The Duellists – Ridley Scott (1977)

“Düellocu tatmin olmak ister. Onur, onun için, arzu gibidir. Bu hikâye de tuhaf bir arzuyla ilgilidir. Gerçek bir hikâyedir ve Napoleon Bonapart’ın Fransa hükümdarı olduğu yıl başlar”

İki Fransız subayının 1800’lü yıllarda on altı sene süren düellolarının hikâyesi.

Polonya asıllı İngiliz yazar Joseph Conrad’ın “The Duel” adlı kısa öyküsünden uyarlanan bir Birleşik Krallık yapımı. Senaryosunu Gerald Vaughan-Hughes’un yazdığı filmin yönetmenliğini sinemadaki ilk uzun metrajlı filminde Ridley Scott üstlenmiş. 1800 yılında Strasbourg’da başlayan ve farklı şehir ve ülkelere uğrayan hikâye 1816’da Paris’te sona eriyor. Cannes’da En İyi İlk Film ödülünü kazanan bu filmin kaynak aldığı hikâyeyi Conrad gerçek bir olaydan esinlenerek yazmış. Birbirleri ile yıllar içinde defalarca düello yapan iki askeri Keith Carradine ve Harvey Keitel’ın canlandırdığı film öncelikle ilginç konusu ile dikkat çeken, çok da yüksek olmayan bütçesine rağmen set (Peter J. Hamton) ve kostüm (Tom Rand) tasarımları ile çarpıcı bir başarı yakalayan ve iki baş karakterinin yıllarca süren düello takıntısının arkasındaki psikolojiyi gerektiği kadar güçlü anlatamasa da kesinlikle ilgiyi hak eden bir sinema eseri. Düello kavramının arkasındaki boş gururu ve erkeklik kavramını da anlatan ilginç bir çalışma bu.

Temel olarak soylu sınıftan erkeklerle özdeşleştirilen ve kökeni çok eskilere dayanan düello geleneği zamanla üst sınıfın diğer üyeleri arasında da yaygınlaşmış. İnsanlık tarihinde “erkek” olmakla özdeş tutulan “onur” kavramını onun uğruna hayatını riske atmakla anlamlı kılan ve amacın rakibini öldürmekten çok, bu riski almak yolu ile kendini kanıtlamanın sağladığı tatmin duygusu olduğu işte bu tuhaf geleneğin tuhaf iki karakterini anlatıyor hikâye bize. Joseph Conrad’ın 1908 tarihli hikâyesi iki Fransız subayı olan Pierre Dupont ve François Louis Fournier’in gerçek hikâyelerinden esinlenmiş. Söylenene göre iki subay arasındaki ölümüne didişme onlarca yıl sürmüş ve bu subaylardan ilkinin aldığı emir üzerine diğerine tutuklanacağını bildirmek için onun önemli bir kadının yanında misafir olduğu eve gitmesi ve kendisinin bu kadının yanında utanç verici bir duruma sokulduğunu düşünen subayın habercisini düelloya davet etmesi ile başlamış. Tam bir düello çılgını ve sonuna kadar gitmeye kararlı hırslı Gabriel Feraud (gerçek hikâyedeki Fournier) ile yıllarca bu dülleodan kaçınmaya çalışsa da onuruna düşkünlüğü nedeni ile her zaman -kaçınılmaz olarak- evet diyen Armand d’Hubert (gerçek hikâyedeki Dupont) arasındaki düello dizisini, Fransa’daki iktidar değişiklikleri ile paralel olarak anlatıyor film ve Napoleon’un yükseliş ve çöküş hikâyeleri iki ana karakterin de hayatını olumlu ve olumsuz yönde etkiliyor sürekli olarak.

Armand d’Hubert’in doktorunun kendisine söylediğine göre Feraud ile düellodan kaçınabilmesinin üç yolu var: Farklı yerlerde olmak (dülelloyu fiziksel olarak olanaksız kılacaktır bu), farklı rütbelerde olmak (bu durumda düello disiplin suçuna neden olacaktır, astın üstü ile dövüşmesi nedeni ile) ve ülkenin savaşta olması (düşmanla çarpışmak düelloda vatandaşınla çarpışmanın önüne geçecektir). Ne var ki kader bu üç yolu da kapatacaktır sık sık: Hayat iki subayı sık sık aynı yerde buluşturacak, benzer anlarda terfi edecekler ve Avrupa’nın karışık yıllar içinde olmasına rağmen aralarda barış dönemi de yaşanacaktır. Eleştirmenlerce Stanley Kubrick’in 1975 tarihli başyapıtı “Barry Lyndon” ile karşılaştırılan (ve bu kıyaslamadan doğal olarak yenik çıkan) film çok ilginç bu iki karakteri ile ilgi topluyor öncelikle. Keith Carradine’ın üzerine düşeni yaptığı, Harvey Keitel’ın ise oyunculuğu ile onun önüne geçtiği filmde iki aktörün can verdiği karakterler, hayatlarını esir alan düellonun iki tarafı olarak seyirci için ciddi bir cazibe kaynağı oluşturuyorlar. Biri tutkulu bir düello çılgını olan, diğeri ise ondan kaçınmasının imkânsız olduğuna inanan iki adamın yaşadıkları “onur”un nasıl çoğunlukla altı boş bir kavram olduğunu ve onun uğruna yapılanların nasıl aptalca olabildiğini sık sık hatırlatıyor bize dikkat çekici bir şekilde. Özellikle Feraud karakterinin aptallığın çok daha sağlam bir örneği olduğu bu durum açılış sahnesindeki ilk düelloda çarpıcı bir şekilde sergileniyor. Kılıcını rakibine saplayan Feraud dönüp rakibine ne olduğuna bakmaz bile; önemli olan onun ölmesi değil, dülleo yolu ile kendi onurunu korumasıdır çünkü.

Stacy Keach’ın konuştuğu anlatıcının çok kısa cümlelerle zaman zaman açıklamada bulunmasının sinemasal açıdan gereksiz bir tembellik kattığı filmde düello etmelerinin ilk ve asıl nedenini kimseye söylemeyecek kadar onurlarına düşkün iki adamın özellikle üçüncü düellolarındaki kan revan içindeki halleri ve sonunda ikisinin de bitkinlik içinde sefil bir hale düşmelerinin iyi bir kanıtı olduğu aptallıklarını daha güçlü sergileyebilirmiş Ridley Scott. Burada temel sorun senaryonun iki subayın psikolojilerine pek dayanmadan ilerliyor olması. Bunun yerine onları çoğunlukla eylemleri üzerinden tanımlayan ve takip eden senaryo sinemaya çok daha derin ve ilginç iki karakter hediye etme fırsatını da kaçırmış bu yüzden. Senaryonun hemen hep d’Hubert’in açısından bakması ve hep onu izlemesinin, Feraud’nun ilginçliğinin etkisinin azalmasına ve onun hırsının zaman zaman yüzeysel görünen bir resminin çizilmesine yol açmış.

Frank Tidy’nin olağanüstü görüntü çalışması (o da tıpkı Scott gibi ilk kez bir sinema filminde çalışmış) filmin en önemli kozlarından biri. Ridley Scott’ın Kubrick’in “Barry Lyndon” filmindeki John Alcott imzalı anlayışından yararlandıklarını söyledikleri görsel atmosfer başarısı ile göz kamaştırıyor gerçekten. Tüm iç ve dış çekimler, Moskova’daki kar altındaki sahneler ve bütün düello bölümleri başta olmak üzere, kesinlikle çok başarılı ve senaryonun önemli problemlerini affettirecek güzellikte. İç ses kullanımı bir parça zedelese de, son düelloya tanık olduğumuz final bölümü ise Scott’ın yönetmenlikteki ustalığının çok iyi bir kanıtı oluyor ve bu sahne gerilimi ile göz dolduruyor. Hikâyenin finali de kesinlikle doğru ve seyirciyi tatmin edecek bir içerikle oluşturulmuş. Son karede karakterlerden birini hayatının artık sürgünle geçeceği gerçeği ile yüzleşirken ve ufka doğru bakarken gösteriyor Ridley Scott bize. Bu görüntü Napoleon’u beş yıl boyunca sürgün kaldığı ve hayatını orada kaybettiği Saint Helena adasında gösteren Fransız ressam Franz Josef Sandmann’ın ünlü “Napoléon à Sainte-Hélène” adındaki tablosundan esinlenerek yaratılmış ve filme de doğru, yaratıcı ve şık bir kapanış sağlamış. Özetle söylemek gerekirse, problemleri bir yana bırakılarak, görülmeyi kesinlikle hak eden ilginç bir film bu. İki Fransız’ı anlatan ama Amerikalı oyuncuların başrollerinde olduğu ve İngilizçe çekilen film bu “ihanet”ini gerçekçi ve güçlü setleri (bütçe sıkıntısı yüzünden özel setler inşa edilememiş ve var olan mekanlardan yararlanılmış olmasına rağmen ve belki tam da bu sayede) ile affettiren film Scott’ın ifadesi ile söylersek, “Kendi nefretinin mahkûmu olan” bir adam ile “Düellodan onuru nedeni ile kaçamayan” bir diğeri üzerinden “insanın kendi içindeki şiddeti” ele alan bir çalışma. Son bir not olarak, ünlü hard rock grubu Iron Maiden’ın bu filmden esinlenen ve onunla aynı adı taşıyan bir şarkı yaptığını ve burada “onur, ihtişam, zevk ve hayat” için dövüşen düellocuları anlattığını da hatırlatmış olalım.

(“Düellocular”)

American Gangster – Ridley Scott (2007)

“Bu dünyada insan ancak iki şeyden biri olabilir: Ya önemli biridir ya da esamesi bile okunmayan biri”

Uyuşturucu baronu Harlemli bir gangster ve kimliğini bilmeden onun peşine düşen bir polisin hikâyesi.

Marc Jacobson’ın New York dergisinde yayımlanan ve uyuşturucu baronu Frank Lucas’ın (Mayıs 2019’da hayatını kaybetti) yükselişi ve çöküşünü anlatan makalesinden yola çıkan senaryosunu Steven Zaillian’ın yazdığı ve Ridley Scott’ın yönettiği bir ABD ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Gerçek iki karakterin gerçek hikâyelerinden yola çıkan film bu gerçekliği -doğal bir şekilde!- Hollywood usulü büken, teknik ustalığı yerinde, kendisini ilgi ile seyretttiren ama öte yandan ne yeterince derinleşebilen ne de yeni bir şeyler söyleyebilen bir çalışma. Başrollerde yer alan Denzel Washington ve Russell Crowe’un oyunlarının, hikâyesinin ve yönetmen Scott’ın sinemasının filmi amaçlanmış görünen epik düzeye taşıyamadığı açık olsa da popüler sinemanın belli bir kaliteyi tutturmuş ve kendisine ayrılan zamanı eğlenceli kılan örneklerinden biri bu çalışma.

Hollywood’un daha önce defalarca karşımıza getirdiği ve kötü bir adam ile peşindeki bir polisin hikâyesini anlatan filmlerden biri bu. Diğerlerinden en önemli farkı ise iki baş karakterinin filmin nerede ise son yirmi dakikasına kadar hiçbir ikili sahnelerinin olmaması ve ondan önce de sadece tek bir sahnede birinin ötekini uzaktan gözetlemesi dışında birlikte görüntülenmemeleri. Hikâyenin gerçekliğine uygun olan bu durumu -bunun dışında film gerçekte olan biteni çok da takmayıp başka şeyler anlatıyor pek çok sahnede ama yine de- takdir etmek gerekiyor. Ne var ki bu tercih filmin bir başka tercihi ile çelişiyor: Bir epik hikâye olma hedefi. İki güçlü karakter ve onları canlandıran iki güçlü oyuncunun bir araya geldiğinde yaratacağı çatışmadan uzak kalıyor film ve hep yeterince güçlü olmadığını hissediyorsunuz anlattığı hikâyenin büyüklüğüne rağmen. Sonlardaki uzun ikili sahne ve yüzleşme bölümü de bu açığı kapatmaya yetmiyor.

Sert bir sahne ile açılan film bu sertliğini açılıştaki kadar doğrudan olmasa da koruyor genellikle ve bunun önemli bir kaynağı da hikâyenin kendisi oluyor. Devam eden Vietnam savaşı sırasında oradaki askerleri kullanarak ve aracıları ortadan kaldırarak saf eroin getirten ve bu “iki kat kaliteli malı piyasanın yarı fiyatına” satan gangsterin ve peşindeki polisin macerası uyuşturucu kullananları ve bu alışkanlığın kurbanlarının görüntülerini sık sık karşımıza getirirken epey kan da dökülüyor pek çok sahnesinde. Ayrıca rüşvet başta olmak üzere farklı yozlaşmaların içinde olan bir polis teşkilatını ana temalarından biri yapması da bu sertliğe bir katkı sağlıyor. Özellikle Amerikalılar için ek bir sertlik kaynağı olarak da, Vietnam’da hayatını kaybeden gençlerin tabutlarının uyuşturucu nakli için kullanılıyor olmasını gösterebiliriz ki bu zaten şeytanî bir kötülük olarak niteleyebileceğimiz ticareti daha da ahlâksız kılıyor. Bir sahnede dönemin başkanı Nixon’ın “Ülkenin bir numaralı düşmanı” olarak tanımladığı uyuşturucunun bir gangsteri ortadan kadırmakla çözül(e)meyeceğinin dile getirilmesini ve mafyanın zenginler ve ünlülerle iç içe yaşayışlarını da eklemek gerekiyor filmin “sert ve olumsuz” havasına. Bu sertliğin karşısına koyulan polis (akşam okuluna giderek hukukçu ve savcı oluyor sonradan ve hatta ardından avukatlığa başlayarak, daha önce peşinde olduğu gangsteri müvekkili olarak da kabul ediyor) ise işini iyi yapmaya çalışan, arkadaşlarının aksine rüşvet almayan ve yasa dışı işlere bulaşmayan bir adam. Onun bu dürüstlüğü teşkilat içinde kendisine karşı tepkilere neden olduğu gibi, bir olay sırasında el koydukları parayı herkesin aksini beklemesi ve bunu normal de görmesine rağmen devlete teslim etmesi de işini zorlaştırıyor. Bu adamın filmde ve gerçek hayatta, yüzlerce ve belki binlerce insanın hayatına mal olan uyuşturucunun ticaretini yapan, insan öldüren ve öldürten bir adamla sonradan samimi olması ve hatta -filmde gösterilmese de- çocuğunun vaftiz babası olmasını ise görmemezlikten gelmemiz gerekiyor!

Gerçek hikâyedeki savcılardan birinin “%1 gerçek, %99 Hollywood” olarak nitelediği ve her ikisi de prensipleri olan ve bu prensiplere sonuna kadar bağlı iki adamı anlatan filmde Marc Streitenfeld’in başarılı ve hikâyenin geçtiği dönemin (1960’lı ve 70’li yıllar) ruhuna çok uygun orijinal müziklerinin yanında çok zengin müzik seçimi de dikkat çekiyor. Russell Crowe’un bir parça sıradan bir performans gösterdiği filmde Denzel Washington öne çıkıyor ama o da bazı kritik sahnelerde (Örneğin “Karımı da vuracaklardı!” sahnesinde hayli zorlama bir oyunculuk gösterisi var) aksıyor açıkçası ve her iki oyuncunun bu performansları filmin bir epik olamamasının bir diğer nedeni olmuş gibi görünüyor. Polisin ekip arkadaşı rolündeki Josh Brolin’in performansının bu iki oyuncudan daha fazla dikkat çektiği filmde aksayan başka unsurlar da var: Hikâyede neden yer aldığını anlamadığımız ve zaten pek gerçek de olmayan bir “bozulan yuva” problemi zorlama bir dramatik öge gibi görünürken, uzun uzun tanıtılan “kahramanımızın ekip arkadaşları” daha sonra hayli silik çiziliyorlar bu tanıtımla ters bir şekilde. Bir yandan Harlem’le de ilgili bir film olmasına rağmen bölgenin sosyolojisi ve halkın suç dünyası ile iç içe yaşamasının nedenleri ile ilgilenme gereği duymamasını da senaryonun önemli bir eksikliği olarak görmemiz gerekiyor.

Gerçek bir hikâye anlatmasına rağmen bir türlü yeterince orijinal görünmeyi başaramayan film, Scott’ın teknik becerisinin öne çıktığı sahnelerle (sonlardaki baskın sahnesi gibi) bir suç filmi olarak kendisini ilgi ile izletmeyi başarıyor genel olarak. Klasik iyi ve kötü çatışmasının ötesine geçmesini ve polis kuvvetlerindeki yozlaşmayı net bir şekilde ve altını çizerek (ve hatta neredeyse hikâyenin tek saf kötü kahramanları olarak göstererek) sergilemesini de filmin artıları arasına ekleyebiliriz rahatlıkla.

(“Amerikan Gangsteri”)

Gladiator – Ridley Scott (2000)

Gladiator“Adım Maximus Decimus Meridius, Kuzey Orduları’nın komutanı, Felix Lejyonu’nun Generali ve gerçek imparator Marcus Aurelius’un sadık hizmetkârı. Öldürülen bir çocuğun babası, öldürülen bir kadının kocası. Ve intikamımı alacağım, bu hayatta veya sonrakinde”

Kudretli bir Roma generaliyken, yeni imparatorun gazabına uğrayan, ailesi öldürülen ve gladyatör olan bir adamın intikam hikâyesi.

On iki dalda Oscar’a aday olan ve aralarında En İyi Film’in de olduğu beşini kazanan bir film. David Franzoni’nin orijinal hikâyesinden yola çıkarak, senaryosunu Franzoni, John Logan ve William Nicholson’un yazdığı filmi yöneten isim Ridley Scott olmuş. Hayli zengin bir kadro ve büyük bir bütçe ile çekilen film başroldeki Russell Crowe’un Oscar kazanan “görkemli” oyunu ile özetlenebilecek bir çalışma aslında: Büyük ama bir parça boş bir film bu ve hikâyesinin nerede ise yarısı bu tür filmlerde sıkça gördüklerimizi tekrarlayan ve içerik olarak vasat sahnelerle dolu. Şiddeti ve kanı bolca kullanan, teknik açıdan çok başarılı, bütçesinin hakkını veren görkemli savaş ve gladyatör dövüşleri sahnelerine sahip bir “eğlencelik” olarak ilgiyi hak ediyor kuşkusuz ama sinema değerleri açısından vasat olduğu da bir gerçek.

Russell Crowe filmin en büyük kozlarından biri kuşkusuz ve o da bunu hak ettiğini gösteren bir performans sunuyor baştan sona ve oyunculuğunun fiziksel yanını hikâyenin de gerektirdiği şekilde öne çıkararak filmi sürüklüyor. Çekimler boyunca birkaç kemiğini kıran oyuncu filmin zengin oyuncu kadrosunun da desteği ile bu aksiyon filminin tüm gereklerini karşılıyor ve yönetmen Ridley Scott da aksiyon türünün gerektirdiği teknik ustalığa fazlası ile sahip olduğundan bu açıdan herhangi bir sıkıntı yaşamıyor film. Çekimler tamamlanmadan ölen ve filmin ithaf edildiği Oliver Reed’den Joaquin Phoenix’e Richard Harris’ten Oliver Jacobi’ye ve David Hemmings’e genç ve yaşlı oyuncuları bu tarihî aksiyon filminde bir arada görebilmek hoş bir durum kuşkusuz ve Phoenix’in tutkulu, diğerlerinin de olgun diye nitelenebilecek oyunculukları filmi zenginleştiriyor. Tüm bu ünlü isimleri karşımıza getiren ve Roma İmparatorluğu’nun tarihinden bir kesiti anlatmaya soyunan bir Hollywood filmi olarak tarihi bolca ve acımasızca değiştiriyor ve çarpıtıyor elbette karşımıza gelen eser ve üstelik -kimileri ortaya çıkan senaryodan rahatsız oldukları için isimlerini filmden çeken- onca tarih danışmanının -doğal olarak- engel olamadığı bir şekilde. Gerçek kişiliklerin arasına, üstelik başrolde, bir gerçek olmayan karakter koymak anlaşılabilir bir şey olabilir sinema ticareti açısından ama gerçek kişiliklerin başlarına gelenleri tamamı ile çarpıtmak affedilir bir şey değil kesinlikle. İmparator Aurelius’un doğal nedenlerle gerçekleşen ölümünü cinayete çevirmekle başlayan ve sayıları epey çokca olan bu çarpıtmalar senaryoya “heyecan” katıyor ve Phoenix’in genç imparator karakterinin “şiddetle arzu edilen ama hiç karşılanmayan, baba tarafından takdir edilme isteği” üzerinden psikolojik okumalara da (ensest bir aşkı da eklemeliyiz buna) yol açarak ilginç bir öğe yaratıyor ama tüm bu değişiklikleri -gerçekte bir suikast sonucu öldürülen Commodus’u arenada kahramanımızın karşısına çıkartarak kaderini belirlemek gibi diğer pek çoğu ile birlikte- sinemanın zorunlu kıldığı bir durum olarak değil, tarih ile dalga geçmek diye tanımlamakta bir yanlışlık yok kesinlikle.

Açılış sahnesinden başlayarak epik havada bir “büyük” film ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz ve yakışıklı, karizmatik, güçlü, cesur, sevecen, esprili ve askerleri tarafından sevilen ve sayılan generalin yönettiği savaşın görüntüleri de eğleneceğimizin garanti olduğunu söylüyor bize. Görkemli dövüş sahneleri, kopan organlar, fışkıran kan ile film bize “eğlence”sinden kaçamayacağımızı açık açık söylüyor. Scott’ın tartışılmaz teknik becerisi tüm o efektlerle birlikte ortaya karşı konulamaz bir eğlencelik koyuyor, senaryosunun -belki de geniş kitlelerin hiç umursamayacağı bilinen- vasatlığına rağmen. Oysa hikâyenin özellikle bizimki gibi siyasî tarihleri için olan ülkeler için hayli önemli ve burada üzerinde yeterince durulmayan bir yanı var: İmparatorluk taraftarları ile Cumhuriyet taraftarları arasında bir mücadele var burada ve ölen imparator Roma’yı tekrar bir cumhuriyet yapmayı planlarken yerine geçen oğlu senatoyu ortadan kaldırıp tüm yetkiyi kendisinde toplamak istiyor. Babasının, senato görevi devralmaya hazır olana kadar General Maximus’un (ordunun bir başka deyişle) görevi üstlenmesini istemesi karşısında “darbe”yi önlemek için senatörleri ortadan kaldıran imparatora halktan “hırsız” diye bağrılması, “bir diktatörlüğü diğerine mi değişeceğiz” gibi cümleler vs. epey çağrışımlara yol açıyor elbette bugün seyrederken.

Şiddeti açıkça kullanan hatta sömüren, zaman zaman bir reklâm filmi estetiğini tercih eden, kimi klişelerden kaçınamayan, Oscar’a aday olan görkemli müziği ile dikkat çeken film içine trajik bir duygusal hikâye de katılmış aksiyon meraklıları için çok tatmin edici şüphesiz. Ne var ki daha fazlasını bekleyenler için sıradan denebilecek bir yapıt bu ve Hollywood’un o “hoş ama boş” filmlerinden, ama onların gösterişli olanlarından, bir diğeri sadece. Seyredip, üzerinde pek durmadan eğlenmek için görülmeye değer yine de.

(“Gladyatör”)

Body of Lies – Ridley Scott (2008)

body of lies“İnternette kafamın kesilmesinin görüntülerinin yayınlanmasını istemiyorum. Bir şey olursa, vur beni!”

Orta Doğulu İslâmcı bir terör örgütünün peşine düşen bir CIA ajanının hikâyesi.

David Ignatius’un aynı isimli romanından William Monahan tarafından uyarlanan ve Ridley Scott’ın yönettiği bir Amerikan – İngiliz ortak yapımı. Başrollerdeki Leonardo DiCaprio ve Russel Crowe’a Mark Strong’un zaman zaman onların önüne geçen bir performansla eşilk ettiği film, Hollywood’un Orta Doğu cangılına göz attığı ve aksiyon ile düşünceleri birlikte götürmeye çalıştığı türden bir çalışma. Bu iki hedeften ilkinin nispeten tutturulduğu film, düşünsel alanda ise epey bir yalpalıyor. Sadece Fas ve ABD’de çekilmiş olsa da pekçok ülkeyi dolaşan hikâye eğreti duran romantizminin yanısıra büyük bir bölümünde kahramanını tam anlamı ile doyurucu bir heyecanın parçası yapamamak gibi bir soruna da sahip. Yine de Scott’ın profesyonel anlatımı, güçlü oyuncuların varlığı ve Orta Doğu sorununun ne denli karmaşık ve bir o kadar da çözülemez olduğunu göstermesi ile ilgiyi hak eden bir film bu.

Film W. H. Auden’ın İkinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde, savaşın çıkışı üzerine yazdığı “September 1, 1939” adlı şiirinden bir bölümle açılıyor: “Ben ve herkes bilir / Okulda çocukların öğrendiğini / Kendisine kötülük yapılanların / Kötülükle karşılık verdiğini”. Orta Doğulu “İslâmcı teröristler”le 11 Eylül 2001’de kendileri hedef alınana kadar pek ilgili görünmeyen Amerikan halkının bu örgütlere olan korkulu merakını gidermeye yönelik çalışmalardan biri olarak görebileceğimiz bu Ridley Scott filmi açılıştaki sözler ve hemen girişteki kısa bir işkence sahnesi dışında şimdinin kötülerine zamanında yapılmış kötülüklere pek değinmemeyi tercih ediyor açıkçası. Öyle ki intihar bombacılarının, kafa kesenlerin, masum insanları hiç gözünü kırpmadan yok edenlerin nereden çıkıp geldiğini keşfetmeyi tamamı ile seyirciye bırakıyor hikâye ve aksiyonu da içine alan çok başka kanallarda akmayı tercih ediyor.

Senaryoya kaynak olan romanın yazarı ABD’li gazeteci ve yazar David Ignatius Washington Post’un editörlerinden biri ve bizim için ayrı bir “önem”i var. 2009 yılında Davos’taki meşhur “one minute” olayının gerçekleştiği oturumun moderatörlüğünü yapan kişiydi Ignatius. İşte bu gazetecinin romanından uyarlanan film açılıştaki iddialı girişin aksine farklı bir yönde ilerliyor daha sonra. Orta Doğu’nun bir cangıl olduğunu, Batı uygarlığını yok etmeye kararlı teröristlerle dolu olduğunu ve karşılıklı anlayışın ve sevginin olayları çözeceğini söylüyor bize kaba bir özetle. Kahramanımızın film boyunca takındığı “hümanist” tavır ve sondaki kararı da filmin bu naif yaklaşımının örnekleri oluyor sadece. Öyle ki film sahada çalışan CIA ajanları ile merkezdekiler arasındaki gerilime (böylelikle DiCaprio ve Crowe arasındaki ikili sahnelere, daha doğrusu diyaloglara daha çok yer verme fırsatı da elde ediyor film kurnaz bir şekilde) asıl hikâyesinden daha çok yer veriyor. Batı’nın sistemini, siyasi politikalarını ve emperyalizmin kendisini hedefine koymayan bir filmden daha fazlasını beklemek de naiflik olur zaten. Elbette hikâyemiz Batı’ya küçük eleştirilerini yapıyor ama övgüden de geri kalmıyor. Örneğin Ürdün istihbarat şefinin “Siz Amerikalılar, gizililiği beceremezsiniz çünkü demokrasi ile yönetiliyorsunuz” iddiası filmin hikâyesi tarafından doğrulanır gibi olsa da, filmdeki bir unsur demokrasi ile gizlilik arasındaki “ters ilişki”yi pek de doğrulamıyor açıkçası. Hikâyede birkaç kez adı geçen NSA film boyunca istihbarat bilgilerinin kaynağı olan kurum olarak yer alıyor filmde ama bugün Amerikan hükümetince vatan haini ilan edilen ve Rusya’da sığınmacı olarak yaşayan Edward Snowden’ın sızdırdığı belgeler NSA’nın küresel çapta nasıl bir bilgi toplama, gözetleme vs. kurumu olarak çalıştığını, ABD’nin diğer ülke hükümetlerini nasıl gizlice dinlediğini, internet üzerindeki bilgi akışlarının tümünü nasıl kontrolü altında tuttuğunu, kısacası NSA aracılığı ile Amerikan hükümetinin her birimizi bir “Big Brother” olarak nasıl gözetim altında tuttuğunu ortaya koymuştu. Snowden bu belgeleri 2013’te sızdırdı, yani filmden beş yıl sonra. Dolayısı ile filmi NSA örgütünü, bu bilgiye rağmen masum gösterdiği için eleştirmek mümkün değil elbette, ama sonuçta filmin “doğrucu” bir konuma yerleştirdiğinin doğası gereği masum olması mümkün olmayan bir kurum olduğunu belirtmek gerek.

CIA’nin merkezinden Orta Doğu’daki her bir sokağın, bu sokaktaki bireylerin vs. adeta televizyondan seyeder gibi gözlendiği filmde Leonardo DiCaprio’nun bağlı olduğu CIA ile çatışmasında işini sorgulayan ajan filmlerinde daha önce defalarca gördüklerimize yeni bir şey eklenmiyor ve bu sahneleri kurtaran daha çok DiCaprio’nun varlığı oluyor. Ne var ki Ürdün’deki bir İranlı hemşire ile arasındaki romantizm başta olmak üzere film onu bir türlü seyircinin tam anlamı ile özdeşleşebileceği bir karaktere büründüremiyor ve akıbeti hakkında doyurucu bir ilgi yaratamıyor hikâye. Onun hikâye sonundaki tercihi de dahil olmak üzere Orta Doğu’ya bakışı bir parça naif bir hümanizm içerse de ve bu sempatisinin kaynağının ne olduğu anlaşılamasa da, yine de hikâyenin tutumunu olumlu karşılamak gerek. Buna karşılık film Hollywood’dan bekleneni de yapıyor elbette. Örneğin Ürdünlü istihbaratçı Batılı kadınlarla beraber olmayı tercih ederken, Ürdünlü mimar da Rus kadınlara düşkünlüğü ile anılıyor. Halbuki kahramanımız “beyaz bir Amerikalı” olmasına rağmen Doğulu bir kadının aşkına kapılıyor ve muhatabının elini bile tutamadığı bu masum aşk dışında hiçbir ilişki peşinde koşmayan birisi olarak gösteriliyor seyirciye. Tuzağa düşürdüğü Ürdünlü mimarı canı pahasına kurtarmaya çalışan kahramanımıza karşılık, Ürdün istihbaratının mimarı kolayca temizleyivermesi de Batı’nın profesyonel hümanizmine karşılık, Doğu’nun acımasız profesyonelliğinin örneği oluyor sanırım. Ajanımızın amiri rolündeki ve Russel Crowe’un canlandırdığı karakter ise oyuncuya 22 kilo almak zorunda kalmak dışında pek bir yük getirmemiş görünüyor onca sahnesine rağmen. Günün yirmi dört saatinde kulağında kulaklıkla CIA’nın operasyonlarını yöneten karakterin bu denli yüzeysel çizilmiş olması hayli ilginç film adına.

İncirlik üssünde geçen sahnede bina üzerinde Arapça yazı olması ve sahte bir patlama için kullanılan cesetlerin Türk’ten çok Araplar’a benzemesi gibi garipliklerin olduğu filmin politika alanındaki yüzeyselliğini gösteren ve hayli sıradan bir “şeyh ile yüzleşen Amerikalı ajan” gibi sahnelerinin Scott’ın ustalığına yakışmadığını da belirtmek gerekiyor ama başta Hollanda’daki patlama anı olmak üzere aksiyon sahnelerinin ustaca çekildiğini ve hikâyesinin Orta Doğu’ya anlayışlı bakan görüntüsü ile çelişen kimi çatışma sahnelerindeki fışkıran kan görüntülerinin ustalıklı olduğunu da eklemek gerekiyor. Özet olarak, arzu ettiği kadar heyacan yaratamıyor olsa da eli yüzü düzgün anlatımı ile ilgi gösterilebilir statüsünde bir Hollywood örneği var karşımızda ve üstelik Mark Strong’un usta performansı gibi tek başına ilgi çekecek bir cazibe kaynağına da sahip. Filmin Amerikalılar’ın karıştığı işkenceyi karanlık ve flu bir sahne ile gösterirken, Ürdünlüler’in ve teröristlerin yaptığı işkenceleri epey net göstermesi ise kötü bir kurnazlık oyunu olarak yerini alıyor sinema tarihinde.

(“Yalanlar Üstüne”)