On Her Majesty’s Secret Service – Peter R. Hunt (1969)

“Bir ajan kendinden başkasını düşünmek zorunda olmamalı”

İsviçre Alpler’inde kurduğu bir alerji araştırma merkezi aracılığı ile dünyayı ele geçirme planı yapan Blofeld’in peşine düşen Bond’un hikâyesi.

Yönetmen Peter R. Hunt ve oyuncu George Lazenby’nin ilk ve son Bond filmleri. Sean Connery’nin 1967 tarihli “You Only Live Twice – İnsan İki Kere Yaşar” filmnden sonra artık bu rolü oynamak istememesi üzerine Bond karakterini George Lazenby üstlenmiş ama sadece tek bir filmde hayat verebilmişti sinemanın bu ölümsüz ajanına. Pek çok kimse tarafından serinin vasat filmlerinden biri kabul edilse de ve zamanında eleştirmenler tarafından pek tutulmamış olsa da üzerinden geçen kırk sekiz yıldan sonra filmin -az ya da çok- hakkının yendiğini söylemek gerekiyor. Connery ile karşılaştırılmak gibi –gereksiz- bir talihsizlikle karşı karşıya kalan Lazenby işini hiç de fena yapmıyor açıkçası ve yönetmen Hunt da ortalarında bir parça temposu düşen hikâyeyi özellikle aksiyon bölümlerinde çekici bir biçimde anlatıyor. Ian Fleming’in aynı adlı romanına genellikle sadık kalınarak Richard Maibaum tarafından yazılan ve diyaloglarına Simon Raven’ın katkıda bulunduğu senaryo Bond filmlerinin pek çok “klişe”sini barındırırken, hikâyeyi de üç Avrupa ülkesinde geçiriyor: İngiltere, İsviçre ve Portekiz. Bond’un tüm fiziksel ve zihinsel becerilerini ortaya serdiği hikâye onu ezelî ve ebedî düşmanı Blofeld ile karşı karşıya getirirken, ajanımızın sonraki hikâyelerde zaman zaman karşımıza çıkan kalp kırıklığının kaynağını da gösteriyor bize. Eğlenceli ve tipik bir Bond filmi bu; yeterince güçlü ve heyecanlı değil belki ama ajanın karizmasına da kesinlikle ihanet etmiyor.

George Lazenby’nin Bond tecrübesinin tek bir fim ile kısıtlı kalmasının farklı nedenleri sıralanmış sinema çevrelerinde zamanında; bunlardan biri oyuncunun yapımcı Albert R. Broccoli ile geçinememesi, Lazenby’nin bir kayak sahnesinde yapımcının itirazına rağmen dublör kullanmayarak kolunu kırması ve bunun da Broccoli’yi hayli kızdırması. Diğer nedenlerin birincisi Lazenby’nin özellikle İngiliz basını tarafından Sean Connery ile sonucu hep aleyhine olacak şekilde kıyaslanması ve bunun da kamuoyunun gözünde oyuncunun değerini düşürmesi; ikincisi ise Lazenby’nin Bond serisinin değişen sinema dünyasında ömrünün dolduğuna inanması. Bu son neden Lazenby için ciddi bir öngörüsüzlük olmuş Bond’un bunca yıl sonra hâlâ tüm canlılığı ile karşımızda olduğu düşünülürse. Aktörün kariyeri -ki çok da parlak olduğu söylenemez- muhtemelen çok farklı bir biçim alırdı eğer Bond serisinde devam ediyor olsaydı diyelim bu konuda son olarak.

Gişesi hayli iyi olan ve bütçesinin nerede ise on katı bir gelir sağlayan filmde Lazenby kabul etmek gerekir ki Connery’nin “vahşi çekiciliğine” veya kendisinden sonra bu rolü üstlenen Roger Moore’un “yumuşak çekiciliğine” sahip değil ve bu açıdan değerlendirince de karakterine bu iki oyuncunun yaptığının aksine kendi “persona”sından kalıcı bir iz bırak(a)mıyor; oyuncunun bugün bile Bond severlerin çoğu tarafından hep göz ardı edilmesinin en temel nedeni bu olsa gerek. Oysa Avustralya asıllı Lazenby, İskoçyalı Connery’den çok daha fazla İngiliz görünmeyi beceriyor Bond rolünde ve karakterin yaratıcısı Ian Fleming’in çizdiği ajana bu bağlamda çok daha iyi uyuyor aslında. Lazenby’in performansı belki Connery’inki kadar güçlü değil oyunculuk açısından ama uğradığı haksızlığı hak etmeyecek bir şekilde hiç aksamıyor ve Bond’un cesur, zeki, esprili ve seksî karakterini sergilemeyi başarıyor kesinlikle. Hikâyedeki Bond kızı rolündeki Diana Rigg ise hem çekici bir profil çiziyor hem de ortalama bir Bond kızından daha kompleks görünen karakterini gerekli ve yeterli bir duygusallıkla oynayarak hikâyeye seyir keyfi katıyor.

Yönetmen Peter R. Hunt önce açılış sahnesinde gösterdiği sonra da özellikle kavga sahnelerinde tekrarladığı çekici bir estetik atmosfer sağlamış filme. Başta yer alan ve deniz kenarında geçen sahne dalgaların içine de sarkan bir yumruk yumruğa kavgayı gösterirken hayli yüksek bir görselliğe ulaşıyor ve daha sonra beş ayrı Bond filmine yönetmen olarak imza atacak olan John Glen’in hızlı ve zaman atlamalı kurgusunun da katkısı ile kesinlikle eğlendiriyor bizi. Bond filmlerinin gedikli ismi Maurice Binder’ın imzasını taşıyan ve kadın siluetlerinin ve kum saatinin öne çıktığı çekici bir jenerik ile açılan filmde Lazenby’nin “dördüncü duvarı yıkarak”, çok kısa bir süre de olsa kameraya bakması ve Sean Connery’e bir gönderme de içeren “Diğer adama hiç böyle olmazdı” cümlesini söylemesini de bu tür için hayli radikal ve kesinlikle eğlendiren bir tercih olarak yönetmenin başarı hanesine eklemek gerekiyor. Hunt özellikle ortalarında bir parça uzayan filmin temposunda bu bölümlerde bir parça sıkıntı yaşasa da genel olarak heyecanı diri tutmayı başarıyor ve uzun takip sahnelerini çekici kılmayı beceriyor. Kayaklarla, kızaklarla ve arabalarla gerçekleştirilen kovalamaca sahneleri hayli uzun tutulmuş ama Hunt’ın becerisi bu sahnelerin hem sarkmasını engelliyor hem de bir tekrar hissinin doğmasına izin vermiyor hiç.

Hikâye boyunca pek çok ölüm tehlikesi atlatan ve her konunun uzmanı olan (tattığı havyarın ait olduğu bölgeyi, öptüğü kadının parfümünü, bir kelebeğin türünü hemen söyleyiveriyor örneğin) Bond’un bu filminde Alpler’in kar beyazı güzelliği, Michael Reed’in başarılı kamera çalışması aracılığı ile hikâyeye akıllıca yedirilirken, senaryo da kimi ilginç anlar yakalıyor. Örneğin, Bond’un gizlice bürosuna girdiği avukatın bir şey unuttuğunu zannederek büroya geri dönecek gibi olması Bond’un değil sadece bizim maruz kaldığımız bir gerilimi yaratıyor. Bond’un farklı bir kimlikle girdiği ve Alpler’in tepelerinden birinde yer alan bir enstitüde kendisini adeta bir “harem”in içinde bulması ise ajanın “zampara” (“womanizer”) kişiliğine esprili göndermesi ile dikkat çekiyor. Bu bölümdeki “Bond’un eteğinin altına sokulan el” esprisi/erotizmi de kabalaşmadan komik ve seksî olabilmenin güzel bir örneği kesinlikle.

Louis Armstrong’un seslendirdiği “We Have All the Time in the World” şarkısı, Blofeld’i canlandıran Telly Savalas’ın eğlenceli ve başarılı kötü adam performansı, Bond filmlerinde alışık olmadığımız hüzünlü finali veya Bond’un ilk kez bir filmde ağlaması gibi özellikleri de ilgiyi hak eden film çok fazla efekt kullanılmayan çekici aksiyon sahneleri ile de önemli. Uçurumdan düşen kayakçılar veya çığ sahnesi oldukça gerçekçi ve heyecan vericiyken, inek çanlarının arasında geçen ve çanların yarattığı melodinin eşlik ettiği kavga hayli eğlenceli; dağda başlayıp dağın eteğindeki kasabanın buz kaplı sokaklarında devam eden, kayakların, kızakların ve arabaların kullanıldığı uzun ve komik/heyecanlı kaçma/kovalama ise filmin teknik başarısının öne çıktığı bir bölüm oluyor.

Bir aşk hikâyesi olarak da (elbette tüm Bondvari öğelere ek olarak) izlenebilecek film, Bond’un işini ve hayatını sorguladığı hikâyesi ile de seri içinde farklı olanlardan biri. Romantik sahnelerin bir parça eğreti olmasını ve finalin yeterince vurucu bir mizansenle çekilmemiş olmasını filmin kusurları arasına ekleyip, Bond’un ilk kez “insan” olmayı ajan olmanın önüne geçirdiği ama karşılığında sadece bir trajedi ile karşılaştığı bu hikâyeyi, geçmişte uğradığı haksızlığa rağmen görülmeye değer filmler arasına eklemek gerekiyor. Evet, çok güçlü bir film değil; evet, Lazenby bir Connery değil; ne fark eder, işte bir Bond filmi bu ve elbette görülmeli.

(“007 James Bond Kraliçenin Hizmetinde”)