Korkunun Bütün Sesleri – H. Ellison / R. Bradbury / J. G. Ballard / I. Asimov / K. Vonnegut Jr. / S. Lem / R. A. Heinlein

Bilim kurgu edebiyatının yedi ünlü isminden birer hikâyenin yer aldığı bir derleme. Hikâyeleri seçen Levent Mollamustafaoğlu ve Sedef Öztürk’ün çevirileri de yaptığı kitapta, bilim kurgu türünde farklı akımlara ve üsluplara sahip yazarlardan bir seçki yapılarak bu edebiyat türü geniş bir yelpaze içinde getirilmeye çalışılmış okuyucunun önüne. Her bir hikâyenin başında yazarla ilgili kısa bir bilgiye (nedense kitabın girişinde ilgili yedi yazarın daha kısa birer tanıtımı daha yer alıyor) ve seçilen hikâyesi ile ilgili çok kısa notlara da yer verilen kitabın başındaki sunuş yazısında Mollamustafoğlu ve Öztürk’ün birlikte kaleme aldıkları ve kendi ifadeleri ile “… bilim kurguyu irdelemeyi değil, eğilimlerine ve tarihsel gelişimine değinmeyi…” amaçlayan bir inceleme de yer alıyor. Beş sayfalık bu yazıda türün tanıtımı ve kendine has özellikleri anlatıldıktan sonra, tarihsel gelişimi, bir edebiyat türü olarak özellikleri, Batı ile eski Doğu Bloku ülkelerinde bu türde üretilen eserler, türün Türkiye’deki telif ve çeviri örnekleri, sinemadaki karşılığı ve son olarak da neden bu yedi yazarın seçildiği açıklanıyor. Tüm bu konular için kuşkusuz kısa bir yazı temel olarak bu ama yine de özenli yazılmış ve iyi bir özet kesinlikle.

Kitaba adını veren ilk öykü Amerikalı yazar Harlan Ellison’a (1934 – 2018) ait olan 1971 tarihli “All The Sounds of Fear – Korkunun Bütün Sesleri”. Bilim kurgu dalındaki pek çok edebiyat ödülünü kazanan ve çevirmenlerin “yenilikçi stili ile türü geliştiren yazarlardan biri” olarak niteledikleri edebiyatçının seçilen bu öyküsü şaşırtıcı bir giriş ile açılan ve “metod oyunculuğu” yöntemini kullanan olağanüstü başarılı bir tiyatro oyuncusunun bu yöntemde gittiği uç noktanın sonuçlarını anlatan çok çarpıcı bir eser ve kitaba hayli sağam bir giriş sağlıyor. İkinci öykü bir başka Amerikalı yazar Ray Bradbury’in (1920 – 2012) 1952 tarihli “The Smile – Gülümseme” adlı eseri. “Bilim kurguya geçiş yapmak için birebir” olarak tanımlanan ve eserlerinin büyük bir kısmı “bilim kurgudan çok, “dehşet” edebiyatı türünde” gösterilen yazarın bu öyküsünde bir atom bombasının yıkımına neden olduğu bir dünyadaki insanı bu yıkıma götüren eski uygarlığın her türlü izine saldırıldığı bir toplumu anlatılırken, “Mona Lisa” tablosu üzerinden insanlığın geleceği ile ilgili müthiş bir resim çiziyor Bradbury ve yıkıma neden olan insan tabiatının aynı zamanda insanın kurtuluş umudunun da kaynağı olduğunu hatırlatıyor.

Derlemedeki üçüncü hikâye İngiliz James Graham Ballard’ın (1930 – 2009) ilk kez 1967 yılında yayımlanan “The Subliminal Man – Bilinç Eşiğini Atlayan Adam”. İnsanların sürekli artan bir şekilde daha fazla tüketmek ve bu tüketimi karşılayabilmek için de sürekli çalışmak zorunda kaldığı bir toplumda tüketimi teşvik etmek için “bilinçaltı reklamlar”ın korkunç kullanımını etkileyici bir şekilde anlatıyor. Bilim kurgunun “yeni dalga” akımının temsilcilerinden biri olarak nitelenen yazarın bu öyküsü tüketim toplumuna ciddi bir eleştiri ve kapitalizmin dünyayı taşıdığı nokta için de ciddi bir uyarı. Dördüncü hikâye ülkemizde en fazla tanınan bilim kurgu yazarlarından biri olan, bir başka Amerikalı yazar Isaac Asimov’un (1920 – 1992) 1958 tarihli “The Feeling of Power – Güç Duygusu”. Bilgisayarların korkunç bir kapsaite ve güce ulaştığı ve insanların matematiği unuttuğu bir dünyada, insan aklının da bilgisayarlar gibi çalışabileceğinin ve matematiği bilgisayarı taklit ederek öğrenebileceğinin keşfi ile gelişen olaylar anlatılıyor. Oldukça gerçekçi görünen bu hikâye Asimov’un neden türün ustaları arasında olduğunu da gösteren etkileyici bir çalışma.

Beşinci hikâye, Amerikalı Kurt Vonnegut Jr.’ın (1922 – 2007) 1961 tarihli “Harrison Bergeron” adlı çalışması. “Yıl 2081’di ve nihayet herkes eşitti.” cümlesi ile başlayan öykü mutlak eşitliğin olduğu bir dünyada bu eşitliğin sağlanabilmesi ve sürdürülebilmesi için insanların onları farklı kılan her türlü özellikleri ve yeteneklerinin nasıl yok edildiğini anlatıyor. Mizah havası da olan öykü, eşitlikçi rejimlerin eleştirisinden çok, insanları tektipleştiren tüm sistemlere sert bir saldırı olarak görülmesi gereken başarılı bir çalışma. Altıncı öykü Polonyalı yazar Stanislav Lem’e (1921 – 2006) ait olan 1974 tarihli “Maska – Maske”. Gizemli havası ile dikkat çeken, kitaptaki bu en uzun eser müthiş etkileyici bir dil ile yazılmış bir kimlik, özgürlük ve av/avcı öyküsü. Politik boyutu da olan öykü “ben kimim? (ya da ben neyim?)” sorusunun edebiyat tarihinde en etkileyici şekilde sorulduğu eserlerden biri kesinlikle. Kitaptaki son öykü Amerikalı Robert Anson Heinlein’in (1907 – 1988) 1947 tarihli “The Green Hills of Earth – Dünyanın Yeşil Tepeleri” adını taşıyan eseri. Evrendeki koloniler arasında seyahat eden bir “jetçi”nin (aynı zamanda bir müzisyen ve ozan) hikâyesini ve son yolculuğunu anlatan eser hüznü ile de dikkat çekiyor.

Türün tüm özelliklerini ve tarihini gösterebilmek için yeterli sayıda öykü içermese de okuması hayli keyifli bir kitap bu. Seçilen tüm öyküler farklı açılardan ve farklı nedenlerle etkiliyor okuyucuyu ve kesinlikle zengin bir okuma serüveni sunuyor.

Son Yaya – Ray Bradbury

Amerikalı yazar Ray Bradbury’nin beş ayrı hikâyesinin yer aldığı bir derleme. 600’ün üzerinde kısa hikâyesi olan, ayrıca romanları ve senaryoları da bulunan yazar, diğer türlerde de eserleri olsa da, daha çok “spekülatif kurgu” olarak adlandırılan türün ustası olarak biliniyor. Bilim kurgu, korku, ütopik/distopik kurgu gibi başlıkları barındıran bu türde her biri birbirinden çekici eserler üreten Bradbury’nin bir yazar olarak en önemli özelliği, hikâyelerinde her zaman insan unsurunu öne çıkarması. Bu derlemede yer alan beş eserde de kendisini gösteriyor bu unsur ve ister bilim kurgu ister doğaüstü türünden bir hikâye olsun, tümünde insan ruhunu ve karakteristiklerinin izini bulabiliyorsunuz. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse, insan her zaman ön planda bu hikâyelerde ve Bradbury diğer tüm unsurları, bir distopik ortamı veya bir doğaüstü olayı örneğin, insanı daha iyi ve çarpıcı bir biçimde anlatmak için bir araç yapıyor veya bir arka plan olarak kullanıyor.

Kitapta yer alan beş hikâye 1946 ile 1951 arasında yayımlanmış ilk kez. İlk hikâye olan “Sis Düdüğü” (“The Fog Horn”) 1951’de basılmış ilk olarak ve milyonlarca yıldır kendi türünden birini beklemenin korkunç yalnızlığını yaşayan bir deniz canavarının deniz feneri olarak kullanılan bir taş kuleye gösterdiği ilgiyi anlatmış. Fenerin bekçilerinden birinin “Hayat hep böyle işte. Biri, hiç gelmeyecek biri için hep bekler. Biri, bir şeyi onun kendisini sevdiğinden daha çok sever. Ve bir süre sonra o şey neyse yok etmek istersin, seni artık üzmesin diye.” şeklinde ifade ettikleri, Bradbury’nin bu canavarın kule ile ilişkisi üzerinden insanlar arasındaki ilişkilere göndermede bulunduğunu, bir canavarı anlatırken bile aslında derdinin insanlar olduğunu hatırlatıyor bize. Doğaüstü ve aynı zamanda hayli hüzünlü bir hikâye.

İkinci hikâye 1946 tarihli olan “Küçük Katil” (“The Small Assassin”). Anne ile çocuk arasındaki varlığı doğal ve kaçınılmaz olarak görünen sevginin yerini bir korkuya bıraktığı hikâyede Bradbury, bebeğinin kendisini öldüreceğine inanan bir annenin ruhsal olarak çökmesini anlatırken,hikâyedeki gerçeği belirsiz bırakıyor ve kadının korkusunun ve inancının başkalarına (mantığa en fazla bağlı olanlara bile) geçmesini etkileyici bir şekilde anlatıyor. İnsanları incitilmeye karşı koruyanın önce yasalar, o olmasa bile sevgi olduğunu öne süren ve bebeklerin -doğal- bencillikleri ve sevgiyi henüz bilmemeleri ile potansiyel bir “canavar” olduklarına inanan kadının hikâyesinin belki de en çarpıcı yanı bir annenin çocuğuna duyduğu sevginin varlığını sorgulanabilir kılması. 2011 yılında kısa metrajlı ve aynı isimli bir TV filmi olarak çekilen hikâye, insan psikolojisinin derinliklerine dalan sıkı bir gerilim (ve korku) eseri.

1943 tarihli “Tırpan” (“The Scythe”) ailesine bir ev ve yiyecek arayan yoksul bir adamın karşısına çıkan mucize gibi bir fırsatın arkasındaki korkunç gerçekle yüzleşmesini anlatıyor. Ne olduğunu anlamadan devraldığı bir sorumluluğun taşıması imkânsız yükünü sırtlanmak zorunda kalan adamın trajedisini anlatan ve ileride Stephen King gibi yazarların yeni örneklerini verecekleri türden doğaüstü eserlerin başarılı bir örneği olan çalışma, kaderimizin kaçınılmaz sonunu uygulamakla yükümlü olan adamın hikâyesini okuyanın içini burkan bir tonda anlatıyor ve her satırında kaçınılmazlığın ve hüznün izlerini taşıyor. Sonuçta adamın yaptığının (yapmak zorunda olduğunun) aslında okuyucu olarak her birimizi çok yakından ilgilendirdiğini bilmenin tüyler ürperten havasının çok etkileyici kıldığı bir hikâye bu.

Dördüncü hikâye olan “Uzun Yağmur” (“The Long Rain”) 1950’de yayımlanmış ilk defa. Hiç dinmeyen ve bir işkenceye dönüşen sürekli yağmurun psikolojilerini bozduğu, roketlerinin düştüğü Venüs gezegeninde sığınabilecekleri bir “güneş tapınağı” arayan dört astronotu anlatıyor hikâye. 1950’den sonraki bilimsel araştırmaların ortaya çıkardığı Venüs gezegenin doğası ve koşulları ile Bradbury’nin çizdiği resmin farklı olması, “The Ray Bradbury Theater” adlı TV dizisinin 1992’de yayımlanan bölümünde Venüs’ten hiç bahsedilmemesi ve olayın başka bir güneş sisteminde geçtiğinin belirtilmesi ile çözülmüş. Dört farklı bireyin yağmurun neden olduğu korkunç koşullar ile baş etmeye çalışmasını okuyucunun ilgisini hiç yitirmeden anlatıyor bu hikâye ve kahramanlarının akıbeti hakkında hep meraklanmamızı sağlıyor.

Son eser olan ve kitaba da adını veren “Son Yaya” (“The Pedestrian”) adlı hikâyenin esin kaynağı Bradbury’nin kişisel bir tecrübesi olmuş. 1949’da gecenin geç bir vaktinde bir arkadaşı ile birlikte Los Angeles’ta ve başka hiç kimsenin olmadığı bir bulvarda yürürken polislerin kendilerinden kuşkulanması, Bradbury’e ilk yayım tarihi 1951 olan bu distopik hikâye için ilham vermiş. 2052 yılında geçen hikâye, geceleri herkesin evlerine çekildiği ve artık kimsenin okumadığı (ve sadece televizyon seyrettiği) bir dünyada bir yazarın 10 yıldır her gece sokaklarda yaptığı yürüyüşleri yalnızlık duygusunun egemen olduğu bir atmosferle anlatırken, kahramanın eyleminin “tuhaf”lığı tıpkı Bradbury’in yaşadığı gibi “polis”in dikkatini çekiyor. Karamsar bir gelecek görüntüsü çizen Bradbury “Sis Düdüğü”nde olduğu gibi yine etkileyici bir yalnızlık resmi gösteriyor bize.