Aşktan Söz Ettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz – Raymond Carver

ABD’nin en büyük yazarlarından kabul edilen Raymond Carver’ın ilk kez 1981 yılında yayımlanan öykü derlemesi. 1988’de henüz elli yaşındayken akciğer kanseri nedeni ile hayatını kaybeden ve şiirleri ile de tanınan Carver’ın öyküleri çeşitli kısa filmlere kaynaklık ettiği gibi Amerikalı sinemacı Robert Altman 1993’te yazarın bu kitaptan iki öykünün de aralarında yer aldığı dokuz öyküsünden ve bir şiirinden yola çıkarak, Venedik’te Altın Aslan kazanan “Short Cuts” (“Sosyeteden İnsan Manzaraları”) adlı filmi çekmişti. Toplam on yedi öykünün yer aldığı kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında çok doğru bir biçimde belirtildiği gibi “yalın ve ekonomik” biçim ve içerikleri ile dikkat çekiyor Carver’ın hikâyeleri. Genellikle çok büyük olaylar anlatmıyor Carver ya da çok trajik bir olayı konu edindiği zaman bile sadelikten ve “sıradan” bir resim çizmekten vazgeçmiyor. İlk bakışta öylesine “sıradan” görünüyor ki okuduğunuz, her an dünyanın herhangi bir yerinde yaşanabilecek türden bir ana / anlara tanık olduğunuzu düşünüyorsunuz. Carver’ın yazar olarak başarısı bu sıradanlıkların her birinin kendine özgü olduğunu ve her birinin farklı bir insanlık hâlini temsil ettiğini gerçekçi bir biçimde okuyucuya anlatabilmesi ve onun sanki kendi hayatından bir ânı seyredermiş gibi okuduğuna yakın hissetmesini sağlayabilmesi.

“Basitlik” Carver’ın kitabındaki öykülerin tümü için rahatlıkla kullanılabilecek bir ifade; ama basitliğin bir edebiyat eserinde bu denli doğal ve etkileyici olabilmesi onun olağanüstü başarısının göstergesi kesinlikle. Yazar okuyucuyu büyük karakterler, büyük olaylar vs. ile etkilemeye çalışmıyor. Öykülerin çoğunlukla orta sınıftan insanlardan oluşan karakterleri her an sokakta karşımıza çıkabileceklerden seçilmiş ve onları popüler edebiyat eserlerinin yaptığının aksine olduklarından farklı göstermeye çalışmıyor Carver; oldukları gibi, değiştirmeden, hikâyelerini çarpıtmadan ve başlarına gelenleri büyük şeyler anlatıyormuş havası yaratmadan (büyük şeyler anlattığında bile) getiriyor okuyucunun önüne. Kitaba adını veren öykü doğrudan aşk üzerine yazılmış ama diğerleri doğrudan bu tema üzerine değil gibi görünüyor. Yine de hemen tamamı aşkın varlığı, yokluğu, kaybedilmesi vs. gibi durumların doğrudan ya da dolaylı olarak etkilediği insanları getiriyor önümüze.

Carver’ın öykülerinin sinemacılara neden cazip geldiği çok açık: Bu öykülerin bir kısmının tamamı adeta bir filmin bir sahnesi havasını yaratıyor okurken, diğerlerinin ise birkaç film sahnesinden oluştuğunu düşünmek mümkün. Sanki yazar alçak gönüllü bir yönetmen gibi kamerasını alıp, tek başına sokulmuş insanların arasına ve onların günlük hayatlarını hiç müdahale etmeden kayıt altına almış. Kitabın Türkçe baskısının Ümit Kıvanç tarafından hazırlanan kapağında Amerikalı ressam Edward Hopper’ın “High Noon” adlı resmine yer verilmiş ve kitapla aynı adı taşıyan öykünün atmosferine çok uygun bir seçim olmuş bu. Bu öyküde iki çift içlerinden birinin evinde toplanır ve aşk hakkında (aşkın tanımı, anlamı, yaşam vericiliği ve öldürücülüğü hakkında) konuşurlar; hüzünlü bir konuşmadır bu ve bir yere varmaz. Sade diyaloglar aşkın varlığının da yokluğunun da hüzün vericiliğini anlatır sürekli ve Hopper’ın resmi de bu hüznün görsel karşılığıdır sanki. Öyküdeki kadınlardan birinin bir öğle vakti -belki de bu konuşmadan sonra- evin kapısından dışarı bakışıdır bu: Tıpkı öykünün kendisi gibi sıradan bir andır burada tanık olduğumuz ama bu sıradanlık Carver gibi yalın bir dilin ustasının aracısı olmasına benzer şekilde, o anın parçası olan karakterler için çok önemli bir şeylerin varlığını da hissettirir bize.

Başlamaları ve bitirmeleri, terk etmeleri ve terk edilmeleri, kabullenmeleri ve ret edişleri, birleşmeleri ve ayrılmaları, umutları ve umutsuzlukları, yeni başlangıçları ve yıpranmaları anlatan öyküler bunlar ve “… aşktan söz ettiğimizde neden söz ettiğimizi bilirmiş gibi konuştuğumuz için utanç vermeli bize” düşüncesine sahip olan (ya da olması gereken) karakterleri sergiliyor. Sade, gücünü sıradanlığından alan, mizah içerdiği zaman bile hüznü hep koruyan öyküler içeren, okuması çok keyifli bir kitap.

(“What We Talk About When We Talk About Love”)

Erkeklerin Hikâyeleri – C. Pavese / H. Miller / V. Nabokov / B. Malamud / J. Cheever / R. Carver / A. Moravia / H. Kureishi / T. Capote / C. Bukowski / P. Bowles / J. L. Borges / M. Kundera / B. Schlink / K. Ishiguro / E. Hemingway

Erkeklerin HikayeleriMurathan Mungan’ın seçtiği ve erkek yazarların erkekleri anlattığı hikâyelerden oluşan bir derleme. Mungan’ı bu derlemeyi yapma fikrine, kitabın da ilk hikâyesi olan, Cesare Pavese’nin “Kendini Öldürenler” adlı eseri götürmüş. Daha önce Türkçe olarak çeşitli dergi veya kitaplarda yer almış hikâyeleri bir araya getirilmiş ve büyük çoğunluğu yazarın ağzından anlatılan bu hikâyeler aracılığı ile “erkeklerin nasıl gördüğü, nasıl hissettiği, nasıl yaşadığı ve nasıl anlattığı üzerine” bir seçki çıkmış ortaya. On altı farklı yazarın birer hikâyesi var kitapta ve bu hikâyelerin de büyük bir kısmı erkeklerin “kadınlarla dertleri” üzerinden anlatıyor erkeklerin dünyasını. Cesare Pavese, Henry Miller, Vladimir Nabokov, Bernard Malamud, John Cheever, Raymond Carver, Alberto Moravia, Hanif Kureishi, Truman Capote, Charles Bukowski, Paul Bowles, J. L. Borges, Milan Kundera, Bernhard Schlink, Kazuo Ishiguro ve Ernest Hemingway’in birer hikâyesi var kitapta ve tüm hikâyeler farklı zamanlar, farklı yerler ve farklı karakterleri getirse de karşımıza, tümü aynı konunun etrafında dönüp duruyor aslında: Erkeklerin “dertler”i.

Yazarların her birinin kendine özgü tarzını yansıtan hikâyelerin içinde her okuyucuya şu ya da bu nedenle diğerlerine göre daha fazla dokunan bir hikâye olacaktır mutlaka. Nabokov’un “Sesler” adlı hikâyesi benim açımdan işte o hikâye oldu ve hem çok kişisel (kitaptaki kadın ve erkek karakterleri) hem de çok evrensel olmayı başaran, karakterlerini yerleştirdiği zaman ve mekanı çok iyi tanımlayan ve kullandığı yalın dil ile “doğrudan” bir etki yaratmayı başaran içeriği ile kesinlikle çok etkiledi. Moravia ve Capote’nin hikâyeleri içerdikleri mizah öğeleri ile, Bowles’un hikâyesi adeta bir masal havasında anlatılması ile farkılılaşırken, Ishuguro ve Hemingay’in hikâyeleri odağında bir kadın karaktere yer vermemesi ile diğerlerinden ayrılıyorlar ve erkek-kadın ilişkilerinin yerine erkeğin yalnızlığını anlatıyorlar bize. Bir şekilde bir hüzün duygusunun her birine sızdığı tüm bu hikâyeler, bağlanmak, aşk, terk etme, kıskançlık, yalnızlık ve yalnız kalma korkusu, umut, tereddütler, seks, kaygılar, kaçırılan fırsatlar veya son bir fırsatı kaçırmama telâşı vb. temalar üzerinden tüm bir erkek dünyasını açıyorlar okura ve keyifli bir okuma deneyimi armağan ediyorlar okuyucuya. Ishiguro’nun basit bir öykü içine sürpriz bir gerilim duygusunu yerleştirebilmesi veya Borges’in sevdiği erkeğin kadını yok etmesi gibi ilginç bir tema üzerinden erkekleri anlatmasının örnekleri olduğu çekicilikleri ile tüm bu hikâyeler okunmayı hak ediyor.