La Pazza Gioia – Paolo Virzì (2016)

“Deli misiniz siz? İki deli kadını ikna etmeye çalışıyorsunuz!”

Psikiyatrik tedavi gören ve birbirinden çok farklı iki kadının, bulundukları klinikten kaçarak çıktıkları yolculuğun hikâyesi.

Senaryosunu Paolo Virzì ve Francesca Archibugi’nin yazdıkları ve Virzì’nin yönettiği, İtalya ve Fransa ortak yapımı bir film. İtalya’nın Oscar’ı sayılabilecek David di Donatello ödüllerine 12 dalda aday olan ve aralarında en iyi filmin de bulunduğu dört dalda bu ödülü kazanan film, hassas bir konuyu (biri bipolar olan, diğeri derin bir depresyonla mücadele eden ve trajik bir hikâyesi olan iki kadının dostlukları ve yaşadıkları maceralar) özenli bir dil ile anlatan ve komedi ile dramı akıllıca bir araya getirerek, tutturulması zor bir dengeyi yakalayan başarılı bir çalışma. Bipolar kadının ruh halinin izinden giden film, bu bağlamda “manik depresif” bir hava yakalıyor ve baş karakterlerinden birinin bu iki uç arasında gidip gelen duygularını takip ederken hemen hiçbir anında bir zorlamaya başvurmadan derdini anlatmayı beceriyor. İki başrol oyuncusunun da (Valeria Bruni Tedeschi ve Micaela Ramazzotti) karakterlerini doğallıklarını hiç yitirmeyen bir enerji (ve durgunlukla elbette) canlandırdıkları film, Hollywood’un “kendini iyi hisset” filmlerinin farklı bir biçimde de anlatılabileceğinin iyi örneklerinden biri olarak ilgiyi hak ediyor.

İki kadının tedavi gördüğü psikiyatri kliniği Toscana’da yer alıyor ve Vladan Radovic’in başarılı kamera çalışması, başta kliniğin olduğu bölge olmak üzere yörenin güzelliğini hikâyeye becerikli bir biçimde yediriyor. Bölgeden karşımıza gelen görüntüleri “sıcak ve parlak” sözcükleri ile nitelendirmek mümkün; bu görüntülerin bir kartpostal havasından uzak tutulması ve Tedeschi’nin canlandırdığı bipolar karakterin coşkulu ruh halinin yansıması olarak kullanılması çok doğru bir tercih olmuş kesinlikle. Bu sarı rengin, Ramazzotti’nin karakterinin önde olduğu sahnelerde yerini depresyonun (ve hüznün) rengi olarak görebileceğimiz maviye bırakması da yine aynı tercihin bir örneği olarak gösterilebilir. Bu yaklaşım filmin birtakım biçimsel oyunlar peşinde olduğunu düşündürtmemeli; aksine bu oyunlardan uzak duran ve klasik anlatımı olan bir film bu. Paolo Virzì’nin komedi ve dram anlarını, karakterlerinin hikâyeleri ve tam da o anda içinde bulundukları ruh halleri ile örtüştürerek anlatmayı seçmesi, filmi Hollywood’un “şimdi gülünecek, şimdi ağlanacak” vurgusundan uzak tutuyor çoğunlukla. Çoğunlukla diyorum çünkü sonuçta bu da popüler sinema örneklerinden biri olarak kendisini tamamı ile koruyamamış ticarî bir hassasiyetten. Ne var ki bunun önemli bir sıkıntıya neden olmadığını söyleyebiliriz rahatlıkla.

Acı ve tatlının bir arada olduğu hikâyesinde “Thelma & Louise” filmine de göndermede bulunuyor Virzì. Orada kadının toplumdaki yeri ve bağımsızlık arayışı ile ilgili olan sorgulama, burada cinsiyetten koparak “normallerin toplumunda bir normal olmayan olarak yaşama mücadelesi”ne dönüşüyor. Referans aldığı film “trajik” bir sonla biterken, burada umut veren ama bu umudu gerçekçi sınırlar içinde tutan bir yaklaşım tercih edilmiş ki bu da doğru bir seçim olarak görünüyor. Çoğunluğun doğruları veya normal gördükleri dışında doğruların ve normallerin olabileceğini hatırlatıyor film ve bu azınlıkta olma durumunun beraberinde bir takım zorlukları getirdiğini de reddetmeden yapıyor bunu. Buna karşılık umudu da elden bırakmıyor; klinikteki kadın doktordan taksi şoförüne ve bir çocuğu evlatlık olarak alan aileye kimi karakterleri ile bu zorlukların üstesinden gelinebileceğine ya da en azından bu zorluklarla birlikte yaşanabileceğine bizi ikna ediyor. Bu iyi insanların varlığı gerçekçi mi, belki değil ama toz pembe bir hava çizmeyen ve zorlukları da göstermekten çekinmeyen bir hikâyenin bu umut kaynaklarını kullanmaya da hakkı var açıkçası.

Evet, büyük bir film değil bu ve öyle iddialı bir sinema dili veya sunduğu bir yenilik de yok bize. Karakterlerden birinin enerjisi ve bu enerjiyi yansıtan kaotik hali zaman zaman yorabiliyor da seyredeni. Ne var ki Valeria Bruni Tedeschi ve Micaela Ramazzotti’nin çarpıcı performansları ve senaryonun onlara sunduğu ve çok iyi yazılmış diyalogları da dahil olmak üzere, bu kusurlarının etkisini azaltan ve yukarıda bazıları anılan yeterince unsuru barındırıyor bünyesinde bu film. Tedeschi’nin coşkusu ile Ramazzotti’nin kırılganlığını ve komedi ile hüznün karakterlerin duygularının yansıması olarak kullanılmasının sağladığı atmosferi de eklerseniz bunlara, ortaya izlenmesi gerekli ve keyifli bir film çıkıyor. Hikâyede bir yeri de olan “Senza Fine” şarkısı ve özellikle 1960’lı yıllarda hayli popüler olan İtalyan şarkıcı Gino Paoli’yi hatırlatmak gibi bir yanı da var filmin üstelik. İki baş karakterin sosyal sınıflarının farklılığı ve birinin zengin diğerinin yoksul olmasının gördükleri muameleyi farklılaştırmasının ve ikisinin de “hasta” olmasına rağmen, birinin toplum içinde rahat hareket ederken, diğerinin kısıtlı bir özgürlüğe sahip olmasının üzerinde de düşünmemizi isteyen bu film görülmeli, özet olarak.

(“Like Crazy” – “Deli dolu”)

Il Capitale Umano – Paolo Virzì (2013)

Il_capitale_umano“Ülkenin ekonomisinin batacağına inandın ve sen kazandın”

İtalya’daki ekonomik krizin, kapitalizmin ve paranın egemen olduğu bir dünyanın bir bisikletliye çarpan bir araba aracılığı ile kaderleri birbirine bağlanan iki aile üzerinden anlatılan hikâyesi.

ABD’li yazar Stephen Amidon’un “Human Capital” adlı romanındaki olayları İtalya’ya taşıyan senaryosunu Paolo Virzì, Francesco Bruni ve Francesco Piccolo’nun yazdığı ve Virzì tarafından yönetilen bir İtalyan – Fransız ortak yapımı. Biri yatırım şirketi yöneticisi olan zengin bir adam, diğeri ise emlakçılık işindeki orta sınıftan birisi olan iki kişinin ve ailelerinin hem kaza ile hem de ikincinin diğerinin şirketine yaptığı yatırım nedeni ile kesişen hikâyelerini anlatan film kapitalizme, ülkedeki krize ve yaşadıkları sistemin insanlarda yarattığı/teşvik ettiği kazanma, zengin olma ve sahip olma hırslarının sonuçlarına değinen hikâyesi ve güçlü kadrosu ile dikkat çekiyor. “Sistem eleştirisi” yapan filmlerin en kalıcı olanlarından biri olacak bir farklılığa sahip olmayan ama Virzi’nin su gibi akan yönetmenliği ile kendisini ilgi ile seyrettirmeyi başaran film “İtalyanlar’ın Oscar’ı” diyebileceğimiz David di Donatello ödüllerinin hemen hepsine aday olup, aralarından En İyi Film Ödülü’nün de dahil olduğu çoğunu kazanmanın yanısıra, daha pek çok ödüle de sahip olmayı başarmış. Hikâyeyi ana karakterlerden üçünün adını taşıyan bölümlerle ve insan sermayesi” adını taşıyan final bölümü ile “dairesel” bir biçimde anlatan yapısı ile de dikkat çeken çalışma, kimi karakterleri bir parça iki boyutlu bırakması ve İtalyan toplumundaki sistemin de derinleştirdiği sınıf farklarını nerede ise bireysel bir boyuta düşürmesi gibi kusurlara da sahip.

Filme adını veren “İnsan Sermayesi” ifadesini, sigortacıların kullandığı ve filmdeki anlamı ile bakarsak, “kurbanın yaşı, ölene kadar kazanması beklenen para, sosyal statü ve ilişkilerinin maddi ve manevi değerleri göz önüne alınarak belirlenen tazminat bedeli” olarak açıklayabiliriz. Bir insanın değerini matematiksel bir boyuta indirgeyen bu yaklaşım hem bisikletteki adamın “değeri”ni belirlemek için kullanıldığı için hem de finans sektörünün ayakta tuttuğu ve batırdığı, ama kendisinin hep kazandığı bir dünyayı anlatmaya soyunduğu için etkileyici bir hava sağlıyor filme. Buna karşılık filmin İtalyan veya benzer toplumlardaki sınıf farklarını, zenginin hep kazanacak olmasını ve birilerinin kazanması için birilerinin de kaybediyor olmasını yeterince toplumsal görünen bir bağlamda değil de daha çok bireysel bir bağlamda anlatmayı tercih etmesi “eleştiri”sini zayıflatıyor bir parça. Burada belki en çarpıcı örnek şu olabilir, yeterince değerlendirilemeyen fırsatı anlatmak için: Bisikletli adam toplumun emekçi sınıfından ve hikâyenin “kim yaptı” alanında sahip olduğu ve hissettirdiği heyecan da onun yaşadığı olayın sorumlusunun kimliği üzerinden üretiliyor. Ne var ki bu karakter sadece bisikletli adam olarak kalıyor ve ne kendisi ne de sınıfı üzerine bir şey söylüyor film. Oysa film hemen açılışta bu adamın da bir parçası olduğu çok etkileyici bir sahne ile giriş yapıyor. Tepe kamerası ile çekilen ve yavaş yavaş alçalan kameranın saptadıkları ile karşımıza gelen bu sahnede garsonların, temizlikçilerin (hikâyenin ihmal ettiği emekçi kesimin, bir başka deyiş ile) bir ziyafetin (konfetilerden bir kutlamanın da yapıldığı bir ziyafet olduğunu anlıyoruz bunun) ardından üst sınıfın geride bıraktığı “pisliği” temizlemesini seyrediyoruz. Hem gösterdiği hem ima ettiği ile önemli ve çarpıcı bir giriş sahnesi bu ve yönetmen Paolo Virzi adına da ciddi bir başarı kesinlikle.

Virzì filmi dairesel ilerleyen bir akışla anlatmayı tercih etmiş ama bunu filmin tek bir dairesel hat üzerinde ilerlediği ve başladığı yerde bittiği anlamında söylemiyorum. Altı ay öncesi ve sonrası arasında gidip gelen film, hikâyesini üç ana karakterin ağırlıkta olduğu ve olan bitenin onlarla birlikte tanığı olduğumuz üç bölüm ve bir de finalden oluşan dört ana bölümde anlatıyor. Bu bölümlerin kimi ortak sahneleri aynı anı farklı karakterlere ağırlık vererek anlatılırken, bir yandan tanıdık bir ana tanık olmanın, diğer yandan o tanıdık ana yeni bir gözle bakmanın neden olduğu farklılığı hissetmenin tadına varmanızı sağlıyor bu yöntem. Bir bölümde tanık olduğumuz bir sahneyi, bir diğer bölümde tekrar ama başka bir açıdan seyredince anlamlandırabiliyorsunuz kimi zaman ve bu yöntemin dozunda ve akıllıca kullanımı filme ek bir seyir keyfi katıyor kesinlikle.

Kış aylarında geçen sahneleri Jérôme Alméras’ın, yaz sahnelerini ise Simon Beaufils’in görüntülediği ve her ikisinin de zarifliği ve şıklığı hep koruyan ama tedirgin bir havayı da elden bırakmayan kamera kullanımı ile başarılı olduğu filmin Carlo Virzì’ye ait olan müziği de yerinde kullanımı ile de artan bir çekiciliğe sahip. Hayatın para, ona sahip olma/ondan yoksun kalma, onun sağladığı statü vs. üzerinden aktığı kapitalist toplumlardaki bir dramı anlatan film bir yan hikâyesi ile de önemli aslında. Zengin ve hırslı kocası ile yaşayan, hayatındaki boşluğu anlamsız alışverişlerle doldurmaya çalışan ve eski bir tiyatro oyuncusu olan kadının harap bir haldeki ve sermayenin “rezidans veya AVM’ye dönüştürmek” üzere göz koyduğu eski bir tiyatro binası ile ilgili hayali ve hayal kırıklığı bizde de her gün tanık olduğumuz “dönüşüm”lerin ve anıların yok edilmesinin bir benzerini anlatıyor ve “her şey sermaye için” anlayışını bir kez daha hatırlatıyor. Ülkenin batacağı (ve bu arada elbette milyonlarca sıradan insanın doğal olarak zarar göreceği) varsayımı üzerine finansal oyunların (kumarların) oynandığı ve bunun norm olduğu bir toplumda bir tiyatro salonu hiçbir şey değil elbette.

Hikâyesini anlatmak için seçtiği biçimi nedeni ile kurgunun hayli önemli olduğu filmde Cecilia Zanuso’nun bu zor işin üzerinden başarı ile geldiği ve yapay kurgu oyunlarına ve gösterilere başvurmadan hikâyeyi ve sahneleri akılcı bir şekilde parçalara böldüğünü de söylemek gerekiyor. Fabrizio Bentivoglio (karakteri bir parça gereğinden fazla itici yazılmış olmasına ve bu nedenle de psikolog eşinin onda ne bulduğunu anlamamızı zorlaştırmasına rağmen), Valeria Bruni Tedeschi, Valeria Golino, Fabrizio Gifuni ve Matilde Gioli’nin başını çektiği kadrodaki her bir oyuncu da rollerine sıkıca sarılmış ve gerçekçilikten ödün vermeden karakterlerini çekici kılmayı başarmışlar. Derdini anlatırken yan hikâyeleri de ortaya koyabilen, filmin ana teması üzerinden ilgiyi hemen hiç çekmeden “kim yaptı” temalı bir gerilimi orta karar da olsa yaratabilmeyi başaran ve set ve kostüm tasarımları ile de ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Human Capital” – “İnsan Sermayesi”)

La Prima Cosa Bella – Paolo Virzì (2010)

“Ne hayattı ama, değil mi? Yine de çok eğlendik. Eğlendik, değil mi?”

Bir İtalyan ailesinin ölmekte olan annenin hikâyesi üzerinden anlatılan ve 1970’lerden günümüze uzanan hikâyesi.

Başarılı hikâye anlatıcılığı ve özellikle “İtalyan usulü komedi” filmleri ile popüler olan İtalyan yönetmen Paolo Virzi’den 2011 Oscar’larında en iyi yabancı film dalında ülkesi adına yarışan bir film. Tüm kadronun başarılı performansı ile dikkat çeken film hikâyesindeki onca trajik öğeye rağmen komedi atmosferini de öne çıkaran bir çalışma. Seksi bir İtalyan anne, kalabalık İtalyan ailelerini aratmayan bir ortam ve “sana makarna” yapayım diyen karakterleri ile film sık sık tam bir İtalyan filmi olduğunu vurguluyor. Sonuç ise eğlenceli, iyi vakit geçirten ve ilgisiz kalınamayacak ama popülerliği özellikle tercih etmiş olması ile sinemasal kalıcılığı umursamamış görünen bir film olmuş.

Özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda ülkesinde hayli popüler olan İtalyan şarkıcı Nicola Di Bari’nin şarkısından adını alan film hikâyesini bugün ile geçmiş arasında paralel olarak ilerleyen bir kurgu ile anlatıyor. Gençliğini Micaela Ramazzotti, yaşlılığını ise İtalyanların efsane isimlerinden Stefania Sandrelli’nin canlandırdğı Anna karakteri her yaşında güzel ve çekici olan ve örneğin bir Amerikan filminde görmeyi beklemeyeceğimiz türden bir anne. Filmin başlangıcında yer alan güzellik yarışmasındaki “mahzun ama güzelliğinin farkında” kadından ölüm döşeğinde evlenen görmüş geçirmiş ve “ne hayat yaşadık ama, eğlendik değil mi?” diyen kadına bu karakter hayatını tam anlamı ile dolu dolu yaşayan ve Akdenizli özelliğini senaryonun da her anında vurguladığı bir kişilik. Herhangi bir Amerikan filminde başta bu anne karakteri olmak üzere tüm karakterlerin bu kadar canlı, ete ve kemiğe büründürülmüş ve elle tutulur olduğunu görmek bir mucize olurdu doğrusu. Kucağına aldığı iki küçük çocuğu ile filme adını veren şarkıyı üstelik de oldukça zor anlar yaşadıkları sırada söyleyen kadının yıllar sonra artık birer yetişkin olmuş çocukları ile bu şarkıyı ölmeden hemen önce yine söylemesi, bu karakterin tüm bir hayatını yaşamak ve yaşatmak üzere kurduğunu ve mutluluğunu sevmekte ve sevilmekte bulduğunu çok iyi anlatıyor.

Senaryo hikâyedeki olumsuzlukların (ki aslında hikâye tüm karakterlerin “olumsuz” olarak algılanacak yanlarını rahatsız etmeyecek ama zaman zaman kolaya kaçan açıklamalar ile yumuşatarak filmin sıcak hoşgörü havasını destekliyor ve bu anlamda olumsuzluk doğru bir kelime değil) kaynağını akıllı bir biçimde ve seyirciye sürprizler yaratarak değiştiriyor ve bu yolla tüm karakterlerini bir şekilde cana yakın kılmayı başarıyor. Finaldeki “aile kucaklaşmasının” inanılır olmasının ve seyircide huzur ve mutluluk yaratmasının da nedeni bu. Senaryonun kanserden aldatmaya, yıllar sonra ortaya çıkan çocuktan yıllarca özenle saklanan sırlara melodrama uygun pek çok yanına rağmen ağlatmaktan uzak durmayı başarması da takdire değer bir yanı ve hikâyenin komedi ile dramı sürekli yan yana tutmasına rağmen bunun seyirciyi kesinlikle rahatsız etmemesi yönetmen Virzi’nin hikâye anlatmayı gerçekten bildiğinin kanıtı oluyor. Virzi’nin yazımına kendisinin de katıldığı senaryonun bir başarısı da Valerio Mastandrea’nın tam da olması gerektiği gibi canlandırdığı Bruno karakterini başarı ile çizmesi olmuş. Bu “misanthropic” (insan doğasından ve insanlardan nefret eden anlamında) ve sürekli hayal kırıklığı içinde gezinen karakterin finale kadar sergilediği mutsuzluk filmin kimi anlarının hafif komedisini oluştururken diğer yandan onun bu mutsuzluğunun arkasında ne olduğu hikâyenin her yeni açılımı ile yavaş yavaş netleştiriliyor ve özellikle “Ben neden bu kadar mutsuzum anne?” cümlesini söylediği sahnede olduğu gibi tüm kötümserliğine rağmen seyirci için sevimli ve çekici bir karakter olması sağlanarak filme de sıcak bir hava katılıyor.

Sinemanın anne ile oğul arasındaki ilişki ve bu ilişkideki oğulun anneyi anne /fahişe olarak algıladığı durumlardaki gerilim üzerine pek çok örneği var ve bu film de genel olarak değerlendirildiğinde bu kategoriye sokulabilecek türlerden ama elbette örneğin bir “Les Quatre Cents Coups / 400 Darbe” değil karşımızdaki bu açıdan. Burada bu öğe daha çok Bruno karakterinin garipliğinin açıklaması olmak için kullanılıyor gibi. Aslında film tüm öğeleri ile birlikte değerlendirildiğinde, popüler kulvarda yer almayı seçmesinin de doğal sonucu olarak genellikle fazla derinlere inmeden sıcak, hüzünlü ve eğlenceli bir hikâye anlatmaktan başka bir dert taşımadığını çok net söylüyor seyircisine. Filmin en önemli ama temel problemi de bu aslında. Evet kesinlikle sıkmıyor ama ciddi bir şeyler de söylemiyor. Her karakterini sevmenizi bekliyor ve sevdiriyor da ama bu karakterlerde, belki Bruno dışında bir orijinallik de yok. İtalya’daki sinema ödüllerine bolca aday olması ve kimilerini kazanması filmin İtalyan karakterinin göstergesi ve zaten filmin kendisi de bu karakteri sonuna kadar, işin içine Marcello Mastroianni, Sophia Loren ve Dino Risi’yi de katarak, kullanmaktan çekinmiyor. Filmin orijinal adının Bruno’nun gördüğü “ilk” güzel şeye (annesine) takılıp kalmasını vurgularken Türkçe isminin Bruno’nun gördüğü “en” güzel şeyi (annesini) vurgulamasının filme adını veren şarkıya haksızlık olduğunu da ekleyelim.

(“The First Beautiful Thing” – “Gördüğüm En Güzel Kadın”)