Au Poste! – Quentin Dupieux (2018)

“Anlamıyorum! Önce gelecekte olacak diyordun, şimdi de geçmişte oldu diyorsun”

Oturduğu binanın önünde bir ceset bulunca polisi arayan bir adam ve karakolda onun ifadesini alan bir komiserin hikâyesi.

Fransız sinemasının kendine has isimlerinden Quentin Dupieux’nün yazdığı ve yönettiği bir Fransız yapımı. Farklı filmleri ve mizah anlayışı ile tanınan yönetmenin bu -şimdilik- son filmi tüm bir gece süren bir ifade alma işlemini ve karakola tanık olarak gelen bir adamın zanlıya dönüşmesini anlatan ve absürte de uğrayan komedisi ile ilgi çeken bir film. Dupieux’nün en “akıllı uslu” çalışmalarından biri olsa da, hayal ile gerçeğin ve geçmiş ile geleceğin birbirine karıştığı ve bir karakterin bir diğerinin anlattığı hikâyenin içine girdiği hikâyesi ve bu türdeki ciddi filmlerin klişeleri ile hafif hafif dalga geçen içeriği ile kesinlikle ilginç bir çalışma. Kahkaha attırmaya değil, gülümsetmeye yakın olan film yönetmenin karakteristik özelliklerinden taviz vermeden daha geniş bir seyirciye hitap etmeyi denemesinin başarılı bir örneği olarak ilgiyi hak ediyor.

Fransız yönetmen Claude Miller’in 1981 yapımı “Garde a Vue – Korkunç Şüphe” adlı başyapıtını bilenler Dupieux’nün çalışmasının o filme bir selâm gönderdiğini düşünceklerdir muhtemelen hikâyeyi seyrederken; ama bu selâm gönderme elbette Dupieux usulü olacaktır ve yönetmen daha ilk sahnede kendi izini taşıyan bir hikâye anlatacağını açık açık söylüyor bize. Üzerinde sadece ayakkabıları ve kırmızı bir külot olan bir adam açık havada çalmakta olan bir klasik müzik orkestrasını yönetmektedir. Birden bir siren sesi duyulur ve orkestra şefi kaçmaya başlarken peşinden koşan polisleri görürüz. Devam eden müzik hemen ardından gelen sahnede karakoldaki komiserin masasındaki radyoda da çalmaktadır ve bu sırada kırmızı külotlu adamın da karakola getirilir. Film önce komiseri ve sonra da ifadesini almak üzere karakola çağırdığı tanığı/zanlıyı getirir karşımıza ilk kez ve bu giriş ile de absürt ama ciddiyetle anlatılan hikâyeyi izlemeye başlarız. İki başoyuncunun (komiseri canlandıran Benoît Poelvoorde ve tanık/zanlıyı oynayan Grégoire Ludig) çok keyifli ve güçlü performansları ile zenginleşen bu hikâye Dupieux’nün kaleminden çıkan absürt ve/ama eğlenceli diyaloglardan aldığı destek sayesinde kendisini ilgi ile seyrettiriyor.

İfadesini aldığı ve bir an önce evine gitmek isteyen adamın yanında uzun uzun özel telefon konuşmaları yapan, acıktığını söyleyen bu adama masasının çekmecesindeki yarısı yenmiş çikolatayı ikram eden ve kulağındaki kulaklık nedeni ile sesini duymayan yardımcısına tel zımba fırlatan komiserin sorguladığı zanlımız aynı anda hem gerçek hem de hayli saçma görünebilen hikâyesini anlatarak kurtulmak istiyor soruşturmadan. Büyük bir kısmı ifade alma işleminin yürütüldüğü odada geçen film odanın büyüklüğü ve kameranın hep geniş görüntüler göstermeyi seçmesi ile sıkışık/dar bir ortam filmi olmaktan özenle uzak duruyor ve bu oda dışındaki sahneler de filmin bir tiyatro oyununun havasından uzak kalmasını sağlıyor. Burada tiyatro kelimesi önemli; çünkü finaldeki tiyatro sürprizi ya da bu sürprizden sonra gelen diğer sürpriz sadece zanlının değil, seyircinin de kafasını karıştırırken filmin gerçek ile oyun olanı karıştırmanın peşinde olduğunu gösteriyor bize. İfade alma işlemi boyunca zanlının bulduğunu iddia ettiği cesetle ilgili anlattığı hikâyeler ile de yetinmeyen Dupieux, komisere de bir hikâye anlattırarak filminin aynı zamanda hikâye anlatmak ve gerçek ile hayal ürünü olanın doğası üzerine de olduğunu söylüyor sanki. Burada bir adım daha ileri gidiyor film ve geçmiş ile geleceği birbirine karıştırırken, dinleyeni anlatanın hikâyesinin içine sokarak gerçeklik duygusunu bir kez daha zorluyor. Finali de göz önüne aldığımızda gerçeğe sıkı ve eğlenceli bir darbe vurduğunu söyleyebiliriz filmin.

Komiserin tek gözü olmayan yardımcısının ifadenin alındığı odada başına gelenin hikâyesinin en komik anlarından birini oluşturduğu film özellikle iki ana karakter arasındaki söz yarışı ve oyunları ile de bir eğlence yaratmayı başarır ve benzer konulu ciddi filmlerin sorgulayan ve sorgulatan rolleri ile dalgasını geçerken, yardımcının gözünü üzerinden ayırmama uyarısı ile kendisine emanet edilen zanlıya ne kadar zekî olduğunu kanıtlama çabası da (özellikle kendisinin sonunu getiren gönye ile ilgili sözleri) yine bir klişenin komedisi olarak yerini alıyor hikâyede. Diyalogların absürtlüğü (örneğin oğlunun komisere söylediği şu sözler: “Bir sıkıntı yok. Geçen hafta canım intihar etmek istedi ama son anda korkup vazgeçtim. Neredeyse pencereden atlayacaktım ama vazgeçip onun yerine televizyon seyrettim; bu da intihardan uzaklaştırdı beni. Şimdi yaşamak istiyorum”) ve karakterlerin bu absürtlüğü normal gören tepkileri (oğlunun bu sözlerine sandöviçini yemeye devam ederek herhangi bir tepki vermeyen baba) ile eğlendiren film daha doğrudan absürtlüklerle de dikkat çekmeyi başarıyor. Komiserin sigara içerken göğsündeki delik nedeni ile vücudundan dışarı duman çıkması; komiserin “o sırada saat kaçtı” sorusunu geçmişi hatırlayarak cevap vermeye çalışan zanlının hayal ettiği geçmişte saatlerin sürekli olarak ve çılgınca bir süratle değişen göstergeleri; bir karakterin anlattığı hikâyeyi diğeri “görürken”, onun anlattığını da ötekinin ”duyabilmesi”nin örnek gösterilebileceği bu absürtlükler Dupieux’ye yakışan tuhaflıklar olmuş kesinlikle.

Quentin Dupieux’nün yönetmen ve senaristliğin yanısıra, görüntü yönetmenliği ve kurgusunu da üstlendiği filmin David Sztanke imzalı ve kapanış jeneriğinde tamamını dinleme şansı bulduğumuz müziği de hoş melodileri ile filme renk katıyor. Yaşamın içindeki küçük saçmalıkları ve sinemanın kimi klişeleri hikâyesi içinde eğlenceli bir biçimde değerlendiren ve komedisini vurgulamadan, sakin bir dil kullanarak ve nerede ise “kayıtsız” bir tavır takınarak yaratan bu film, 73 dakilkalık süresini verimli bir biçimde kullananan ve gelişmelerinin zamanlaması ve hataların, tesadüflerin ve dış gelişmelerin (soruşturma sırasında odaya giren çıkanların varlığı gibi) akıllıca kullanılması ile de dikkat çeken bir çalışma.

(“Keep an Eye Out” – “Karakol”)

Réalité – Quentin Dupieux (2014)

“Konuşmamız gerekiyor: Sanırım seninle ben aynı kişiyiz”

Bir yapımcının filmini desteklemek için koşul olarak ortaya koyduğu en muhteşem çığlığı bulmaya çalışan bir sinemacı adayının hikâyesi.

Kendine özgü komedileri ile tanınan Fransız müzisyen ve yönetmen Quentin Dupieux’dan’dan bir “tuhaf” film. Dupieux’nin sadece yönetmenliğini değil, senaryosunu, kısmen müziklerini (oldukça kısa bir bölüm ona ait aslında, müziğin çoğu Philip Glass imzalı), kurgusunu ve görüntü yönetmenliğini de üstlendiği film Fransa, Beçika ve ABD ortak yapımı olarak çekilmiş. Karakterlerin birbirinin içine giren rüyaları, zamanda dairesel bir akış ve birbirinden tuhaf karakterleri ile ilginç bir çalışma bu ve herkese göre de değil pek. Filmin ana karakterinin, hayalindeki filmi çekmeye çalışan bir televizyon kameramanı olduğunu düşünürsek, Dupieux’un belki de kendi film çekme macerasına ve bu sırada karşılaştığı tuhaflıklara göndermede bulunduğu söylenebilir. Filmin aynı zamanda hikâyedeki küçük kızın da adı olan ismi, hikâyenin neyin gerçek neyin hayal (daha doğrusu rüya) olduğu konusunda seyirciyi ikilemde bırakacak şekilde ilerleyerek gerçekliğin ne olduğu konusunda kafa karışıklığı yaratmasını anlatıyor aslında.

Birbirinden tuhaf karakterleri var hikâyenin (gerçi yönetmenin 2010’da çektiği “Rubber” adlı filmin baş karakterinin bir araç lastiği olduğunu düşününce, hiç de şaşırtıcı değil bu durum) ve bu ilginç karakterler birbirinden tuhaf şeyler yaşıyorlar (ya da yaşadıklarını hayal ediyorlar, birbirinin hayallerine de girecek şekilde). Yapımcının filmine para yatırması için 48 saat içinde, Oscar kazanacak en iyi çığlığı bulmaya çalışan bir kameraman, okyanus manzaralı evinin önündeki sularda sörf yapanları rahatsız olduğu için dürbünlü tüfeği ile vuran bir yapımcı, bir video kaseti olduğu gibi yutan bir yaban domuzu, bir sıçan kostümü içinde program sunan ve aslında var olmayan bir kaşıntıdan dolayı acı çeken bir televizyon sunucusu, kadın kıyafetleri içinde gezmeyi seven bir erkek öğretmen ve baş karakterin çekmeyi hayal ettiği filmdeki öldüren televizyonlar… Tüm bu karakterler ve daha fazlası, çekilmekte olan bir filmin veya çekilmek istenen bir başka filmin karakterleri, hayal edenleri, oyuncuları veya bazen birkaçı birden olarak geliyorlar karşımıza. Kendine özgü bir mizahı olan bir hikâye anlatıyor film ve bu mizah her anında olmasa da zaman zaman epey eğlendiriyor da . Ne var ki filmin temel amacı eğlendirmek değil sanki; daha çok tuhaflığı ile şaşırtan ve sorgulatan bir film bu.

Peki nedir sorgulatılan? Buna her seyredenin farklı cevap verebileceği bir film bu ama herhalde şunu iddia etmekte bir sakınca yok: Film gerçeklik kavramı üzerinde dururken, bunu gerçeği sergileyen (daha doğrusu değiştiren, çarpıtan…) sinema üzerinden anlatıyor ve sinema sektörünün bu konudaki tavrına eleştiri getiriyor. Hikâye sektörün kalbinin attığı Los Angeles’da geçiyor; karakterlerin büyük bir kısmı sinema/televizyon ile ilgili; saçma bir televizyon programı filmin Dupieux’ya özgü mizahın kaynaklarından biri ve çekilmeye çalışılan filmde televizyonlar insanları önce esir edip sonra da onları gizli ışınlarla korkunç bir şekilde öldürüyor (aranan çığlık da insanların ölürken attığı acı dolu çığlık!). Bütün bunların üzerine, bir de çekilmekte olan bir başka filmde yönetmenin oyuncusunun uyuduğu sahneyi onun gerçekten uyuduğu sırada çekmeye çalışmakta diretmesini (gerçeklikte ısrarcı olmasını!) eklersek filmin kurgu ve gerçek üzerinde bir söyleme sahip olduğunu ve işte bunun en iyi aracı olarak filmin bir sanat olarak kendisini gördüğünü söyleyebiliriz.

Bu bir film içinde film değil kesinlikle çünkü ortada birden fazla film var ve açıkçası sık sık hangisinin gerçek (eğer herhangi biri gerçekse elbette) olduğu da pek net değil. Zaten böyle bir derdi de yok filmin; Dupieux zaman zaman bir parça soğuk bir havası olan mizahı ile eğlendirmeyi amaçlamış daha çok. Hevesli yönetmen ile yapımcı arasında ikincisinin bürosunda geçen sahne örneğin, hayli tuhaf diyaloglar ve davranışlar eşliğinde eğlendiriyor kesinlikle. Aynı yönetmenin henüz hayal etmekte olduğu filmin tam da onun düşündüğü içerikle çekilmiş olduğuna dehşetle tanık olduğu ve filmi seyrettiği sinemada perdenin önüne geçerek “Bu film henüz çekilmedi, bu film gerçekte var değil” diye bağırması da benzer bir etkiye sahip.

Filmin başarılı oyuncu kadrosunun içinde kendisini göstermeyi başaran Kyla Kenedy’nin canlandırdığı küçük kızın hikâyedeki en aklı başında ve gerçeğe en yakın duran karakter olması sanırım yönetmenin büyüklerin (ve onların egemenliğindeki sinemanın) gerçeklikten kopmasına bir gönderme olarak değerlendirilebilir. Başta müstakbel yönetmeni oynayan Alain Chabat olmak üzere tüm oyuncuların hikâyenin tuhaflığının altında ezilmeyen başarılı performanslar sunduğu filmin eleştirisini dile getirirken çok yeni şeyler söylememek gibi bir kusuru var aslında ve mizahı da her zaman vurucu değil. Ne var ki yine bir film çekmekle ilgili olan ilk filminin adı “Nonfilm” (Türkçeye film olmayan, film dışı diye çevirebiliriz sanırım) olan bir yönetmen için önemli olan tuhaflık/saçmalık ve onun da hakkını veriyor bu film açıkçası. Evet, herkesin seveceği türden bir film değil ve zayıf yanları da var ama kesinlikle farklı bir çalışma bu.

(“Reality” – “Gerçeklik”)