bu duygularından. Moretti açılış jeneriğinde “Ecce Bombo” diye bağıran bir erkek sesini dinletiyor bize birkaç kez. Deniz kenarında geçen bir sahnede genç arkadaşlar güneşin doğuşunu beklerken, arkalarındaki yoldan geçen bisikletli bir yaşlı eskici adamdan da duyuyoruz bu ifadeyi daha sonra. Son olarak da genç arkadaşlardan biri belki de deniz kenarındaki adamı hatırlayarak bağırıyor “Ecce Bombo” diye, bitmek bilmeyen boş sohbetlerinin birinde. Yaban arısının özel bir anlamı var mı bilmiyorum ama özellikle de Ecce Homo’ya aşina olmayan bir seyirci için anlamsız gelebilecek bu isimlendirme başta Michele olmak üzere tüm karakterlerin absürt yaşam şekillerine ve anlamsızlıklarına bir gönderme olarak önem taşıyor.

Moretti’nin üçlemenin diğer iki filminde olduğu gibi kendisinin canlandırdığı Michele karakteri filmin en eğlenceli ve önemli kozlarından biri. İsyankâr, oldukça bencil, başta ailesi olmak üzere herkes ile çatışan, kadınlarla ilişkileri çoğunlukla bencilliğinden kaynaklanan nedenlerle sorunlu ve yaşadığı çağ ve toplumla uzlaşamayan ama 1968’den sonra bunların yerine ne koyulması gerektiği konusunda da kafası karışık bir genç Michele. Bir yandan bencil olup bir yandan da kendisinden nefret eden bir nesil bu ve bu tutarsızlığı sonucu olan komedi ile birlikte eğlenceli bir biçimde önümüze getiriyor Moretti. Apolitikleşmiş karakterleri anlatan ama politikayı bu karakterlerin günlük hayatlarında bir şekilde hep gösteren filmlerden biri bu. Bir filmin çekimini izlediğimiz açılış sahnesinde İtalyan sinemasının ırkçılığından söz edilmesi, sürekli olarak bir radyo programını arayıp Etiyopyalı arkadaşının görüşleri üzerinden İtalya ile ilgili yorumlar yapan adam, okulda oturma eylemi planlayan öğrencilerin tartışmaları, Şilili solcu müzik grubu Inti-Illimani’nin konserine giden çift, çeşitli toplantılarda burjuvanın parçalanması ve buradan sınıf mücadelesinin çıkarılması konuşmaları, bir aile ziyaretinde plağı çalınan Gino Paoli’nin İtalyan Komünist Parti üyeliği ile tanınan bir sanatçı olması, eğlenceli bir sahnede Michele’nin “Kızıllar, faşistler… hepsi aynı” diyen adama saldırması vs. pek çok örneği var filmdeki politikanın ama bunlar karakterlerin hayatında saman alevi gibi parlayıp sönüyor çoğunlukla ve hiçbir zaman da doğrudan bir politik eyleme dönüşmüyor.

Dört arkadaşın (ve sonra aralarına katılan bir beşincisinin) havalı cümlelerle konuşmaları; Fellini’den dadaistlere ve Marx’a uzanan göndermelerinin kanıtı olduğu birikimlerinin bir yere varmaması; etraflarını küçümsemeleri ama kendilerinin de kayda değer bir üretimleri olmaması; kadınlar ve cinsellik konularındaki bencil, çocuksu ve şımarık tavırları; -telefonda Tosca’dan bir aryayı dinletme sahnesinde olduğu gibi- aptalca oyunları ve -deniz kenarındaki sahnede olduğu gibi- konuşmaları ama birbirlerini dinlememeleri temsilcisi oldukları genç kuşağın sonuçsuz, belirsiz, zayıf arayışlarını ve en çok da hayal kırıklıklarını gösteriyor bize film boyunca. Onların bu durumunu Moretti, komedisinin kaynağı olarak kullanıyor ve bunu yaparken de karakterlerini tüm ciddiyetleri ile birlikte gösteriyor çoğunlukla. Böylece onların acınası ciddiyetinden karşımıza ironi dolu bir eğlence çıkıyor. Michele’nin filmin başlarında danslı partiye gitmeyi ama orada dans etmeyerek ve belli bir poz takınarak nasıl “cool” görüneceğini planladığı sahne bu eğlencenin önemli örneklerinden biri.

Oldukça bol konuşmalı bir hikâye bu ama konuşmalar hemen hep iletişimsizliğin de göstergesi oluyor. Michele’nin ailesi içindeki konuş(ama)maları örneğin, Moretti bu amaçla kullanıyor çoğunlukla; onun çalışma masasında kitap okuyan babasının ilgisini çekmek için yaptıkları, ilgi çekmeye çalışan babaya atılan tokat veya Michele’nin kız kardeşlerine beceremediği ağabeylik gösterileri yönetmenin bu çabasının eğlenceli örnekleri olarak gösterilebilir. Film dil olarak bugün biraz eski görünebilir ve ironisinin gücü her zaman yeterli olmayabilir ama mutsuz olduğu dünyayı / dünyasını değiştirmek için gereken çabayı harcamaktan uzak, kaybettikleri politik mücadele ile hiç örtüşmeyen bir şekilde kendisine odaklı yaşayan neslin bu hikâyesi politik arka plandan, ironiden ve meselesi olan komediden hoşlananlar için ilginç bir çalışma kesinlikle.

Film Ekimi 2015 – 2

Mia-MadreAnnem (Mia Madre) – Nanni Moretti : İtalyan yönetmen Moretti’nin İtalya – Fransa ortak yapımı filmi Amerikan sinemasının hemen sadece bağımsız sinemacılarının yapmaya çalıştığı bir şeyin peşine düşen, insanları hikâyeleri ile birlikte yine insanlara anlattığını her anında hatırlayan bir çalışma. Bir kadın yönetmenin özel ve iş hayatındaki sorunlar ile baş etme çabasını samimi bir dil ile ele alan film dramı ve mizahı bir arada götürmeyi denemesi ve bunu hemen her anında başarması ile dikkat çeken bir eser öncelikle. Hikâyenin dram ve mizahını dengeli ve birini diğerinin önüne geçirmeden götüren filmde John Torturro’nun eğlenceli performansı kaçırılacak gibi değil. Başta Arvo Pärt’ın eserleri olmak üzere müzikten de etkileyici biçimde yararlanan Moretti’nin filminin kendisinin de katkıda bulunduğu senaryosu karakterleri ve olayları gerçekçilikten sapmadan anlatması ile de önem taşıyor. Hikâye basit ve tanıdık gelebilir belki, rüya sahneleri yeterince başarılı olmayabilir ve duygusal açıdan olanı da dahil olmak üzere bir parça enerji eksikliği taşıyor olabilir ama yönetmenin annesi rolündeki seksen bir yaşındaki oyuncu Giulia Lazzarini’nin de çarpıcı bir performans sunduğu film Moretti adına bir yeni başarının daha adı oluyor. Bir çekim sahnesinda yaşanan aksaklıklar gibi hayli eğlenceli yanlarının yanında, ölüm gibi netameli bir konuya doğal bir biçimde yaklaşmayı başaran film alçak gönüllü tavrı ile de ilgiyi hak ediyor.
(“My Mother”)

Nahid – Ida Panahandeh : İran sinemasından bir ilk film. Ülke sinemasının “sosyal gerçekçi” filmlerinin arasına bir diğerini eklemiş Panahandeh ve başroldeki Sareh Bayat’ı adım adım takip eden kamera ile günümüz İran toplumunda bir kadının özgürlük, ikilemler, annelik ve aşk arasında bocalamakla geçen hayatını sade ve etkileyici bir biçimde getirmiş karşımıza. Oğlunun velayeti ile sevdiği erkek arasında kalan ve her ikisine de sahip olmaya çalışırken günümüz İran’ında kadın olmanın tüm gerçekleri ile yüzleşen bir karakteri anlatan hikâye zaman zaman dramatik gerilim eksikliği hissettirse de, yönetmenin eşi Arsalan Amiri ile birlikte yazdığı senaryo müthiş bir gözlemin sonucu olduğu açık olan diyalogları ve karakterlerinin davranış özellikleri ile sosyal gerçekçi tanımının altını tam anlamı ile dolduruyor. Baş karakterini iyi veya kötü olarak sınıflandırmadan, yaptıkları ve/veya yapmaya çalıştıklarını anlamamızı sağlayan hikâye ataerkil bir toplumdan muta nikâhına büyüme çağındaki bir çocuğun problemlerinden İran’daki toplumsal düzenin bireyler üzerindeki etkilerine pek çok temayı dengeli ve doğal bir üslupla ele alıyor. Ülkedeki sansür anlayışının farklı bir yaratıcılığa sürüklediği açık İran sinemasını ve özellikle kadın ile aşık olduğu adam arasındaki ikili sahnelerde bir “vuslata erememe” hali kendisini sürekli hissettiriyor ki filme farklı bir gerilim katıyor bu. Aynı iki karakterin bazen otelin güvenlik kamerasından bazense yönetmenin kamerasından tanık olduğumuz deniz kıyısındaki sahneleri ise hem sade ama vurucu görsellikleri hem de dile getirilemeyenleri anlatması ile filme ayrı bir seyir keyfi katıyor.

Habemus Papam – Nanni Moretti (2011)

“Tanrı’nın bende gördüğü yetenekleri arıyorum ama bulamıyorum”

Papa olarak seçilen bir kardinalin görevin sorumluluklarını yerine getiremeyeceği endişesine kapılması ile gelişen olayların hikâyesi.

Nanni Moretti’den elbette öncelikle İtalyanlar’ın çekebileceği bir film. Moretti’nin satir içeren ve senaryosunu Francesco Piccolo ve Federica Pontremoli ile birlikte yazdığı film hayli ilginç bir çıkış noktasından yola koyulan ama belki de konusunun “hassasiyeti” nedeni ile söylemlerinde keskinliğin eksikliğini hissettiren bir çalışma. İki usta oyuncunun sürüklediği film komediyi de alanına alarak ne derece doğru bir seçim yapmış tartışılır ama yine de filmin sadece konusu ile bile hayli ilginç olduğu açık.

Filmin Latince olan orijinal adı yeni bir Papa seçildiğinde Vatikan’da Aziz Petrus Bazilikası’nın balkonundan yapılan ve Katolik dünyanın yeni liderinin belirlendiğini tüm dünyaya duyuran bir cümle ve Türkçe’de “Bir Papamız Var” anlamına geliyor. Hikâyemiz eski Papa’nın ölümü ile açılıyor ve kardinaller arasında yapılan seçimle yeni Papa’nın belirlenmesini getiriyor karşımıza ve aslında asıl hikâye tam da bu noktada yani yeni liderin kapıldığı panik atak ve tereddüt ile başlıyor. Bu anlamda hikâye dramatik bir yan da içeriyor ama senaryo dini ve toplumsal epey malzeme içeren bu dramatizmi yeterince keskin de olmayan bir satir anlayışına bulayınca film bir türlü yeterince çarpıcı olamıyor. Yapılan seçimler sırasında kamera kardinallerin yüzlerinde gezinirken, iç sesler ile her birinin Tanrı’ya kendilerinin seçilmemesi için yakardığını göstererek görevin korkutuculuğunu vurgulayan film sürpriz bir şekilde seçilen yeni Papa’nın yaşadığı korkuyu ve dehşeti sanki biraz fazla yumuşak getiriyor karşımıza. Üstelik bu yumuşamada payı olan komedi havası da belki de karakterin Papa olması nedeni ile biraz fazla çekingen görünüyor. Senaryonun başka kusurları da var açıkçası. Yeni Papa’nın panik atağını tedavi için çağrılan psikiyatristin ateist olması veya Nanni Moretti’nin kendisinin canlandırdığı bu doktorun gizililik nedeni ile yeni Papa halka duyurulana kadar bazilikayı terkedemeyerek içeride kardinallerle vakit geçirmek zorunda kalması nerede ise filmin ana temasından hayli kopuk sahnelere yol açıyor. Örneğin bahçedeki voleybol turnuvası bölümü yavaş çekimleri ile de Fellini tarzı (örneğin “Roma” filminde rahiplerin defilesi sahnesi) bir komikliğe uzanır gibi yapıyor ve zaman zaman da sevimli yaşlılar eğleniyor formatına bürünüyor. Moretti’nin buradaki amacı muhtemelen Papa olarak dünyadaki milyonlarca insanın gözünde ruhani liderliğe yükselen bir bireyin de eninde sonunda insan olduğunu göstermek ama tüm bunlar filmde yerli yerine oturmuyor bir türlü. Psikiyatristin İncil’deki söylemlerden depresyonun izlerini bulup çıkarması veya kardinallerin dans etmesi gibi sahneler de kendi başına belki ilginç ve hatta eğlenceli ama senaryo bu tür sahneleri filmin teması ile güçlü biçimde ilişkilendiremeyince bağımsız birer eğlenceli ana dönüşüyorlar sadece.

Kendisi bir öndere ihtiyaç duyduğuna inanırken önder olması beklenen bir adamın trajedisini güçlü kılmak için yetersiz kalan senaryo filmin başarısına yeterli katkıyı sağlayamıyor olsa da Papa rolündeki Michel Piccoli ve sözcüsü rolündeki Jerzy Stuhr için bunu söylemek büyük bir haksızlık olur. İki deneyimli oyuncu ekonomik oyunları ile filme büyük bir seyir keyfi katıyorlar ve deneyim kelimesinin de canlı birer izahı oluyorlar film boyunca. Hikâyeye hemen hiçbir şey katmayan ve kendi başına da yeterince eğlence üretemeyen psikiyatrist karakteri veya aslında genel olarak filmin ana temasının dışında kalan diğer her şeyin çıkarıldığı bir senaryo muhtemelen çok daha keskin bir filmin ortaya çıkmasını sağlarmış diye düşünmemek elde değil. Kendisini mutlakiyetle tanımlayan bir kurum olarak din ile onun başına seçilen ama kendi kişisel tereddütlerini yaşayan bir adam arasındaki zıtlığın yine de seyrini gerekli kıldığı bu film Moretti’nin zarif anlatımının da etkilerini taşıyan ve Vatikan şehrinin görsel zenginliğini de başarı ile karşımıza getiren bir çalışma.

(“We Have a Pope” – “Bir Papamız Var”)