Captain Phillips – Paul Greengrass (2013)

“Tabii, zengin ülkeler Somali’ye yardım etmeye bayılır! Sularımıza gelir, tüm balıkları avlarsınız; bize de avlanacak bir şey kalmaz”

Somalili korsanlar tarafından kaçırılan bir yük gemisi ve kaptanının hikâyesi.

Richard Phillips ve Stephan Talty’nin birlikte yazdıkları “A Captain’s Duty” adlı kitaptan uyarlanan senaryosunu Billy Ray’in yazdığı, yönetmenliğini Paul Greengrass’ın yaptığı bir ABD yapımı. 2009’da gerçekten yaşanan korsanlık olayında ABD bandıralı geminin kaptanı olan Richard Phillips’in korsanlara karşı verdiği mücadeleye ve onların lideri olan Muse ile olan “iktidar çatışması”na odaklanan hikâye Greengrass’ın aksiyonun ilk başladığı andan filmin sonuna kadar hiç düşmeyen bir tempo ve teknik beceri ile anlattığı, aksiyon meraklılarını mutlu edecek bir içerik ve biçimi olan, bir Hollywood yapımı olarak kahraman yaratmaktan kendini alamayan ve -elbette- korsanlığın arkasında yatanlara hemen hiç değinmeyen bir yapıt.

Hikâye Kaptan Phillips’i yolculuk hazırlığı yaparken göstererek başlıyor. Umman’dan Kenya’ya gidecek bir geminin kaptanlığını yapacaktır Phillips ve ilk sahnelerde onu eşi ve çocuklarının olduğu bir fotoğrafı çantasına atarken ve çocuklarının gelecekleri hakkında konuştuğu eşi ile aralarındaki sevgi dolu anların içinde görüyoruz. Böylece film bir Hollywood yapıtı olarak baş karakterini bir kahraman olarak resmetmeye başlarken onun “aile babası” olması üzerinden gerekli özdeşleşme için de ilk adımları atmış oluyor. Filimin Phillips’i bir kahraman olarak göstermesine geminin gerçek mürettabatından itirazlar da gelmiş ve hatta onu tehlikeyi bildiği ve uyarıldığı halde maliyeti düşürmek için Somaili kıyılarından yeterince uzak seyretmemekle suçlamışlar. Film adını aldığı bir adamı kahraman olarak çizmeye odaklandığı için bunlara değinmiyor elbette; sonuçta o iyi bir aile babası, fedakâr ve lider ruhlu bir adam olmak zorundadır. Anaakım bir Amerikan filmini seyrederken çok da şaşırtıcı olmamalı bu yaklaşım ama en azından akılda tutmakta yarar var bu eğilimi.

Hikâye Somalili korsanların eylemlerinin arkasında yatan toplumsal, ekonomik ve politik nedenlere pek değinmiyor. Sadece tek bir sahnede Somailili korsan Muse, Kaptan Phillips’e bu yazının girişinde yer alan sözleri sarf ediyor ama bu kısa konuşma hikâyenin gerilimi ve heyecanı içinde kaybolup gidiyor ve filmin bu sözlere karşı tutumunu anlamanıza izin vermiyor senaryo. İç savaş yaşayan Somali’de merkezî otoritenin çökmesinden sonra, uluslararası balıkçılık yapanların Somali karasularında avlanmaya başlaması ile yoksulluğa itilen Somalili balıkçıların bu sorunla baş etmek için silahlanması ile ilk çetelelerin oluştuğunu bilmeden örneğin, meselenin arkasında neyin yattığını (en azından ana nedenlerden birini) anlamak mümkün değil. Greengrass bir söyleşide, başta Muse olmak üzere, gemiye saldıran dört korsanı terörist olarak değil, suçlu olarak gördüğünü ve öyle göstermeye çalıştığını söylüyor. Ne var ki arka plana değinmeyince ve hikâye uygar beyazların gemisine saldıran vahşi siyahları anlatacak şekilde görselleştirilince bu çaba havada kalıyor çoğunlukla. Filmde hiçbir ücret almadan görev yapan Amerikan donanmasının askerlerinin -bu ordunun dünyanın dört bir yanında işlediği savaş suçlarını kimse bilmiyormuş gibi- birer usta kahraman olarak çizilmesi (örneğin görevlerinden başarı ile dönen askerler öyle bir görsellikle sergileniyor ki sanki kutsal bir görevden dönüyormuş gibi bir havaları var) sonuçta korunanın küresel kapitalizmin çıkarları olduğunun üzerini ustaca örtüyor. Gemideki personelden birinin “25 yıldır sendikalı olduğu ve savaşmak için para almadığı”nı belirtmesini -sonuçta çok doğru bir tepki olmakla birlikte- Greengrass’ın pek de olumlu bir havada kullanmadığı da açık.

Aralarında En İyi Film’in de olduğu altı dalda Oscar’a aday olan filmin Henry Jackman imzalı müzikleri başarılı ama daha ilk sahnelerde, gelmekte olan gerilimli anları önceden haber verir bir şekilde kullanılması o sahnelerin içeriği ile çelişiyor bir parça. Filmin çarpıcı bir başarıya ulaştığı anlar ise yine Oscar’a aday olan kurgu ve ses çalışmaları. İlk aksiyon anından itibaren hem sahneler arası geçişlerde hem sahnelerin kendi içinde başarılı bir kurgusu var filmin ve hikâyenin dinamizmini ve gerilimini sürekli olarak koruyabilmesinde çok önemli bir payı olmuş bu çalışmanın. Greengrass aksiyon hikâyesini anlatma becerisini her sahnede göstererek benzer bir payın sahibi olmuş kesinlikle. Örneğin korsanların ilkel motorlu tekneleri ile koca gemiyi takibi, ona yanaşmaları ve sonuçta da ele geçirmeleri baştan sona kadar etkilenmemenin mümkün olmadığı bir başarı ile anlatılıyor. Fimde buna benzer daha pek çok bölüm var ve Greengrass her birini özenle ve titizlikle oluşturmuş ve seyirciyi önce korsanlık, sonra bir rehin alma olayını anlatan filmin karakterlerinin arasına girmiş hissettirecek kadar üst düzey bir başarı yakalamış.

Muse’nin neden korsanlık yaptığı sorulduğunda verdiği “Belki Amerika’da farklı bir hayat mümkündür, burada değil” cevabının arkasından gelen “Peki, neden yok?” sorusunu gündeme getirmemesini ve “en zor anda bile eşi ve çocuklarına son bir mektup yazmaya soyunan baba” sahnesi ile abartılı bir aile kutsamasına başvurmasını eleştirilmesi gerekenler arasına katmamız gereken filmde -herhalde yaratıcılarının hiç de niyetlenmediği- sembolik bir an da var. Bu sahnede Phillips’in yüzü ve kıyafetleri kan içindedir ve bu kan ona değil, ölen Afrikalılara aittir. Anti-emperyalist bir sinemacı çekseydi bu hikâyeyi herhalde bu görüntüleri de aynen kullanırdı; sonuçta beyaz uygarlığın kimin kanı üzerine kurulu olduğunu çok iyi anlatıyor bu görüntü.

Başroldeki Tom Hanks’in özellikle gerilimin arttığı ve karakterinin hayatî tehlikelerle karşılaştığı sahnelerde hayli başarılı bir performans gösterdiği filmde korsanların lideri Muse rolündeki Barkhad Abdi de yardımcı oyuncu olarak Oscar’a aday gösterildiği rolünde benzer bir başarıyı yakalıyor ve karakterinin sertliğini ve korkularını etkileyici bir şekilde yansıtabiliyor seyirciye. Muse karakteri filmde hep Amerika’ya gitme hayalini kurduğunu söylüyor Phillips’e ve hikâyenin sonunda ama hiç de istemediği bir şekilde gidiyor bu ülkeye. Onu canlandıran ve rolü için sadece 65 Bin Dolar kazanan Barkhad Abdi ise Somali’de çıkan iç savaş nedeni ile ailesi ile birlikte önce Yemen’e, sonra ABD’ye yerleşmiş ve bu ilk sinema tecrübesine giriştiğinde orada bir cep telefonu mağazasında çalışıyormuş. Sonuç olarak, Muse karakteri ile bir şekilde örtüşen bir yaşamı olmuş oyuncunun. Korsanlardan Bilal’i oynayan Barkhad Abdirahman, Najee rolündeki Faysal Ahmed ve Elmi’yi canlandıran Mahat M. Ali’nin de tıpkı Abdi gibi ilk sinema tecrübelerindeki performansları hayli güçlü ve karakterlerini fiziksel bir boyut da gerektiren oyunculuklarla getiriyorlar karşımıza.

Özetlemek gerekirse; çok iyi çekilmiş, gerilimi ve temposu yerinde, gerçekçiliğini bir iki problem dışında koruyabilen ve Hollywood’un teknik gösteri gücünün parlak örneklerinden biri bu çalışma. Somalili karakterlerini de, benzer aksiyonların aksine, bir derinlik katarak anlatabilmesi ile de önemli olan yapıt korsanlarla ilgili değil, korsanlık eylemi üzerine çekici bir aksiyon izlemek isteyenler için.

(“Kaptan Phillips”)

Green Zone – Paul Greengrass (2010)

“İstihbarat raporlarıyla bizim arazide gördüklerimiz arasında bir uyumsuzluk var. İstihbaratta sorun var, efendim!”

Amerikan ordusunun Saddam’ı devirmek için Bağdat’a girdiği sırada kitle imha silahlarını bulmaya çalışan ama her operasyondan eli boş dönmesi üzerine istihbarat raporlarının doğruluğunun ve kaynağının peşine düşen bir askerin hikâyesi.

Amerikalı gazeteci Rajiv Chandrasekaran’ın “ Imperial Life in the Emerald City: Inside Iraq’s Green Zone” adlı kitabından uyarlanan, senaryosunu Brian Helgeland’ın yazdığı ve yönetmenliğini Paul Greengrass’ın üstlendiği bir ABD, Birleşik Krallık, İspanya ve Fransa ortak yapımı. Politik ve ekonomik çıkarlar için girişilen bir savaşa mazeret üretmek için Irak’ta kitle imha silahı olduğu istihbaratını uyduran ve peşinden hemen tüm Batı ülkelerini sürükleyen ABD’nin bu yalanının ortaya çıkmasını sağlayan bir askeri anlatan film gerçek karakterlerden ve olaylardan esinlemiş olsa da tamamı ile bir kurgu hikâye anlatıyor bize ve -bir parça yüzey olmak pahasına özetlersek- kötü Pentagon’a karşı iyi CIA’in veya kötü Amerikalılara karşı iyi Amerikalıların mücadelesini sergiliyor. Sıkı bir gerilim ve aksiyonu olan film özellikle son bölümlerinde bu yanını fazlası ile öne çıkarırken, tipik bir liberal bakışı ile de seyirciyi avlamaya çalışıyor. Matt Damon’ın başrolde hem bir aksiyon kahramanı hem gerçeklerin peşine düşen bir dürüst adam olarak görevini yerine getirdiği filmde Iraklı gazi rolündeki Khalid Abdalla performansı ile göz dolduruyor. Bu tipik liberal Amerikan filmi sisteme ve düzene değil, içindeki aktörlerin iyiliğine ve kötülüğüne odaklanan ve sonuçta asıl resmi görmenize de engel olan bir çalışma.

Patlama sesleri, askerlerin telsiz konuşmaları ve haber bültenleri ile 19 Mart 2003’te başlıyor film. Amerikan ordusunun Saddam’ı devirmek için Bağdat’a düzenlediği hava harekâtının tanığı oluyoruz ilk olarak. Ardından hikâye dört hafta sonrasına atlıyor ve kitle imha silahlarını bulmak için yaptıkları bir baskından daha eli boş dönen kıdemli başçavuş Miller ve askerlerinin operasyonunu izliyoruz. Bundan sonrası bu silahlarla ilgili yanlış raporların kaynağını ve nedenini araştıran Miller’in CIA’den de aldığı destekle nerede ise tek başına ABD’nin Irak Savaşı’nın arkasındaki yalanını ortaya çıkarmasına dönüşüyor ve benzeri tüm liberal filmler gibi bir bakıma düzeni temize çıkarırken, bu düzen içindeki kötü insanları afişe ediyor. Fimin yönetmeni Greengrass ve başrol oyuncusu Damon da bu liberallerden ama Damon Irak Savaşı’na karşı açıkça muhalefet ederken, Greengrass savaş fikrini sevmese de Birleşik Krallık Başbakanı Tony Blair’in savaş yanlısı görüşünü desteklemiş, sonradan buna pişman olsa da. Damon’ın canlandırdığı Miller karakterinin esin kaynağı olan ve çekimlerde danışman olarak çalışan Amerikalı asker Richard Gonzales ise senaryonun savaşın tek gerekçesi olarak kitle imha silahları yalanını göstermesinden rahatsız olmuş. Blair’e güvenmenin aptallık olduğunu ve bu yalanın tüm dünyaya bir savaşı pazarlamak için nasıl kullanıldığını hatırlayınca filmin içeriği için çok da umut vermiyor elbette.

Fas, İspanya ve İngiltere’de çekilen filmde Damon’ın karakterinin hikâyenin sonunda gerçeği ortaya çıkarıp tüm dünya basınına raporunu iletmesinden sonra yapması gerekeni yapmayıp, -kutsal- vazifesine devam ederek Amerikan ordusunun “dünyaya demokrasi getirmek” misyonunun parçası olmayı sürdürmesi elbette beklenen bir sonuç bir Hollywood filmi için. Kaldı ki CIA gibi bir örgütü -“gerçekçi” davranmasının sonucu olsa da- olumlu konumda gösteren bir filmin içerik değeri doğal olarak tartışmalı. Yine de filmin Irak Savaşı’nın arkasındaki Amerikan yalanlarını ortaya dökmesi, gazetecilerin iktidar tarafından kullanıldığını göstermesi ve dışarıdan müdahalelerin ülkelere -hemen her zaman- barışı değil, kaosu getirdiğini kanıtlaması gibi kesinlikle hayli önemli yanları olduğunu da söylemek gerek. Sonuçta kendisini dünya düzeninin patronu olarak gören bir ülkenin ve onun kurumlarının neden olduğu ölümler ve trajedileri de gösteren bir film bu.

Girişteki hızlı kurgu, tempolu anlatım ve el kamerası kullanımının da katkı sağladığı atmosferini hemen tüm süresi boyunca sürdüren film, adını aldığı “Green Zone”un içindeki ve dışındaki hayatların farklılığını hem görsel ögelerle hem hikâyesi ile göstermek ve iktidar savaşlarının milliyetçilik, vatanseverlik ve demokrasi getirmek gibi havalı kelimeler arkasına saklandığını sergilemek gibi çekicilikler barındıran bir çalışma. Açılış sahnesindeki teknik başarısını zamana karşı yarış havası içeren tüm final bölümüne kadar genellikle sürdüren filmde Miller karakterinin bir “one-man show” yapması ve benzeri gerçekçilik problemleri (örneğin eski bir asker olsa da Iraklı gazinin tüm o kaos ve hengâme içinde birisini öldürebilmesi), sonlara doğru aksiyonun fazlası ile öne çıkması, dikkatli seyirciler hariç politik içeriği bir parça geri plana atması ve iki karakterin (kötü Amerikalı asker ve Amerikalılarla işbirliği yaparken aldatılan Iraklı general) ortadan kaldırılma şeklinin bir parça fazla zorlama görünmesi gibi kusurlar da var. Karakterlerinin iyiliğini ve kötülüğünü zaman zaman kalın çizgiler ile belirleyen film bütün önemli problemlerine karşın, iyi bir gerilim ve aksiyon filmi olarak izlenebilecek, eleştirel ve liberal bakışının gizlediği gerçeklere dikkatle bakılması gereken bir çalışma. Mat Damon’ın -senaryo tarafından Jason Bourne karakterine büründürülmesine rağmen- iyi oynadığı ve hiç aksamadığı filmde Amy Ryan’ın, canlandırdığı gazeteci karakterinin senaryo tarafından ihmal edilmesi nedeni ile kendisini gösteremediğini de belirtelim son söz olarak.

(“Yeşil Bölge”)

Jason Bourne – Paul Greengrass (2016)

“Gerçekten kim olduğunu kabul edene kadar asla huzur bulamayacaksın”

Geçmişini ve gerçekte kim olduğunu aramaya devam eden CIA ajanı Jason Bourne’un bu arada teşkilatın başka kirli sırlarını daha öğrenmesinin hikâyesi.

Robert Ludlum’un romanından yola çıkılarak çekilen Jason Bourne filmlerinin beşincisi. 2002 yılında “The Bourne Identity” ile başlayan ve ardından “The Bourne Supremacy” (2004) ve “The Bourne Ultimatum” (2007) ile devam eden serinin ilk üç filminde, bu “arayış içindeki” ajanı Matt Damon oynamıştı. İkinci ve üçüncü filmleri yöneten Paul Greengrass’ın olmayacağını öğrenince Matt Damon yeni bir Bourne filminde oynamak istememiş ve her ne kadar Bourne’un adını taşısa da (“The Bourne Legacy”) onu değil, Jeremy Renner’in oynadığı bir başka ajanı anlatan film ile devam edilmişti seriye. Serinin şimdilik bu son filminde ise Matt Damon arzu ettiği gibi Paul Greengrass ile çalışmış ve ortaya aksiyonu çok sıkı, hikâyesi pek o kadar sıkı olmayan bir sonuç çıkmış. İlk filmden beri, unuttuğu geçmişini ve nasıl çok tehlikeli ve rahatça öldürebilen bir CIA ajanı olduğunu hatırlamaya çalışan ve hayatının sırlarını birer birer çözmeye çalışan ajanın “kimlik arayış”ı seriyi pek çok aksiyon filmden ayıran en önemli öğeydi kuşkusuz. Doğrudan ajanın adını taşıyarak bu kimlik meselesini daha da derinleştireceğini ima eden film, evet bu sorgulamasını devam ediyor ve yeni birtakım gerçekleri onunla birlikte biz de öğreniyoruz ve açıkçası filmi hâlâ orijinal gösteren tek unsur da bu. Aksiyonunun çok görkemli ve göz alıcı olduğu tartışılmaz bir gerçek ve meraklılarını epey keyiflendirecektir bu teknik başarısı ile.

Hikâyesi Yunanistan, İzlanda, ABD, İtalya, Almanya ve İngiltere’de geçen filmin çekimleri de Yunanistan hariç yine bu ülkelerde gerçekleştirilirken, Yunanistan’da geçen sahneler İspanya’da çekilmiş. Tüm bu ülkelerde dolaşan film, bazıları epey kalabalık bir figüran kadrosunun boy gösterdiği hayli görkemli ve pahalı sahnelerle seyircinin gözünü alıyor sürekli olarak. Örneğin Las Vegas’ta geçen arabalı takip sahnesi tam beş haftada çekilmiş ve 170 araba hurdaya çıkacak şekilde parçalanmış bu çekimler sırasında. Karşılığı alınmış mı diye sorarsanız tüm bu çabanın, aksiyon açısından bunun cevabı kesinlikle evet. Nefes alınmadan izlenecek türden bu sahnelerin çoğu ve kesinlikle heyecanlandırıyor, tempo asla düşmüyor ve tehlike/gerilim havası hep canlılığını koruyor. Dolayısı ile eğer aksiyonla sevgi dolu bir ilişki içinde değilseniz, bir parça yorabilir sizi film. Önceki Bourne filmlerinin izlenip izlenmediğine bağlı olarak, Bourne’un arayış hikâyesi -özellikle aksiyonun çok meraklısı olmayanlar için- filmi ya yeterince ilginç kılacak ya da yeterli gelmeyecektir. Bunun nedeni bu arayışın aslında hayli ilginç olması ve karakterini de ilgi çekici kılması ama önceki filmlerde gördüğümüze yeni öğeler katılmış olsa da bir parça tekrar hissinin de kendisini göstermesi. Mükemmel bir ajan (mükemmel bir katil aynı zamanda) olan bir adamın unuttuğu geçmişinden her filmde birtakım parçalar hatırlaması ve nasıl böyle bir adam olduğunu anlamaya çalışması kesinlikle farklı bir tema elbette ve karakterinin tüm o gücünün arkasındaki kırılgan hüznünü ve gizemini hissetmek de hayli keyifli bir tecrübe ama, sonuçta tekrar vurgulayalım ki bu özellikle önceki filmleri görmemiş olanlar için böyle.

Bourne karakteri tüm film boyunca sadece 288 kelime konuşuyormuş söylenene göre ve bu tercihin filme kesinlikle yakıştığını söylemek gerek; çünkü hem sıkı bir aksiyon filmine yakışan bir durum bu, hem Tarantino filmlerindeki gibi “bakın ne güzel diyaloglar yazdım” yapaylığından uzak durulmuş olunuyor hem de bu “sessizlik” karakterine gerçekten yakışıyor. Kimseye güven(e)meyen bir karakterin konuşmaktan kendini sakınması doğru bir tercih de zaten hikâyenin gerçekçiliği açısından. İlk Bourne filminde oynadığında 32 yaşında olan Matt Damon’ın bu film çekilirken 46 yaşında olduğunu düşünürsek, sanatçının -fiziksel olarak- hayli zor bir rolün altından rahatlıkla kalktığını ve hikâyenin bu gerçekçiliğine zarar vermediğini söylemek mümkün. Aksiyon dışındaki sahnelerde duygularını belli etmeyen sessiz bir karakteri tekrara düşmeden (ve sıkmadan) canlandırmak belli bir ustalık gerektiriyor ve Damon bu ustalığa sahip olduğunu gösteriyor bize.

Senaryosunu Paul Greengrass ve Christopher Rouse’un yazdığı bu filmin ve önceki Bourne hikâyelerinin “politik” duruşları üzerinde de bir parça düşünmekte yarar var. Teşkilatın (CIA) en tepe isminden başlayarak kimi elemanlarını hayli kirli oyunların içinde gösteriyor açıkçası hikâye ama bu kirliliğin kurumun doğasından kaynaklandığını bir türlü tam olarak söylemiyor. Burada da bu kirliliğin kişiler değişince ortadan kalkıp kalkmayacağı konusunu özellikle ortada ve yoruma açık bırakıyor sanki. Bir başka ifade ile söylersek, ikircikli bir tutumu var filmin eleştirisinde. Kahramanımızın peşine düşen ve tam bir “doğal katil” olan bir başka ajanın onunla olan kişisel bağlantısının niteliği de önemli burada. Bourne yüzünden yakalanınca Suriye’de iki yıl işkence görmüş bir ajan bu ve CIA elemanı olduğuna göre de işkencenin failinin ya IŞİD ya da Esad’a bağlı güçler olması gerekiyor ama bu da doğrudan söylenmiyor ve elbette adamın Suriye’de ne aradığı da konuşulmuyor.

Bourne’un teşkilata dönüp dönmeyeceği konusu hikâyenin üzerinde durduklarından biri. CIA içindeyken yapılan bir karakter analizi onun başka bir hayata uyum sağlayamayacağını ve doğasının bu iş için çok uygun olduğunu “ortaya çıkarmış” ama rahatlıkla kan dökebilen bir karakter olabilmeyi benimsemek hiç de kolay bir durum değil kesinlikle ve ajanımızın “trajedi”si de bundan kaynaklanıyor zaten temel olarak. “Nasıl bu kadar rahat kan dökebiliyorum” cevaplanması zor bir soru çünkü ve bir varoluşsal sorgulamaya da götürür soranı. Ne var ki sonuçta tüm “liberal” öğelerine rağmen bir Amerikan filmi bu ve artık 1970’lerdeki sola eğilimli liberal düşüncelerin yeri yok bu sinemada. Dolayısı ile Bourne’un bir gün teşkilata dönüp “iyi bir ajan” olarak ülkesini ve dünyayı kötülerden temizlediğini görürsek çok da şaşırmamalı.

Snowden’ın birkaç kez adının anıldığı filmde CIA’in gücünün dehşetine de tanık oluyoruz sık sık. Yunanistan’daki hükümet karşıtı bir gösteride geçen sahnede hem bu ülkede rahatça at oynatan CIA ajanlarının yaptıklarını seyrediyoruz hem de Amerika’da bir odada oturanların binlerce protestocunun olduğu bir ortamda tek tek yüzleri tanımlayabildiğini ve o kaosun ortasında iki kişinin peşine düşebildiklerini görüyoruz. Dakikalar süren, gerçekten etkileyici bir teknik ve görsellikle çekilen ve kaos anlarındaki kurgusu ile dikkat çeken bu bölümde Amerikalıların gösterinin gerçekleştiği meydandan atılan tüm sosyal medya mesajlarını takip altına almasını ve Yunan polisinin kamera görüntülerine sızmasını seyrediyoruz. Ücretsiz kullandığımız sosyal medya uygulamalarının ve haberleşme programlarının bu bedavalılığının sadece reklam gelirleri ile izah edilemeyeceğini de hatırlatıyor bize film açık bir şekilde. “Herkesi ve her an takip altına alacak” bir programı tasarlayan bir teşkilatı işaret ediyor film bize bu hikâyede.

Başta özellikle kalabalık sahnelerindeki aksiyonu olmak üzere gösterişli havasını hiç yitirmeyen film günümüzün pek çok aksiyon filminin zaman zaman yaşadığı sıkıntılardan izler de taşıyor. İki temel problem var burada: Süresi gittikçe daha uzayan ve ihtişamı gittikçe artan bu aksiyon sahneleri bir kendine hayranlığın göstergesine dönüşüyor adeta ve “ne olduğunu” değil sadece “nasıl olduğunu” önemsememizi istiyor sanki bu filmlerin yaratıcıları ki pek çok aksiyonseverin bunu hiç dert etmeyeceğini söylemek -maalesef- mümkün kuşkusuz.

Hikâyeye uygun ve özenli bir jenerik ile kapanan filimde Alicia Vikander ve Vincent Cassel’in performanslarının da dikkat çektiğini belirtelim ve Yunanistan halkının inatla devam eden ve dünyanın ekonomik ve toplumsal düzeninin sonucu olan protestolarının -gerekçelerinden hiç bahsedilmeden- aksiyon sahnelerine fon olmasının çirkinliğini de unutmayalım. İşte tam da bu sahnelerde zaman zaman protestocuların elinde gördüğümüz kızıl bayraklara, o bayrakları inatla ellerinden bırakmayıp daha iyi ve adil bir dünyayı düşlemeye devam edenlere ve “Bir gün mutlaka” diyenlere selam göndererek, umudun “iyi ajanlar”ın değil onların ellerinde olduğunu söyleyelim son olarak.