Prometheus – Ridley Scott (2012)

“Bazen yaratmak için önce yok etmek gerekir”

2093 yılında insanın yaratılış sırrını keşfetmek üzere bir uzay gemisi ile çıkılan yolculuğun hikâyesi.

Ridley Scott 1979 tarihli ve sinemanın bilim kurgu alanındaki yüz akı örneklerinden biri olan “Alien – Yaratık” filminden 33 yıl sonra bu filmin öncesini anlatmak için yola çıkıp daha sonra bağımsız bir film çekmeye karar vermiş kendi deyişi ile. Yine de “Alien” filminin hayranlarının bir “öncesinde ne olmuş” hissine kapılarak seyretmekten kendilerini alamayacağı film, teknik becerinin hayli ön plana çıktığı ama bu beceri bir yana bırakılırsa içerik olarak pek de güçlü yanları olmayan bir çalışma. Yaratılışın sırrını keşfetmek ve yaratıcısı ile tanışmak isteyen insanların bu hikâyesi ne yazık ki onların hedefi kadar heyecan verici olmayı başaramamış.

Yunan mitolojisine göre tanrılardan ateşi çalıp insanlara armağan eden ve bu anlamda insanoğluna yaşamını sürdürme imkânını veren Prometheus’un adını taşıyan film “Alien” filmini başarılı ve çarpıcı kılan unsurlardan yoksunluğu ile dikkat çekiyor öncelikle. Hikâye yeterli dozda bir gizem içermiyor ve iddia ettiğinin aksine uzay gemisindeki mürettabatın gezinin gerçek anlamını bilmemelerinden kaynaklanan ve bu gerçeği anladıklarında bize de yansıması hedeflenen bir gerilimin yaratılamamış olması örneğindeki gibi sık sık hedeflerini ıskalıyor. Rahatlıkla bu filmin “düşünen veya düşünmek isteyenlerin” değil “heyecanlanmak isteyenlerin” filmi olduğu söylenebilir tüm çabasına rağmen. Oysa yaratıcı ile tanışmak arzusundan “yaratıcının bizi başka herhangi bir amaçla değil ama sadece yaratabildiği için yaratmış olması” gibi üzerine epey gidilebilecek malzemesine film bu derin konular üzerine birkaç cümle sarfetmekten öteye geçemiyor. Böyle yapınca da James Cameron’ın “Aliens – Yaratığın Dönüşü” filminin Yaratık serisine yaptığını yapıyor; kısacası hikâyeyi tüm felsefesinden arındırıp nerede ise sadece sıkı bir aksiyon filmine dönüştürüyor. “Prometheus” filminin inanç boyutu ve insanın bulunduğu noktaya bir müdahale (karakterlerden birinin taktığı haç ile simgelenen bildiğimiz Tanrı’nın veya Erich Von Daniken’in “Tanrıların Arabaları” kitabında iddia ettiği uzaylıların müdahalesi) olmadan gelemeyeceği teması keşke filmin hikâyesinin aktığı ana mecralardan biri olsaymış.

Kesinlikle çok etkileyici olan görsel efektleri, Dariusz Wolski’nin kamerasından bize yansıyan ve kayıtsız kalınması mümkün olmayan görüntüleri ve Marc Streitenfeld’in kulağa belki tanıdık gelecek ama hikâyeye çok yakışan müziği filmin gözden kaçırılmaması gereken başarılı öğeleri. Ridley Scott filmini geniş kitleler için çok çekici kılacak pek çok sahneye imza atmış. Örneğin ameliyat sahnesi soluk almadan izlenecek güzellikte. Tüm set tasarımları da sıkı bir alkışı hak ediyor. Oyuncu kadrosu içinde ise android David rolündeki Michael Fassbender tüm kadronun açık ara ile önüne geçiyor ama diğer oyuncuların bu denli geride kalmasının bir nedeninin de senaryonun onlara içini doldurabilecekleri adamakıllı bir karakter sunmaması olduğunu vurgulayalım. Oysa senaryo David karakterine diğerlerinden esirgediği her şeyi sunmuş; baştaki basketbol sahnesinden diyaloglarına bu karakter hikâyenin en elle tutulur olanı ve seyri de en keyifli olanı kesinlikle.

Yaratıcıları bu çalışmanın “Alien” filminin öncülü olmadığını söylediğine göre hikâyenin sonunu nasıl değerlendirmek gerekir bilmiyorum açıkçası. Belirsiz bırakılan bu final ancak bir devam filminin işareti olarak açıklanabilir ve eğer gerçekten böyle ise bu devam filmi de yine Cameron’a yakışır. Sonuçta bu film felsefesinde zayıf, aksiyonunda çok güçlü bir çalışma ve bu da onun uzmanlık alanı sonuçta. Tüm kusurlarına rağmen “Prometheus” seyri kesinlikle keyifli bir film; kendinizi uzmanlığın konuştuğu teknik becerisine bırakmanız ve ilk kez finale doğru “Alien” filmindeki hali ile göreceğiniz yaratığın görüntüsünden etkilenmeyecek kadar katı yürekli olmamanız koşulu ile elbette.

Black Rain – Ridley Scott (1989)

“Yağmurumuzu siz kararttınız. Değerlerinizi bize empoze ettiniz. Kim olduğumuzu unuttuk”

Japon mafyası Yakuza içindeki bir savaşa karışan iki Amerikan polisinin hikâyesi.

Ridley Scott’tan tam 80’lere özgü vasat bir film. Kahraman beyaz polislerimiz Doğu’ya gidip bu iş nasıl yapılırı öğretirken elbette biraz da egzotik Doğu kültüründen etkilenip dönüyorlar ülkelerine. İnandırıcılıktan uzak bir senaryo, vasat oyunculuklar ve mekanların başarılı kullanımı dışında vasat bir yönetmenlikle ortaya ne çıkabilirse karşımızda da o var.

Michael Douglas’ın 70’lerde ABD’de hayli sevilen televizyon programı “The Streets of San Fransisco” dizisindeki koştukça dalgalanan uzun saçlarını taşımış göründüğü filmin senaryosu neresinden tutsanız elinizde kalacak bir içeriğe sahip. Açılıştaki anlamsız ve anlamsız olduğu için finalde bir yere bağlanacağını fazlası ile açık eden motosiklet yarışı bölümünden onun hayli klişe sert, esprili ve elbette kahraman polis tiplemesine, mafya liderini yanlış kişiye teslim etmelerinin absürtlüğünden bu görev için en son tercih edilecek kişi olmasına rağmen merkezin ona bu görevi yüklemesine veya Osaka’daki gizemli Amerikalı kadının her şeyi bilerek senaryonun akmasını sağlaması saçmalığına kadar filmde yok yok. Bunların üzerine senaryonun açık ve rahatsız edici Amerikan bakışını da ekleyince filmi seyretmek için pek neden kalmıyor açıkçası. Senaryoya göre disiplin anlayışlarından ve birbirlerine saygı göstermekten işlerini yapmaya fırsat bulamayan Japon polislerinin beceriksizliklerini ancak Amerikalı ve tatlı serseri bir polis örtebiliyor. Filmdeki tüm Japon karakterler ya beceriksiz ya da kötü iken, tek bir Japon kendini bu sınıflamadan kurtarabiliyor. O da elbette polisimize gizlice yardım eden, iyi İngilizce konuşan ve ölen bir Amerikalı polisin rozeti kendisine armağan edildiğinde gözleri yaşaran bir karakter. Anlaşılan o yıllarda Japonya’nın hızlı büyümesinin ve dünya devi olmasının intikamını tek başına tüm Japon polis teşkilatını azarlayabilecek cesareti olan Amerikalı bir polis araılığı ile almayı hedeflemiş senaristler bu filmde. Şunu da ekleyelim; filmdeki tüm Japon kadınlar bir parça salak hayat kadını rolünde ama Kate Capshaw’ın canlandırdığı hayat kadını onların yanında çok daha klas ve zeki duruyor. Orada bile bir fark var filmde özetle.

Senaryo Douglas ile mafya lideri Sato’yu canlandıran Yusaku Matsuda arasında birbirlerini görür görmez başlayan kişisel nefreti ne kadar inandırıcı kılabilirse hikâyenin kendisi de o kadar inandırıcı işte. Onlarca Japon polisin bir odada fark edemediği ipucunu Douglas’ın eli ile koymuş gibi bulmasını da ekleyelim son olarak ve senaryo işte bu halde diyelim. Hikâye bu halde iken gedikli sinema müzikçisi Hans Zimmer’in bugün fena halde 80’ler konan synthesizer ağırlıklı müziği ve bu müziğin çeşitli sahnelerde kullanımı da oldukça ikinci sınıf bir görüntüye sahip. Douglas ve yardımcısı rolündeki Andy Garcia en sıcak yaklaşım ile vasat olarak adlandırılabilecek bir performans verirken bir iki ana karakter hariç tüm Japon karakterlerin nerede ise karikatür boyutunda canlandırıldığını ve bunun da temel olarak yine senaryodan kaynaklandığını söyleyelim. Tüm filmden ayakta kalan tek oyuncu beyazlara en çok benzemeyi başaran Japon polis rolündeki Ken Takakura.

Japon polisin Douglas’a söylediği “senin gibi olabilirim sanmıştım” sözlerinden sonra onun gibi olabileceği ispatlayan kararından aynı polisin kendisine verilen rozeti (elbette Amerikan polis rozeti) nerede ise gururla yakasına takmasına ve kahramanımızın kötü adamı yakalayıp götürdüğü Japon emniyet binasındaki polislerin onu görünce hayranlıkla ayağa kalkmalarına, film elbette herhangi bir ilgiyi hak etmiyor. Başarılı set tasarımları ve bu tasarımların başarısız hikâyeye sağladığı destek ve Yakuza üyelerinin 1945’te yağmurlarını karartan ABD’lilere duydukları hınçları dile getirmesi yeterli ise (ki yeterli olmamalı, özellikle de bu hıncı dile getirenlerin “kötü” Japonlar olduğunu düşünürsek) görülebilir; aksi halde uzak durmakta ciddi yarar var. İlle de “kara yağmur” ile ilgili bir film görmek isteyenler ne yapıp edip Shôhei Imamura’nın aynı yıl çektiği ve aynı ismi taşıyan “Kuroi Ame” adlı parlak çalışmasını seyretsinler; çok daha hayırlı bir iş yapmış olurlar.

(“Kara Yağmur”)