L’Enfant Secret – Philippe Garrel (1979)

“Kalbinin olması gereken yerde bir kamera var”

Bir adam ve çekmek istediği filmi, bir kadın ve onun babası ortada olmayan çocuğu ve adamla kadın arasındaki aşkın hikâyesi.

Philippe Garrel’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Çekimleri 1979’da gerçekleştirilse de tamamlanması ve gösterime girmesi 1982’yi bulan filmde Garrel otobiyografik bir hikâye anlatıyor. Yönetmenin on yıllık ilişkisi bulunan ve biri kısa metrajlı yedi filminde rol alan Alman oyuncu ve şarkıcı Nico’dan ayrıldıktan hemen sonra çektiği film, bir yönetmenle âşık olduğu kadının ilişkisi üzerinden ilerleyen ve bir hikâyesi olsa da, bunu anlatmanın pek kolay ve belki de gerekli olmadığı bir çalışma. Aşk, depresyon, korku, çocuk sahibi olma, uyuşturucu ve bireysel özgürlük gibi birbirinden farklı temalar üzerinden ilerleyen film kadının çocuğu ile adamın filmi üzerinden bir yaratma, sahip olma ve ilgilenme hikâyesi de anlatan, çok farklı bir çalışma. Herkese göre değil belki ama sinema tarihinin ayrıksı örneklerinden biri olarak sinemaseverlerin ilgisini çekecek bir çalışma kesinlikle.

Dört farklı bölümde anlatıyor hikâyesini Garrel ve bu bölümler bir “gizli çocuk”un (erkek karakterin filmi olarak düşünebiliriz bunu) yaratılış sürecinin safhaları bir bakıma: “Sezaryen Operasyonu”, “Son Savaşçı”, “Yılan Halkası” ve “Büyüsüz Ormanlar”. Bu bölümlerin ilkinde kadın (anne) tanıtılırken, İkincisinde adama odaklanılıyor; üçüncü bölümde çift bir psikiyatri kliniğinde tekrar bir araya geliyor; dördüncü bölümde ise adamın çekeceği/çektiği film ana konu olarak ele alnıyor. Her ne kadar bölümlerin açıklamaları bir özet veya hikâyenin akışı gibi görünse de aslında böyle bir ayrım yok filmde. Temalar, odak noktaları vs. birbiri içine giriyor çoğunlukla ve zaten Garrel’in başı sonu belli olan bir hikâye anlatma derdinin olmamasının da uzantısı olarak seyircinin de böyle bir gayret veya beklenti içinde olmaması gerekiyor.

Nico’dan ayrıldıktan sonra çektiği bu filmde Garrel bir ilişkiyi odağına alarak bir otobiyografik öykü anlatıyor bize ama tanık olduklarımızın ne kadarı kendi ilişkisinde yaşananların birebir tekrarı veya onlardan ilham alarak oluşturulmuş bilmiyoruz. Aslında bunun bir önemi de yok; çünkü otobiyografik ya da değil, seyrettiğimiz hikâye çok içeriden bir bakışla anlatılmış kesinlikle. Hemen tüm sahneler hem içerikleri hem de sık sık belgesele ve hatta “cinéma vérité” anlayışına uygun biçimsel anlayışları ile bir çiftin özel hayatına giriyormuşuz havası yaratıyor. Öyle ki bir mahremiyet ihlâlinin parçasıymış gibi hissedebilirsiniz kendinizi film boyunca. Bunu yaratan havanın içinde hemen hiç cinsellik yok; ama ondan belki de daha mahrem parçalarına tanık oluyorsunuz bir ilişkinin. Bu bağlamda düşününce de filmin tüm sakin tavrına rağmen veya tam da bu tavrının katkısı ile oldukça yoğun bir hikâye anlattığını söyleyebiliriz bize. Sadece üç filminden oluşan bir sinema kariyeri olan Henri de Maublanc’ın klasik anlamdaki bir oyunculuk yerine bir belgeselin gerçekçiliği içinde görünmeyi tercih ettiği performansının da desteklediği bu durum filme “girebilenler” için oldukça güçlü bir etki yaratabilir kesinlikle.

Kaynağını ve gerekçesini bilemediğimiz bir “Yaşasın anarşi” sözünün birdenbire duyuluvermesi, adamın kadına söylediği “Çocuk sahibi olmayacağım. Devrimi tercih ederim” cümlesi ya da yine adamın bir sokak kadınının seks teklifini “Bizim neslimiz ahlâkî bir yoksulluk içinde kayboldu” diyerek cevaplaması gibi ögelerin birer göstergesi olduğu gibi diyalogların ille de o anın karşılığı olmadığı bir film bu. Karakterlerin görüntüde sessiz dururken biz onların konuşmalarını duyuyoruz yine de veya birkaç sahnede olduğu gibi karakter başladığı bir konuşmayı devam ettirmiyor ama biz yine de onu duymayı sürdürüyoruz. Kısacası ses ile görüntüyü her zaman ille de ilişkilendirmeye çalışmıyor Garrel ve hatta bu ilişkiyi zaman zaman özellikle bozuyor. Görsel açıdan da benzer bir tutum içinde yönetmen: Güzel görüntülerin peşine düşmüyor örneğin ve kendisini mahrem bir hayatın ortasında bulan kameranın saygılı sakinliği içinde görüntülüyor karakterleri bazen. Başlarda yer alan bir sahne bunun en iyi örneklerinden biri: Yatakta yatan bir kadın, çıplak ama üzeri örtülü; erkek yatağın kenarında oturuyor. Her ikisi de konuşmuyor. Kamera bu sessizlikle zıt bir şekilde, sanki bir diyalogun taraflarını takip edercesine iki karakter arasında gidip geliyor.

Zaman zaman uzun planlar kullanan yönetmen bu siyah-beyaz filminde çoğunlukla karanlık bir atmosfer kuruyor ve hatta sinemada geçen bir sahnede olduğu gibi mutlak karanlığa bile başvuruyor. Garrel hikâyesini sanki hatırlanan (ya da hayal edilen) anılarla oluşturmuş gibi görünüyor ve bu nedenle olsa gerek farklı görsel biçimler de tercih ediyor zaman zaman. Örneğin kadınla çocuğunun adamın yanından ayrıldıkları bir sahnede görüntüyü hızlandırıyor daha önce hiç yapmadığı bir şekilde. Bunu adamın bu ânı bir film sahnesi olarak hayal ettiği biçiminde yorumlamak mümkün. Faton Cahen’in müziğinin eşlik ettiği bu sahne ile örneğin yağmur altında bir park bankında oturarak konuşulan sahne veya sonlarda yer alan kafedeki konuşma bölümünün farklılığı yönetmenin görsel açıdan geniş bir alan seçtiğini gösteriyor kendisine. Söz konusu sahnelerin sonuncusunda gittikçe yükselen ve filmin genel sessizliği ile tezat oluşturan bir gürültü (kendilerini görmediğimiz kafedeki diğer insanların gürültüsü bu) var ve bu da o sahnenin dram duygusunu güçlendiriyor. Adam ve kadını çoğunlukla diğerlerinden soyutlanmış ve boş sokaklarda gösteren filmin burada onları varlığından kaçınamayacakları bir dış gürültünün içinde göstermesi onların ilişkileri hakkında bir sembol olarak görülebilir.

Jeneriksiz başlayan ve biten filmde Garrel bir üslup ya da biçim denemesi yapmıyor. Acı çeken karakterlerinin duygularını ve yaşadıklarını bir filtreden geçirmeden anlatan ve içten ve güçlü bir biçimde hissedilenlerin bu hislerin sahipleri tarafından bize aktarımı olan bu filminde yönetmen boş bir biçimciliğin peşinde koşmuyor; gösterdiğini içinden nasıl geliyorsa ve görsel olarak dürüstlüğünü koruyarak anlatıyor bize. Dürüstlüğünün en güçlü kanıtı da iki başrol oyuncusunun (Henri de Maublanc ve Anne Wiazemsky) yakın plan yüz çekimleri olsa gerek ki filmi “mahrem” kılanlardan biri de bu. İlgi ve evet, sabır gerektiren bir film bu ve bunları vermeye hazır olanları da güçlü bir biçimde etkisi altına alıyor. Bir düş, bir kâbus, bir anı, bir aşk filmi bu. Görülmeli.

La Jalousie – Philippe Garrel (2013)

La jalousie“Sence birimiz aldatırsa, diğerine söylemeli mi?”

Karısı ve kızını terk eden bir adamın yeni ilişkisinde karşılaştıklarının hikâyesi.

Fransız sinemasından “Fransız” bir film. Senaryoda da payı olan Philippe Garrel’in yönettiği filmin başrolünde yönetmenin oğlu olan Louis Garrel oynamış ve kendisine yeni sevgilisi rolündeki Anna Mouglalis eşlik etmiş. Hikâye hayli basit aslında ve başta Fransız sinemasındakiler olmak üzere daha önce pek çok benzerini de seyretmişizdir. Bitirdiği bir ilişkiden sonraki ilişkisini ayakta tutmaya çalışan bir genç adam var karşımızda ve aşk, tutku, aldatma gibi kavramlar üzerine konuşmalar ve eylemlerle ilerleyen film bu bağlamda çok yeni şeyler vaat etmiyor aslında ama başta ve özellikle Louis Garrel’in doğal ve dokunaklı oyunu, yönetmenin hikâyeye uygun yalın, hafif ve zarif bir dil kullanması ve tüm Fransızlığına rağmen, Fransız sinemasının bazı örneklerinin sıkıntı veren “mızmız” havasından uzak kalmayı başarabilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu.

Siyah beyaz çekmiş filmi Philippe Garrel ve filmi için doğru kararlarından birini de daha baştan vermiş görünüyor bu şekilde. Modern zamanlarda ve büyük bir şehirde geçen hikâyenin hem yalınlığına ve bilinçli gösterişsizliğine uygun bir tercih bu hem de anlattığının aslında ezelden beri hep yaşandığını ve elbette ebediyete kadar da sürecek değişmezliğini vurgulaması açısından önemli. Açılış sahnesinde tanık olduğumuz bir terk etme ile başlayan film yine bir terk etme ile sona ererken bu iki ayrılık arasında bize zarif bir dil kullanarak erkek ve kadın ilişkileri üzerine küçük bir hikâye anlatıyor temel olarak. Sadakat, tutku, seks vs. bu küçük hikâyenin üzerinde durduğu kavramlar ve Fransız sinemasının hep yapageldiği gibi entelektüel göndermeleri olan bir içerikle geliyorlar önümüze. Genç adamın bir tiyatro oyuncusu olması ve doğal olarak arkadaşlarının da yine o çevreden gelmesi, yeni sevgilisinin de işsizlikten muzdarip bir oyuncu olması, kadının “hami”si yaşlı bir entelektüel adam vs. gibi unsurlar hikâye boyunca kulağımıza Seneca veya Mayakovski gibi isimlerin çalınmasına yol açarken, bir sahnede bir arkadaşının genç adama söylediği “Belki de kurgu karakterleri gerçek karakterlerden daha iyi anlıyorsundur” cümlesi de sanat ve hayat çatışması üzerine bir fikir jimnastiği yapma fırsatı sağlıyor seyirciye. Tam da Fransız sinemasına özgü olarak karakterlerin kimi eylemlerini veya duygularını anlamlandırmada bir sıkıntısı var hikâyenin ve neden-sonuç ilişkisine sıkı sıkıya bağlı seyirci için rahatsızlık verebilir bu durum ama filmin seyirciden beklediği temel olarak hayli gerçekçi ve doğal bir atmosferi olan hikâyenin akışına kendisini bırakması ve bir ilişkinin yaşattığı mutluluğun ve onu kaybetme endişesinin yarattığı tedirginliğin “tadına” varması.

Başroldeki Louis Garrel’in “oynamadığı” bir film bu; oyuncu sanki kendisinin gerçekten yaşadıkları görüntüleniyormuşcasına doğal ve gerçekçi bir performans sunuyor film boyunca. Yönetmenin zaman zaman sahneleri doğaçlama havası veren bir şekilde oluşturmuş olması da onun oyunculuğunun bu yönünü destekliyor. Bir parkta adam, kadın ve adamın evliliğinden olan kızının birlikte konuştuğu ve fıstık yediği sahne diyalogları, el kamerası kullanımı ve yakın plan çekimi ile filmin doğallık alanında başarılı olduğunun tipik örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Jean-Louis Aubert’in biraz uçarı ve biraz da dokunaklı bir havası olan melodileri de hikâyenin “Yeni Dalga”yı çağrıştıran yönlerini etkileyici bir şekilde destekliyor. En az onun kadar filme katkısı olan bir diğer isim de görüntü yönetmeni Willy Kurant; filmin çekildiği tarihte 79 yaşında olan sanatçı özellikle yakın planlarında karakterlerin birbirleri ile olan ilişkilerinin olumlu ve olumsuz yönlerini yansıtmayı başaran görüntü tercihleri ve kadının hissettiği “tıkanmışlık” duygusunu yaşadıkları evin küçüklüğü ile de yansıtan kamera açıları ile olgun bir sanatçının çalışmasının ne denli parlak olabileceğini gösteriyor bize.

Yönetmen Garrel’in -aldatma ve aldatılma açısından- bir parça da kendi babasının hikâyesini anlattığı söylenen film sahnelerini art arda dizerken en ufak bir zorlamaya başvurmaması ve “gerçekte” ne oluyorsa sadece onu göstermesi ile de takdir edilmeli. Örneğin adamın kızı ile geçirdiği bir gün ve ardından kızının evine dönüp annesinin hazırladığı yemek için sofraya oturması tanık olduğumuz sözler ve davranışlar ile kesinlikle etkileyici bir gerçekçilik sunuyor perdede. Filme adını veren kıskançlık duygusunu, kızın babasının yeni sevgilisine, terk edilen annenin yeni sevgiliye veya genç adamın sevgilinin tanıştığı bir başka erkeğe olan yaklaşımı üzerinden anlatan film asla bunun altını çizmeden, kimi zaman sadece bir bakış, kimi zaman da başka bir konu ile ilgili olarak söylenen bir söz üzerinden yansıtıyor bize. Bir başka deyişle, mesafesini koruyan ve nezaketi hiç bırakmayan yaklaşımını burada da koruyor film ve alçak gönüllü hikâyesi ile bize bizi anlatmayı isteyen ve bunu başaran eserlerden biri olarak ilgiyi hak ediyor.

(“Jealousy” – “Kıskançlık”)