The Conspirator – Robert Redford (2010)

“Savaş zamanında kanunların sesi kesilir”

Abraham Lincoln’ün öldürülmesinden sorumlu tutulanlar ile birlikte yargılanan Mary Surrat’in davasının hikayesi.

Birleşik Devletler sinemasının liberal kanadından Robert Redford’un ABD tarihindeki olayları gerçeğe mümkün olduğunca yakın bir içerik ile sinemaya aktarmak için kurulan “American Film Company” adına çektiği bir film. Belki işte tam da bu nedenle film zaman zaman bir tarih kitabından bölüm okurmuş hissini veren, sinemasal tadı biraz eksik kalmış ama profesyonel ellerin dokunduğu hissini de yansıtmayı başaran bir çalışma olmuş.

İktidar sahiplerinin gerçeklere yeni bir biçim vermek, onları gerekirse çarpıtmak ve şu ya da bu nedenle (ama her zaman yüce, kutsal bir takım nedenlerle) kurban belirlemek hakkı oldu tarihte. Lincoln suikastinin parçası olmakla suçlanan Surrat de Güneylileri iç savaşta yenmeyi başaran Kuzeylilerin kendilerince haklı gerekçelerle kararını baştan verdikleri bir yargılamanın kurbanı olmuş görünüyor filme göre. Suikast sonrasında kadının cezalandırılmaması, suçlu olup olmadığından bağımsız olarak, Güneylilere yeni bir suikast için cesaret verirken Kuzeylilerde de intikam düşüncesi yaratacaktır bu güç sahiplerine göre ve tüm bunları engellemek adına bir bireyin kurban edilmesi ve bu arada adaletten uzaklaşılması tereddüt edilecek bir konu değildir. Film işte bu adalet kavramına ve herkesin adil yargılama hakkına sahip olmasına önem veren ama başta kadının suçluluğu konusunda kendisi de emin olan bir liberal avukatın dava boyunca bu en temel insan hakkı uğruna verdiği mücadeleyi aktarıyor seyircisine. Bir sivilin askeri mahkemede yargılanmasından, tanıkların korkutularak veya ödüllendirilerek ifadelerinin değiştirilmesine kadar adil bir yargılamaya ters düşen her şey var bu davada. Delillerin savunma tarafından mahkeme gününe kadar gizli tutulması da dahil pek çok uygulama günümüzde bir ileri demokrasi ülkesini de akla getirmiyor değil doğrusu.

Filmin suikast(ler) sahnesine başlarda ayırdığı bölüm filmin geneli ile kıyaslandığında biraz geçiştirilmiş ve sanki bir resmi tutanaktaki gerçek ifadelerin (tarih temalı popüler bir televizyon kanalının belgesel tarzı kadar gerçek) görselleştirilmiş hali gibi duruyor. Sonrası ise çoğunlukla mahkeme salonunda geçen iyiler ile kötüler arasındaki bir mücadelenin yönetmenin çok fazla müdahele etmediği hikâyesi görünümünde daha çok. James McAvoy’un idare ettiği filmde Robin Wright çarpıcı bir performans verme potansiyeli yüksek olan rolünde bu potansiyelin tümünü gerçekleştirememiş ve takındığı ve karakterine yakışan yüz ifadesini film boyunca muhafaza etmiş gibi. Senaryo avukatın kız arkadaşı, yargılanan kadının kızı veya diğer kimi yan karakterleri derinleştirmeden sadece bu gerçek hikâyeyi anlatmak için ihtiyaç duyduğu kadar kullanıyor ve bu da filmin içine girmeyi zorlaştırıyor bir parça.

Filmin takdir edilmesi gereken ve belki aynı ölçüde de eleştiriyi teşvik eden yanı ise hemen sadece sadece davaya odaklanması ve iç savaşın sebeplerinden adil olmayan bir yargılamanın içinde bırakılan kadının Güneylileri destekleyen bir insan olarak savunduğu değerlere kadar hiçbir konuyu gündeme getirmemesi. Sonuçta savaşın arkasındaki nedenlerden biri de Güneylilerin köleliğe karşı çıkan Lincoln’ün başkan seçilmesi nedeni ile Birleşik Devletlerden ayrılma kararı idi. Film tüm bunları bir kenara koyarak yargılananın kimliğine, savunduklarına değil yargılandığı konuda suçlu olup olmadığına bakmasını istiyor seyircinin. Günümüz Türkiye’sindeki kimi davalarda yargılananların yargı konusu olan olayla ilgili olarak değil inançları, geçmişleri ve savundukları değerlerle gündeme getirildiğini düşününce filmin bu seçimi çok doğru bence ama sıradan bir Amerikalının bu konudaki hassasiyeti farklı olacaktır muhtemelen.

Mahkeme sahnelerinin ağırlıklı olduğu bir filmde yönetmenin yüzlerce benzeri çekilmiş bu sahnelerde özel bir yaratıcılık göstermesini beklemek hakkımız ama pek çok televizyon dizisinde tanık olacağınız sahneler burada da yerini almış; duruşmayı izleyenlerin kahkahaları, protestoları ve duruşma salonunda şaşkınlığın doğurduğu sessizlik anları birbirini kovalarken siz de bunları daha önce gördüğünüz hissinden kaçamıyorsunuz. Okul hayatında tarih dersinden hoşlanmayanları yapımın profesyonelliği ikna edebilir mi bilmiyorum ama tarihteki önemli bir davayı hatırlamak ve adalete kim olduğumuzdan ve neyi savunduğumuzdan bağımsız olarak hepimizin ihtiyacı olduğunu hatırlatan bu film ilgiyi hak ediyor yine de.

(“Suikast”)