Toz Ruhu – Nesimi Yetik (2014)

“Metin, fantezinin kralı”

En büyük tutkusu arabesk müzik olan, temizlikçilik yaparak geçinen ve yalnız yaşayan bir adamın hikâyesi.

Nesimi Yetik ve Betül Esener’in birlikte yazdığı senaryodan Yetik’in çektiği ve yönetmenin ilk uzun metrajlı çalışması olan film sinemamızın son yıllardaki yüz akı örneklerinden biri. Bir hikâye anlatmaktan çok karakterlerin sergilendiği bir yapıyı tercih eden, bir olaylar zincirinden çok bir resim (gerçekçi, aşina ve sade bir resim bu) anlatan film, yalın dili ve sinemamızın sıkça aksadığı bir noktada, diyaloglarda gösterdiği başarı ile ayrıca önem taşırken, başoldeki Tansu Biçer’in olağanüstü performansının yanısıra yan karakterlerden birini canlandıran Ertuğrul Aytaç Uşun’un başarısı ile de dikkat çekiyor. Neyse ki sayısı kısıtlı kimi anlarda pek de gerekli görünmeyen farkılı kamera açılarını tercih ederek genel havasına aykırı düşen filmin “hikâye”sini ve karakterlerinin başlarına gelenlerini “umursamama” cesaretini göstermesini ve finaldeki beklenmedik görsel tercihini ayrıca takdir etmek gerekiyor.

Ailesinin karşı koymasına rağmen şarkıcı olmak için İstanbul’a gelmiş ve hatta zamanında bir kaset de yapmış bir temizlikçi Metin. Evlere ve bürolara temizliğe gidiyor ve anlaşılan uzun süredir hizmet verdiği müşterileri ile sıcak bir ilişkisi olan bu adamı film duygularını dizginlemiş bir şekilde getiriyor karşımıza hemen her zaman. Onu çok etkilediğini hissettiğimiz olayları bile sakinlikle ve -Tansu Biçer’in muhteşem bir vücut dili ve mimikleri ile süslü- sessizlikle karşılıyor. İstiklal Caddesi üzerinde kurulu bir platformda şarkı söyleyerek başvurduğu “Yıldız Sensin” yarışması, mecbur kalınca geçici bir süre evine sığınan manikürcü kız, İstanbul’da askerlik yapan ve izinlerini onun yanında geçiren yeğeni gibi öğelerin hayatına girmesi karakterimizi hiç kıpırdatamıyor gibi görünüyor. Oysa, özellikle manikürcü kızın gitmesinden etkilendiğini ve “içinde bir şeylerin kırıldığını” hissediyoruz (Tansu Biçer’e bir kez daha “bravo” buradaki performansı için!) adamın ama belki de şarkıcı olma hayallerinin gerçekleşememesinden kaynaklanan bir olgunlukla karşılıyor olan bitenlerin tümünü.

Bir bağımsız filmde, bir “sanat filmi”nde kolaylıkla tuhaf, gizemleri olan, ayrıksı bir karaktere veya bir ticari filmde bir karikatüre dönüştürülebilecek olan adamı, filmin tüm sadeliği içinde normal, gerçek ve doğal bir karakter olarak sergilemesi Nesimi Yetik’in en büyük başarılarından biri. Hiçbir şekilde adamı bir tuhaflıkla bir araya getirmiyor hikâye ve işte tam da bu bağlamda bakınca sinemamızın en iyi sergilenmiş (ya da çizilmiş) karakterlerinden birini oluşturuyor. Oysa diğer tüm karakterler için geçerli olduğu gibi adam hakkında da çok şey bilmiyor gibi görünüyoruz ama bir yandan da bunun eksikliğini hiç hissetmiyoruz. Evinde Özcan Deniz, İbrahim Tatlıses ve Müslüm Gürses gibi şarkıcıların posterleri asılı olan, yaptığı besteleri sürekli yanında taşıdığı küçük teyplere kaydeden ve zamanının büyük bir kısmını müşterilerinin temizlik işleri ve onlara eşlik etmekle geçiren bu adamın hikâyesini çoğunlukla tek planla oluşturulan sahnelerle anlatıyor bize Yetik. Karakterlerin görüntüye girip çıktığı tek çekimli bu sahneler bekleneceğinin (ya da korkulacağının) aksine bir monotonluğa/durgunluğa yol açmıyor. Kimi anlarda kameranın neden farklı bir konuma yerleştirildiğini (nerede ise gizli çekim havasında) anlamak mümkün olmasa da bu tür oyunlara başvurmadığında çok daha etkileyici olan bir çalışma bu.

Kahramanımızın yeğeni rolündeki Ertuğrul Aytaç Uşun’un göründüğü her sahnede doğal oyunu ile göz doldurduğu filmde kimi sahnelerdeki amatör oyunculuk bir parça farklı bir hava yaratması nedeni ile rahatsız ediyor. Örneğin Melda Öner bağımsız filmlerde sıkça gördüğümüz bir amatörlükle canlandırıyor karakterini. Buna karşılık tüm karakterlerine çok iyi yazılmış diyaloglar aracılığı ile üzerinde çok rahat oynanabilecek bir alan sağlıyor film. Hemen tüm konuşmalar, örneğin uzun uzadıya gösterilen asker kıyafeti alışverişi sahnesindekiler, adeta gizlice kaydedilen bir gerçek konuşmadan aynen alınmışcasına sahici duruyor. Bu karakterlerle rahatlıkla sinemamızın “bunalım filmleri”nden birine dönüşebilecek hikâyenin bu denli gerçek görünmesinde ve işte örneğin tepeden İstanbul’u seyrederken bir yandan içen bir yandan da çalan türküye eşlik ederek oynayan amca ve yeğeninin görüntüsünün bu denli çarpıcı olmasında tüm bu diyalogların çok önemli bir payı var kesinlikle.

Nesimi Yetik’in üniversiteden arkadaşı olan ve intihar ederek hayatına son veren Selman Karaca’ya ithaf ettiği film hikâyeye akıllıca yedirilmiş bir şekilde bize bir “yiten dünya” anlatmaya da soyunmuş ve bunun da üstesinden gelmiş. Eskiden konser organizatörü olan ama şimdi asıl olarak Çin’den küçük elektronik eşya ithalatı işine girişen organizatörün bu dönüşümünden aynı adamın bir sahnede “albüm mü kaldı artık?” diyerek değiştiğini vurguladığı müzik dünyasına, kahramanımızın kayıtlarını küçük bir el teybine yapmasından hâlâ bir kasetçalar kullanmasına veya hikâyedeki tüm o yaşlı karakterlere ve onlardan birinin kitaplık temizliğine hep artık sona eren bir şeyleri odağına almış hikâye. Mekanların genellikle Beyoğlu’nun “eski” bölgelerinde olmasının da desteklediği bu durum günümüzün hız ve şiddet dolu hayatında karakterimizin ayrıksı bir noktada durduğunu da anlatmaya yarıyor kuşkusuz.

“Küçük” bir insanın “küçük” dünyasını, onu sömürmeden anlatan, hemen tüm görüntülerinde yer alan bir karakteri mahremiyetini koruyarak anlatan film herkese göre değil şüphesiz, özellikle de “olay” görmek isteyenlere göre değil kesinlikle. Belki özel bir sinema dili oluşturamamış ama çok iyi yakalanmış gözlemleri tam bir dürüstlükle perdeye getiren bir film bu ve kesinlikle ilgiyi hak ediyor.