Anatomy of a Murder – Otto Preminger (1959)

“On iki kişi bir odaya girer: On iki farklı zihin, on iki farklı kalp, on iki farklı meslekten; on iki çift göz ve kulak, on iki farklı suret ve beden. Bu on iki kişiden, kendilerinden birbirlerinden olduğu kadar farklı bir insan hakkında hüküm vermeleri istenir… ve bu hükmü verirken tek bir akıl gibi davranmak, aynı fikirde olmak zorundadırlar. İnsanın karmaşık ruhunun mucizelerinden biri sayesinde başarırlar bunu ve çoğu kez de doğru karar verirler. Tanrı jürileri korusun”

Karısının kendisine tecavüz ettiğini söylediği bir adamı öldürmekle yagılanan bir adamı savunma görevini üstlenen bir avukatın müvekkilini koruma ve gerçeği bulma çabasının hikâyesi.

Kitaplarını Robert Traver adı ile yazan ve filme kaynak olan romanının başarısından sonra adalet dünyasında avukat, savcı ve sonra da yargıç olarak çalıştığı mesleği bırakarak kendisini yazmaya veren John D. Voelker’in aynı adlı kitabından uyarlanan bir ABD yapımı. Voelker’in avukat olarak görev yaptığı ve 1952’de yaşanan gerçek bir vakaya dayanan kitabın bu sinema uyarlamasının senaryosunu Wendell Mayes yazarken, yönetmenliği Otto Preminger üstlenmiş. Amerikan sinemasının en başarılı yargılama süreci filmlerinden biri olan çalışma, hiçbirini kazanamadığı ve aralarında En İyi Film’in de bulunduğu 7 dalda Oscar’a aday gösterilmişti. Filmde kısa bir rolü de olan Duke Ellington’ın müziklerini hazırladığı film 2,5 saati aşan süresine ve önemli bir kısmı mahkeme salonunda geçmesine rağmen; Preminger’in başarılı yönetmenliği, Hollywood tarzı ustalıklı bir zanaatkârlıkla oluşturulmuş dili ve oyuncularının başarısı ile su gibi akıp giden bir sinema yapıtı. İlk bakışta yargılama süreçleri ve özellikle de yargıç karakteri üzerinden bir Amerikan adalet sistemi övgüsü olarak görülebilecek olsa da, finalinin de doğruladığı gibi hem sistemin kendisine hem de aktörlerine eleştirel, hatta alaycı bir bakışı olan önemli bir film bu.

Daha ilk karesinde Saul Bass’ın elinden çıktığını kanıtlayan bir jenerikle açılıyor film. Bass bir insan bedenini basit animasyonlarla karşımıza getirirken, bu ceset üzerinden filmin bir cinayetin analizini yapacağını etkileyici bir şekilde gösteriyor. Bu jeneriğe eşlik eden Duke Ellington melodileri de içerdiği caz havası ile jenerikle başlayarak tüm filme yayılan bir kompleksliği ima ediyor; ne cinayet ne onun parçası olanlar ne de onları yargılama sürecinin aktörleri basit tanımlamalara sığdırılabilecek bir içerikle geliyorlar karşımıza çünkü. Önce davayı alacak olan avukatla tanışıyoruz; eskiden savcılık yaparken bu görevini kaybetmiş, şimdi pek de müşterisi olmayan bir avukattır Paul Biegler (James Stewart). Maaşını alamamaktan yakınsa da patronuna hayli bağlı olan bir sekreteri (Maida Rutledge) ve avukatlık yeteneklerini alkol düşkünlüğü nedeni ile kaybeden yaşlı bir yardımcısı (Arthur O’Connell) olan avukat, kocasını savunması için Laura Manion adındaki bir kadından (Lee Remick) telefon alır: Frederick adındaki adam (Ben Gazzara) karısına tecavüz ettiği gerekçesi ile bir adamı öldürmüştür. Avukatımızın karşısında mahkemede iki savcı vardır: Lodwick (Brooks West) ve ona yardıma gelen kıdemli savcı Dancer (George C. Scott). Mahkemeye başkanlık edecek isim ise tecrübeli bir yargıçtır (Joseph N. Welch) ve hikâye boyunca adalet sürecinin doğru sonuç vermesinin kişilere ne kadar bağlı olduğunun kanıtı olacak kadar tarafsız ve ideal bir adalet adamıdır.

Cinayetin kimin tarafından işlendiği konusunda hiç kimsede bir tereddüt yoktur; tartışılan konu katilin bu cinayeti bilinçli ve planlayarak mı işlediği, yoksa öyle bile olsa “önlenemeyen bir dürtü”nün etkisinde kalarak mı bu eylemi gerçekleştirdiği olur. Yargılama süreci boyunca her iki tarafın ortaya koyduğu deliller, tanıklar, bilim adamı destekli savunma kurguları ve karşı tarafı alt etmek için girişilen oyunlara tanık oluyoruz bekleneceği şekilde ve hikâye iki tarafı da güçlü ve zayıf yanları ile göstererek hem finalin nasıl olacağı konusunda merak uyandırıyor hem de zaman zaman bir futbol maçının oynandığı stadyuma dönüşen mahkeme salonunda gerilimi (ve arada da küçük mizah anlarını) hep koruyarak ilgiyi hep canlı tutuyor. İlk bakışta tüm hikâye bir adalet güzellemesi olarak algılanabilir; oysa daha dikkatli bir bakışla bu güzelleme görünümünün altında Preminger’in eleştirel bir öykü anlattığı görülüyor. Bu yazının girişinde yer alan sözlerdeki ”… çoğu kez de doğru karar verirler” ifadesindeki “çoğu” sözcüğü bile tek başına bir eleştiri aslında ve kaldı ki mahkeme salonundaki tarafların jüri üyelerini nasıl kolayca manipüle edebileceğinin pek çok örneğini görüyoruz hikâye boyunca. Adaletin yargılayan, suçlayan ve savunanların kişisel yetkinlikleri ile çok yakından ilişkili olduğuna ve bu yetkinliklere sahip olmayanların akıbetlerinin nasıl bir tehlike altında olabileceğine tanık olmamızı sağlıyor film.

Adına yakışır bir şekilde vakayı ele alıp analizini yapıyor film ve bunu yaparken Amerikan sinemasının anaakım filmlerinde o güne kadar pek görülmeyen bir şekilde “tabu” konulara da giriyor. Sperm, tecavüz, boşalma, penetrasyon gibi sözcükler uçuşup duruyor mahkeme salonunda. İç çamaşırı örneğinde olduğu gibi bu sözcükleri eğlenceli bir mizahın da nesnesi yapıyor bazen ve dönemin Hollywood anlayışından oldukça uzaklaşıyor. James Stewart’ın zahmetsiz görünen ama tam bir olgunluk örneği olan oyunu özellikle mahkeme salonundaki sahnelerde kendisini gösterirken, karşısındaki George C. Scott kibirli ve güçlü savcıda gösterişli bir performans sunuyor. Ben Gazzara ve Lee Remick karakterlerinin şüphe uyandıran yanlarını incelikle getiriyorlar karşımıza ve hikâyesi filme renk katsa da bir parça fazla Hollywoodvari bir azim ve başarı öyküsü olan karakterinde Arthur O’Connell sağlam bir yardımcı oyunculuk sunuyor.

Mahkeme salonuna ilk kez yaklaşık 100. dakikada giren film duruşma sahneleri ile diğerleri arasında ideal görünen bir denge kurmayı başarmış. Bol konuşmalı bölümlerinde tempoyu hiç düşürmüyor ve sözlü çatışmalar, espriler ve sorgulamalarla seyirciyi elinde tutmayı beceriyor. Savcı ve avukatın karar öncesi kapanış konuşmalarına yer vermeyerek gereksiz bir klişe gösteriden uzak durmuş film ve hikâyeyi klasik bir mahkeme şovu öyküsü olmaktan kurtarmış. Bunun yerine, adalet sisteminde ve hukukta insan faktörünün neden olduğu ve insanın doğasından kaynaklanan riskleri, doğru ve gerçeğin birbirleri ile ilişkisi ya da ilişkisizliği ve gerçek bir adaletin mümkün olup olmadığı üzerine bir hikâye anlatmayı tercih eden film, klasik Hollywood yapıtlarının ustalığından yararlanan ama onun klişelerine çok da yaslanmayan bir yapıt olmayı başarıyor. Bir yandan entelektüel olup bir yandan da sıradan insana kolayca erişebilen film Sam Leavitt’in siyah-beyaz görüntü çalışması ve özellikle duruşma sahnelerindeki kamera kullanımı ile de dikkat çekiyor. Ellington’ın seyirciye hep doğrudan seslenen ve hatta onu kışkırtmaktan da çekinmeyen notalarını sadece duruşma sahnelerinde kullanan film, sözü geçen bu sahnelerin sadece diyaloglar ve kamera aracılığı ile algılanmasını istemiş anlaşılan ki bu da doğru bir seçim olmuş gibi duruyor. Özetle ifade etmek gerekirse; iyi yazılmış, iyi oynanmış ve iyi sahnelenmiş bir Hollywood klasiği bu Otto Preminger filmi ve mutlaka görülmeli.

(“Bir Cinayetin Tahlili” – “Bir Cinayetin Anatomisi”)

The Man with the Golden Arm – Otto Preminger (1955)

“Ben mi? Ona dokunmasına izin vermektense, kolumu kesip atmayı tercih ederim. Hastanede benimle ilgilenen Doktor Lennox ki çok iyi bir adamdır bana en az on defa dedi ki “Frankie, buradan çıktıktan sonra sadece bir kez bile kullanırsan, tekrar bağımlı olursun”. Benim için meraklanmana gerek yok, dostum”

Gördüğü tedaviden sonra serbest bırakılan bir uyuşturucu bağımlısının bir caz orkestrasında davulcu olmaya ve eski alışkanlığından uzak durmaya çalışmasının hikâyesi.

Nelson Algren’in ABD’de prestijli “National Book” ödülünü kurgu eser dalında kazanmış 1949 tarihli ve film ile aynı adı taşıyan romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Kitaptan başta finali olmak üzere hayli uzaklaşan ve bu nedenle de Algren tarafından sahiplenilmeyen filmin senaryosunu Walter Newman, Lewis Meltzer ve jenerikte adı geçmeyen Ben Hecht yazarken, yönetmenlik koltuğunda Otto Preminger oturmuş. Amerikan sinemasında uyuşturucu bağımlılığını konu alan ve kullanımın gösterildiği ilk filmlerden biri olan eser bu “cüretli” içeriği nedeni ile Türkiye’de sansürden geçememiş ve vizyona da hiç girememişti. Hikâyenin kahramanı Frankie’yi canlandıran ve Oscar’a aday gösterilen (filmin diğer iki adaylığı Siyah-Beyaz Sanat Yönetimi ve Müzik dallarında olmuş) Frank Sinatra’nın parlak bir performans sunduğu film, başta finali olmak üzere “Hollywoodvari” havaya sık sık bürünse de; Preminger’in hiç aksamayan yönetmenlik becerisi, Elmer Bernstein imzalı sağlam müzikleri, o zamanlar tabu sayılan bir konuya el atma cesareti ve ortalama bir Hollywood filminde bile hiç aksamayan hikâye anlatma ustalığının burada da yer alması ile ilgiyi hak eden bir yapıt. Kesinlikle bir başyapıt değil ama aynı kesinlikle bir klasik bu çalışma.

Otto Preminger bu filmden üç yıl önce, 1953’te çektiği ve F. Hugh Herbert’ın aynı adlı sahne oyunundan uyarlanan “The Moon is Blue” (Ay Mavidir) ile Hollywood’da ortalığı karıştırmıştı; o tarihte hâlâ yürürlükte olan ve sansürün kurallarını belirleyen Hays yasasına aykırı bir şekilde senaryo o güne kadar kullanılmayan kelimelere (örneğin “bâkire”) yer veriyordu çünkü. O filmi ile sansür anlayışının değişmesi için adım atılmasını sağlayan Preminger bu filmi ile de bir başka tabuyu devirmiş, Sinatra ve ona eşlik eden Kim Novak ve Eleanor Parker gibi yıldız isimlerden de aldığı güçle. Hollywood’daki sol isimlerle yakınlığı nedeni ile FBI’ın takip altında tuttuğu ve hatta bir süre pasaportuna el konulan Preminger 1959’da da “Anatomy of a Murder” (Bir Cinayetin Anatomisi) ile “tecavüz” ve “sperm” kelimelerini Hollywood’a kabul ettirerek sansürün değişmesi çabalarının önde gelen sahiplerinden biri olmayı sürdürmüş. Bugünün seyircisi için akıl almaz görünebilir sansür mekanizmasının karşı çıktıkları ama o dönemin oldukça katı gerçeklerinden biriydi bu ve yıllar boyunca da sinemacıların elini kolunu bağlamıştı.

Filmin bugün bir klasik kabul edilen afişini de hazırlayan Saul Bass’ın sade ve ilginç jenerik çalışması ile birlikte Bernstein’ın caz esintili güçlü müziğini de dinlemeye başlıyoruz. Açılış sahnesinde bir otobüsten elinde iki koca bavulla inen Frankie (Frank Sinatra) ile tanışıyoruz öncelikle. Zorunlu olarak gittiği hastane – cezaevi karışımı bir yerden yeni ayrılan ve artık “temiz” olan bir adamdır Frankie ve eski mahallesine geri dönmüştür. 6 aylık ceza ve tedavi sürecinde davul çalmayı öğrenmiş ve bir orkestraya girerek yeni bir hayata başlamak arzusundadır. Onu bekleyen eşi (Eleanor Parker) tekerlekli sandalye mahkumdur ve adamın eski sevgilisi de (Kim Novak) onlarla aynı apartmanda oturan ve bir gece kulübünde çalışan seksi bir kadındır. Mahallenin uyuşturucu satıcısı Louie (Darren McGavin) peşine düşüp onu tekrar uyuşturucuya çekmeye çalışırken, yasa dışı kumar oynanan bir mekânda önceden “kasa adına kâğıt dağıtıcılığı” yapan (kâğıtları dağıtırken kasa adına kumar da oynayan) Frankie’nin patronu Schwiefka da (Robert Strauss) onun çok yetenekli olduğu işine geri dönmesini istemektedir. Özürlü karısının sürekli yarattığı vicdan azabı ve elbette uyuşturucunun sürekli çağıran sesi kahramanımızın hedeflerine ulaşmasının önünde büyük engeller oluşturmaktadır.

Filmin adındaki “Altın Kol” ifadesi hem Frankie’ye davulcu olarak yeteneği nedeni ile tedavi sürecindeki hocasının taktığı ismi hem de adamın uyuşturucuyu aynı kolundan vücuduna zerk etmesine bir gönderme. Altın Kollu Adam’ın kendisini eski dünyasına geri sokmaya çalışan kişi ve olaylarla mücadelesinden galip çıkıp çıkamayacağı filmin ana gerilim kaynağını yaratıyor. Bu savaşın sonucu kitap ile film arasında çok önemli ölçüde fark göstermiş: Gerçekleşen bir ölümün faili değişirken, kahramanımızın kitapta kısa süreli bir heves olan davulculuğu burada önemli bir yeteneğe dönüştürülmüş. Baş karakter romanda 20’li yaşlardayken, onu canlandıran Sinatra’nın o sırada 40 yaşında olduğunu da düşününce yıldız oyuncunun varlığının hikâyeyi yönlendirdiği ortaya çıkıyor ki bu da Hollywood için oldukça normal bir tutum. Bunun yanında, bu filmi oyunculuk kariyerindeki iki önemli dönüm noktasından biri (diğeri Fred Zinnemann’ın 1953 yapımı “From Here To Eternity” (İnsanlar Yaşadıkça) filminde rol alması) olarak tanımlayan Sinatra’nın performansı oldukça parlak ve oyuncu bir yıldız olarak değil, has bir sanatçı olarak gösteriyor kendisini. Uzun bir tek çekimle gerçekleşen uyuşturucu krizi sahnesinin sağlam performansının en önemli örneklerinden biri olduğu hikâye boyunca Sinatra karakterinin tereddütlerini, kendisine ve etrafındakilere karşı verdiği savaşı ve hissettiği çıkmazları oldukça güçlü bir biçimde sergiliyor. Kim Novak senaryonun onu kilişe bir tiplemeye yerleştirmesinin, Eleanor Parker ise yine senaryonun onu abartılı oynamaya zorlamasının sıkıntılarını yaşasalar da üzerlerine düşeni yapıyorlar.

Otto Preminger sağlam sinema duygusu olan bir sinemacı olarak yönetmenliğinde aksamıyor hiç. Zaman zaman ufak oyunlarla (örneğin uyuşturucu kullanımına hazırlık sırasında davulun ritmine göre kurgulanan görüntü ve kullanım sırasında karakterin yüzüne yapılan zum) hikâyenin dinamizmini koruyan yönetmen, Sinatra’nın performasından çok etkileyici bir biçimde yararlandığı son kumar sahnesinde sinemacılığının sağlamlığını kanıtlıyor bir kez daha. Frankie ile Louie’nin bardaki bir karşılaşmaları kamera hareketleri ve açıları, kurgusu ve yakın planları ile bu adamlardan ilkinin sıkışmışlığını gösterir ve haber verirken, sinema derslerinde üzerinde durulacak güzellikte bir bölüm yaratmış yönetmen. Öncelikle finali olmak üzere film Hollywood alışkanlıklarından sıyrılabilseymiş daha iyi bir sonuç çıkabilirmiş ortaya ama yine de Preminger’in bu filmi -yeterince şaşırtıcılık ve yenilik içermese de dili ve konusu açısından, dış çekimlerin çoğunun stüdyoda gerçekleştirildiği kendisini fazlası ile belli etse de ve uyuşturucu bağımlılığı açısından bazı inandırıcılık sorunlarına sahip olsa da- ilgi ile seyredilebilecek bir çalışma.

(“Altın Kollu Adam”)

Bonjour Tristesse – Otto Preminger (1958)

“Çok çekici ve kibar biri. Onu uyarmak istiyorum ama beni anlamayacaktır. Onun hoşlandığı hiçbir şey ilgimi çekmez çünkü etrafımda bir duvar var. Unutamadığım anılarla örülmüş görünmez bir duvar…”

Zengin ve çapkın babası ile birlikte yaşayan genç bir kızın, babasının ilgi duyduğu güçlü bir kadının mutlu hayatını değiştireceğinden korkması ile gelişen olayların hikâyesi.

Fransız yazar Françoise Sagan’ın henüz on sekiz yaşındayken yazdığı ve büyük bir ilgi ile karşılanan aynı isimli romanından uyarlanan bir A.B.D.ve İngiltere ortak yapımı. Senaryosunu Arthur Laurents’in yazdığı filmi Otto Preminger yönetmiş ve başrollerde de hayli zengin bir kadro yer almış. Bir başyapıt olmasa da klasikler arasına girmeyi başaran film, oyuncuları ve Preminger’in zarif yönetmenliği ile 1950’lerin havasını etkileyici bir şekilde getiriyor önümüze ve görülmeyi hak ediyor. Genç kız ile babası arasındaki “aşırı bağlılık” ve hayatlarını keyif almak üzerine kurmuş bu ikilinin etraflarındakileri “kullanma” alışkanlıkları gibi ilginç yanları olan film -her ne kadar pek böyle bir hedefi olmasa da- zenginlerin hak ettiklerini düşündükleri şımarıklığı sergilemesi ile de önem taşıyor.

Sagan kendisini kelimenin tam anlamı ile bir günde üne kavuşturan romanının adını Fransız şair Paul Éluard’ın bir şiirinin açılış dizelerinden (“Hoşça kal hüzün / Günaydın hüzün”) almış ve hayatın tadını çıkarmaya kararlı bir baba kızın hikâyesini anlatmış. Aralarına giren bir kadını bağlılıklarına ve yaşam düzenlerine bir tehdit olarak gören genç kadının oynadığı oyunların neden olduğu trajik hikâyeyi geri dönüşle ve genç kadının ağzından anlatıyor film. Yönetmen Preminger hikâyenin “günümüzde” ve Paris’te geçen bölümünü siyah-beyaz görüntülerle anlatırken, Riviera’daki geçmiş için renkli görüntüleri tercih etmiş. Bunun da nedeni açık: Açılışta genç kadının hüzünlü bir sesle söylediği gibi, artık hayat hep bir duvarın arkasında ve hüzünle yaşanırken, trajik olaya kadar Riviera’daki günler renkli bir mutluluğun anılarını taşımış hep. Hikâye bugünle açılıyor ve genç kız şimdi içinde hep kalacak olan hüznün nedenini açıklıyor bize geriye dönerek. Senaryo bugün ile geçmiş arasında gidip gelirken, film seyircisini öncelikle kadrosu ile etkiliyor hikâye boyunca. Baba rolündeki David Niven ile tekrar hayatına giren ve ailenin düzenini “bozan” kadını oynayan Deborah Kerr klasik ve sağlam oyunculukları ile karakterlerinin hakkını veriyorlar. Niven’ın artık genç olmasa da playboy hayatından vazgeçemeyen adamı oynarken sergilediği nüanslı oyun ve Kerr’in güçlü karakterinin zayıflığa teslim olmasının trajedisini yansıtan performansı filmin en sağlam kozlarını oluşturuyor. Jean Seberg ise hem olumlu hem olumsuz eleştiriler almış sinemadaki bu ikinci tecrübesinde; genç ve duru güzelliğinden etkilenmemek mümkün değil oyuncunun ve bu özelliklerini karakterinin rahatlığı ve umursamazlığı ile etkileyici bir biçimde birleştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Aksayan bir yönü varsa oyuncunun performansında, o da anlatıcı olarak sesini dinlediğimiz anlar; bu bölümlerde nedense önündeki satırları okuduğunu hissediyorsunuz oyuncunun ve her zaman zaten pek de etkileyici yazılmış görünmeyen (ya da en azından sinemada, romanda durduğu gibi durmayan) bu satırlar bir parça yapay kalmışlar.

Filmin kadro açısından zenginliği bu üç yıldız ile sınırlı değil: Adamın son sevgilisi Fransız kadını oynayan Mylène Demongeot (seksî karakterini keyfili bir biçimde canlandırıyor ve takdiri hak ediyor performansı ile), bir kulüpte şarkıcı olarak karşımıza çıkan ve film ile aynı adı taşıyan hüzünlü şarkıyı söyleyen Juliette Gréco, genç kıza aşık olan hukuk öğrencisini canlandıran Geoffrey Horne, onun annesini oynayan ve kariyeri sessiz sinema döneminde başlayan Martita Hunt ve zengin Latin Amerikalı rolündeki Walter Chiari de yer alıyorlar filmde ve Hollywood’un görkemli döneminin ihtişamına yakışan performanslar sergiliyorlar.

Preminger’in favorilerinden biri olan bu filmi özellikle Fransa’da hayli beğenilirken, Amerikalı eleştirmenler filmi “yeterince Fransız” bulmamışlar. Bu çelişki Preminger’i eğlendirmiş ama açıkçası filmin bir probleminin de açıklayıcısı bu. Hikâye temaları ile epey Fransız ve bu da doğal çünkü bir Fransız yazarın romanından uyarlanmış. Ne var ki Preminger filmini anlatırken Hollywood’dan yeterince uzaklaşamamış görünüyor ve böyle olunca da film yarı Amerikan yarı Fransız bir havaya bürünmüş. Filmi seyrederken sık sık yeterince ileriye gitmediğini hissediyorsunuz hikâyenin ve bir anlamda Amerikanlılığın Fransızlığa engel olduğunu hissediyorsunuz. Yine de hikâyenin bazı “cüretkâr” yanları varlıklarını korumuşlar; bekâret konusu, baba ve kızının yaşadığı hayatın açık bir eleştiri konusu yapılmaması ve Avrupa’ya özgü bir “özgürlük” havasının hikâyede varlığını hep hissettirmesi gibi unsurlar filmi farklı bir konuma koymaya yetiyorlar çoğunlukla. Baba ile kızı arasındaki ilişki için bir eleştirmen “duygusal ensest” ifadesini kullanmış ki açıkçası çok doğru bir tanımlama bu. Seksi bir kenara bırakırsanız, iki birey arasında olabilecek her türlü unsuru barındıran bir ilişkileri var ikilinin ve aralarına birilerinin girmesi de pek mümkün görünmüyor. Hikâyenin finali de bunu doğrularken, hayatlarına giren ve onları hep peşlerinden takip edecek olan trajedi ile ilgili suçluluk duygusunun bile yaşam tarzlarını değiştirmeye yetmeyeceğini anlıyoruz. Sonuçta zengin ve bir kadından diğerine geçen çapkın bir baba ve bir sahnede ayna karşısında kendisine söylediği gibi “şımarık ve tembel” (ve ayrıca bencil) kızının oluşturduğu bir ikili bu ve işte bu hikâyede olduğu gibi birinin kıskançlığı ve korkuları, diğerinin uslanmaz çapkınlığı başkalarını felakete sürüklese de “hayat devam ediyor” onlar için.

Saul Bass’ın tasarladığı basit ama elbette Bass’a yakışan animasyonlar ile parlak bir açılış jeneriğine sahip olan film, zenginliğin mümkün kıldığı şımarık ve bencil hayatları korumak için başkalarınının umursanmamasını bu temanın hak ettiği derinlikle anlatmıyor ki kaynak romanın da tercihi bu yönde değil zaten. Ayrıca, hikâye genel olarak gereğinden fazla bir hafiflik içeriyor ve karakterlerinin üzerinde yeterince durmamızı pek de istemiyor gibi film. Bu hafiflik ile zaman zaman çelişir gibi olsa da Georges Auric’in müziği ve Georges Périnal’ın filme kesinlikle şık bir estetik kazandıran görüntülerinin güzelliğinin katkı sağladığı filmde Deborah Kerr’in acı gerçeği keşfettiği bir sahne var ki Kerr ve Seberg’in oyunları ve mizanseni ile tam bir klasik ve filmi tek başına bile görmeyi gerekli kılabilir. Evet, örneğin bir Douglas Sirk melodramı kadar çarpıcı ve içeriden anlatılmış olmasa da, bir “kadın filmi” olarak da görülmeyi hak eden bir çalışma bu ve klasik sinemanın da tadını taşıyor kesinlikle.

(“Merhaba Hüzün”)

River of No Return – Otto Preminger (1954)

“Çılgın zamanlar; Beyaz adam altının, kızılderililer beyaz adamın, ordu kızılderililerin peşinde”

Hapisten yeni çıkan bir çiftçi, oğlu ve bir salon şarkıcısının birlikte yapmak zorunda kaldıkları tehlikeli nehir yolculuğunun hikâyesi.

1950’li yıllardan bir klasik. Kimi kusurlarına rağmen popüler olmayı başaran bu western Louis Lantz’ın hikâyesinden Frank Fenton tarafından uyarlanmış sinemaya ve yönetmenliğini bu tür filmlere aşina olmayan Otto Preminger üstlenmiş. Çekim öncesi ve süresince kimi problemlerin yaşandığı film Robert Mitchum’un erkeksi ve Marilyn Monroe’nun kadınsı özelliklerini akıllıca çatıştırması, dış çekimlerin yapıldığı Kanada’nın Alberta bölgesindeki doğal parkların çarpıcı güzelliği, Monroe’nun söylediği şarkılar ve hikâyenin gerektirdiği havayı yakaladığı hayli tartışmalı olsa da Preminger’in katkıları ile klasik olmayı hak eden bir çalışma.

Hem Monroe’nun hem de Preminger’in yapımcı şirketleri ile imzalamış oldukları kontrat gereği yapmak zorunda kaldıkları film bu nedenle dezavantajlı başlamış çekim sürecine. Her ikisi de hikâyeyi yeterince beğenmemişler temel olarak. Çekimler boyunca ise Preminger Monroe’un oyunculuk koçunun çekimlere sürekli olarak karışması ve Monroe’ya müdahaleleri ile boğuşmanın yanısıra Mitchum’un alkol problemi ile de uğraşmak durumunda kalmış. Çekimler tamamlandıktan sonra gerek görülen bazı yeniden çekimleri ise Preminger ortada olmadığı için Jean Negulesco üstlenmiş. Muhtemelen bu talihsizliklerin de katkısı ile film hikâyesi boyunca bir şeylerin “eksik” olduğu hissini uyandırıyor seyredende. Tehlikeli nehir sahneleri yeterince tehlikeli görünmüyor ki bunda Preminger’in mizansenin de katkısı var gibi, hikâyenin western havası yeterince oluşturulamamış görünüyor, heyecan sürekli değil ve senaryo yeterince olgunlaştırılamamış.Sinema tarihinin ilk sinemaskop (perdedeki görüntünün ölçüleri 1.33:1 iken, bu teknikle 2.66:1 gibi geniş bir çerçeve oranına geçilmişti) filmlerinden biri olan eser bu teknik özelliğini dış çekimlerde etkileyici bir şekilde kullanıyor ama biçimdeki bu yenilik içeriğe pek o kadar yansımamış. Bunun da en temel nedeni senaryonun sanki gerektiği kadar işlenmemiş olması. Vahşi bir nehirden kızılderililere, kötü adamlardan vahşi bir aslana (hikâyenin en garip ve gereksiz yanlarından biri bu aslan olsa gerek) pek çok engelle karşılaşılan bu yolculuk üç insanı beklendiği gibi bir aile olmaya doğru götürüyor ve bunu yaparken şaşırtmıyor seyirciyi ki bu da çok olumlu bir durum değil elbette.

Altın bulmanın peşine düşen insanların çılgınlığı ve özellikle bu kolay yoldan zengin olma çılgınlığı ile topraktan emeği ile bir şeyler üretmenin kutsallığının karşılaştırılmasının bir parça üstünkörü geçilmesi kaçırılmış bir fırsat film adına. Bu konunun üzerine daha fazla gidilmiş olsa, daha dolu bir western ile karşı karşıya kalabilirmişiz. Klasik westernin “maço” yanı ise pek de kaçırılmış gibi durmuyor, aksine altı kalın çizgilerle çiziliyor. Mitchum’un Monroe’ya tecavüz denebilecek bir biçimde saldırdığı ve seyircinin “kadın da bunu istiyor” diye düşünmesinin beklendiği sahne tipik bir erkek üstünlüğü ve kadını için doğru olanı bilen erkek kahraman klişesini sergiliyor bize. Final sahnesi de kadınını alıp götüren erkek sahnelerinden birini armağan ederek sinema tarihine bu durumu destekliyor. Filmin dönemin standartlarına uygun olarak kızılderilileri nerede ise tamamen anlamsız bir şekilde beyazlara saldıran, herhangi bir karaktere sahip olmaktan çok “vahşi” tiplemesine uygun bir toplum olarak sergilemesini de ekleyelim bu klişelere.

Başta adını filmden alan “River of No Return” olmak üzere, Lionel Newman şarkıları ise oldukça güzel ve film boyunca Monroe’nun kendisini en rahat hissettiği sahnelere eşlik ediyorlar. Ne var ki burada da bu şarkılı sahnelerin filme gereksiz ve aslında hedeflemediği bir müzikal havası kattığını, bu sahnelerin kendi içinde başarılı olsa da hikâyenin macera havası ile bir parça çeliştiğini söylemek gerek. Finale doğru söylenen şarkıda Monroe’ya ortada olmayan erkek vokallerin eşlik ediyor olması ise film adına gerçekçiliğine zarar veren bir yanlış tercih olmuş açıkçası.

Tüm bu kusurlarına rağmen film neden bir klasik ve neden görülmeyi kesinlikle hak ediyor? Öncelikle Marilyn Monroe’nun varlığından söz etmemiz gerekiyor elbette. Burada en iyi oyunlarından birini vermiyor olmasına ve masaj sahnesi gibi niyeti belli olan bir sahnenin parçası olmasına rağmen, sanatçı başta şarkı söylediği anlar olmak üzere cazibesini hep koruyor ve sal üzerindeki gerçekçiliğin hayli uzağına düşen kareler bile onun bu çekiciliğine zarar veremiyor. Ayrıca Alberta’nın muhteşem doğası önünde bu muhteşem kadını seyretmenin karşı koyulamayacak bir keyfi olduğunu da söylemeli. Her ne kadar kendisi bu filmin kendisinin en kötü filmi olduğunu söylese de, beğenmediği bu filme en büyük katkıyı yapanlardan birinin o olduğu da açık. Monroe’ya onun söylediği şarkıların ve içinde gezindiği doğanın güzelliğini, derin olmasa da hikâyesinin sadeliği ile klasik filmlerin havasını yakalamasını ve Otto Preminger’in heyecanı senaryodan da kaynaklanan nedenlerle yeterince yaratamamış olsa da yalın ve akıp giden anlatımını ve Mitchum’un erkeksiliği ile Monroe’nun kadınsılığının cinsel okumalara açık şekilde karşı karşıya getirmesini de ekleyince bunlara, karşımıza her ne eksiği (ya da burada olduğu gibi eksiklikleri) olursa olsun kendisini seyrettirmeyi beceren bir Hollywood filmi çıkıyor. Ne Preminger ne de Monroe bu filmi benimsemiş olsa da, kabul edilmesi gereken bir gerçek bu.

(“Dönüşü Olmayan Nehir”)