The Little Shop of Horrors – Roger Corman / Charles B. Griffith / Mel Welles (1960)

“Besle beni!”

Saf bir genç adam ve onun ne olduğunu bilmeden yetiştirdiği etobur bir bitkinin hikâyesi.

Charles B. Grifith ve Roger Corman’ın senaryosundan Corman’ın çektiği bir ABD yapımı. Dış sahnelerinde Charles B. Griffith ve Mel Welles’in de yönetmenlik yaptığı film bugün -hemen tüm Corman filmleri gibi- bir kült olması ile ve Jack Nicholson’ın sinemadaki ilk rollerinden birinde karşımıza çıkması ile hatırlanıyor. Çok hızlı çalışan ve çok düşük bütçeli filmler çekmesi ile bilinen Corman’ın bu filmi de yönetmenin bu karakteristik özelliklerine uygun bir niteliği olan bir çalışma ve korku ve komedi karışımı olan içeriği ile seyircisini eğlendirmeyi başarıyor. Saçma bir hikâye, her biri absürt sıfatını hak eden karakterler ve pek de dert edilmeyen mizansen çalışması ile tipik bir Corman filmi bu ve başta yönetmenin filmografisine meraklı olanlar olmak üzere, sinema tarihinin tuhaf filmlerinden hoşlananların ilgisini çekmeye de aday bir eser.

Sonradan bazı çekimlerin tekrarlandığı söylense de filmin çekim sürecinin sadece iki buçuk gün sürdüğünü ve toplam bütçesinin de -bazı kaynaklar 35 bin dolara ulaştığını söylese de- sadece 22.500 dolar olduğunu ifade edersek nasıl bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anlatabiliriz hehalde: Tipik bir Corman filmi. Zamanında çok ilgi görmese de -hemen tüm kült filmlerin akıbetlerinde olduğu gibi-, bu filmi tekrar sinemaseverlerin gündemine sokan iki farklı uyarlaması olmuş aslında. 1982 yılında bir müzikal olarak tiyatroya uyarlanan ve oldukça ilgi gören hikâye, 1986’da ise bu müzikalin uyarlaması olarak ve Frank Oz’un yönetmenliğinde sinema perdesinde tekrar hayat bulmuş. Bu iki başarılı uyarlama Corman’ın orijinaline yeni bir hayat sağlamış sonuç olarak.

Filmin ucuzluğu daha açılış jeneriğinden başlayarak gösteriyor kendisini. Çok da parlak bir çalışma olmayan bir illüstrasyon üzerinde kayıyor kamera ve filmin tanıtım yazıları eşlik ediyor bu harekete. Ardından bir dış ses, daha sonra hikâyede karşımıza çıkacak olan dedektif Joe Fink karakteri, kendisini ve Los Angeles’ın bir semti olan Skid Row’u tanıtıyor bize. Oysa, dedektifin “Herkesin bildiği ama kimsenin görmek istemediği… trajedilerin daha büyük, kendinden geçmelerin daha çılgın ve suç oranının her zaman en yüksek olduğu” gibi iddialı sözlerle tanıttığı bu semtin hikâye içinde hiçbir belirleyici yanı olmadığı gibi, dedektifin kendisinin de bir iki sahnedeki komedinin kaynağı olmak dışında hikâye için hiçbir önemi yok. Girişteki bu sözler veya daha sonra iki dedektif arasında geçen “klişe polis muhabbeti” iki farklı işlev taşıyor Corman için anlaşılan. Bir yandan, benzer türdeki anaakım filmlerindeki klişeleri kullanarak seyircinin ilgisini çekmeyi amaçlıyor Corman; diğer taraftan da özelikle polis muhabbeti sahnesinde olduğu gibi bu klişeleri bir mizah unsuruna dönüştürüyor. Elbette şunu da söylemek gerekir ki bu sözü geçen problemler (ya da durumlar), Corman’ın hızlı ve ucuz üretiminin de bir doğal sonucu aynı zamanda.

Müzisyen Fred Katz daha önce Corman’a başka filmleri için de verdiği ve çeşitli bölümleri yedi ayrı filmde daha kullanılan müziklerini burada Corman’a yeni bir çalışma gibi tekrar sunmuş ve yönetmen de -bilerek veya bilmeyerek; ama muhtemelen hızlı çalışmanın sonucu olarak farkına bile varmadan- aynen kullanmış bu çalışmayı. Yine bir Corman “geleneği” olarak daha önce başka filmler için kullanılan dekorlar veya setlerden bu filmde de yeniden yararlanmış yönetmen ve bu kez bir yıl önce çektiği “A Bucket of Blood” filminin setleri burada tekrar değerlendirilmiş. Filmi ucuza çıkarmanın yolları bunlar elbette ve Corman da tuhaf karakterlerle dolu bu absürt hikâyeyi kendisinden beklendiği gibi anlatmayı başarmış. Çiçek yiyen adamdan mazoşist hastaya (bu rolde Jack Nicholson hayli eğlenceli bir performans sunuyor) sürekli bir yakını ölen yaşlı kadından alkol düşkünü ve hastalık hastası anneye ve sadist dişçiye hikâyenin üç ana karakterine (çiçekçi, etobur bitkiyi yetiştiren sarsak elemanı ve çiçekçide çalışan ve bu elemanın âşık olduğu genç kadın) eğlenceli bir biçimde eşlik ediyorlar bu saçma hikâyede. Üç ana karaktere, kuşkusuz bitkinin kendisini de eklemek gerek; beslendikçe dev gibi büyümeye devam eden ve daha fazla beslenmeyi talep eden bu bitki en az diğer üç ana karakter kadar önemli ve final dahil, hikâyenin tümüne de damgasını vuruyor kişiliği ile.

İlgi çekmeye çalışan sokak kadını, bitkinin sayesinde hayli komik olan ilk öpüşme, basitliği ve kötü çekilmesi ile eğlendirmeyi başaran kovalamaca gibi sahneleri ile bir eğlence yaratabilen film hayli amatör görünümüne karşın güldürmeyi ve ilgi çekmeyi başaran ve aynı zamanda karanlık yollara da sapmayı becerebilen bir Roger Corman çalışması. Mel Welles ve Jonathan Haze’in canlı performansları ile dikkat çektiği bu filmin ilham verdiği bir başka filmi de hatırlatmış olalım bu arada: Çek yönetmen Oldrich Lipský 1978’de çektiği “Adéla Jeste Nevecerela” adlı filminde Roger Corman’ın burada Audrey Jr. adını verdiği bitkinin adını Adéla olarak değiştirmiş ve Corman’ın filminin hikâyesine ünlü çizgi roman dedektifi Nick Carter’ı yerleştirerek eğlenceli bir başka film yapmıştı.

(“Küçük Korku Dükkânı”)

A Bucket of Blood – Roger Corman (1959)

“Anlamıyor musun, Carla? Onları ölümsüz yaptım. Aynı şeyi sana da yapabilirim”

Beat kuşağı sanatçılarının müdavimi olduğu bir cafede komi olarak çalışan bir adamın o sanatçıların arasına karışabilmek ve aşık olduğu bir sanatçı kadını etkileyebilmek için giriştiği işin hikâyesi.

Senaryosunu Charles B. Griffith’in yazdığı, Roger Corman’ın yönettiği bir ABD yapımı. Düşük bütçeli ve özellikle korku türündeki filmler ile tanınan yapımcı şirket American International Pictures’ın kendisine sağladığı sadece beş günlük çekim süresi ve toplam 50 bin dolarlık bütçe ile çekmiş bu filmi Corman. Michael Curtiz’in 1933 yapımı “Mystery of the Vax Museum” filminden ve kahramanının bir kedi ile olan macerası üzerinden Edgar Allan Poe’nun bir korku klasiği olan hikâyesi “The Black Cat – Kara Kedi”den esinlenmiş görünen hikâyesini film bir komedi havası da katarak anlatıyor. Komedisini dozunda tutarak ve kahkaha attırmaktan çok, gülümsetmeyi hedefleyerek gerilimine zarar vermemeyi de başaran bu alçak gönüllü yapım özellikle Corman filmlerini sevenlerin hoşlanacağı hayli eğlenceli bir yapım.

Sadece 66 dakika süren bu filmi bütçe ve süre kısıtı nedeni ile oldukça mütevazı koşullarda çekmiş Corman. Bu film için hazırlanan setleri Corman bir sonraki filmi ve bir korku klasiği olan “The Little Shop of Horrors – Küçük Korku Dükkânı”nda da kullanmış örneğin ve başroldeki Dick Miller da özellikle final sahnesindeki kendi görüntüsüne referans vererek yapım koşullarının yetersizliğinden oldukça şikâyetçi olmuş. Miller’ın yakınması haklı ama öte yandan filmin komedi ve korku karışımına da hayli uygun düşmüş bu durum bir zorunluluktan kaynaklansa da. Gösterime girdiğinde gazetelerde “Bir kova kan getirene bedava bilet” duyurusu ile tanıtılan film tüm korku ve komedi unsurlarının yanında Beat kuşağı sanatçılarını ve onların eserlerini de alaya alıyor eğlenceli bir şekilde. Açılış sahnesinde bir şairin o sırada doğaçlama olarak yazdığı bir şiiri okumasına tanık oluyoruz uzun uzun. Sanat, sanatçı, hayat vs. üzerine olan ve sanatçıyı öven şiir (“Bir tuval bir tuvaldir ya da bir tablo / Bir kaya bir kayadır ya da bir heykel / Bir ses bir sestir ya da bir müzik”) tüm jenerik boyunca devam ediyor. Hemen ardından cafedeki sanatçı tipler, orada bir uyuşturucu operasyonu için olduğunu sonradan anlayacağımız bir sivil polis ve tuhaf bir komi ile tanışıyoruz. Duyduğu şiiri anında hafızasına alan ve sanatçılarla ve özellikle de âşık olduğu bir kadınla sohbet etmeye ve aralarına girmeye çalışan komi patronunun haddini bilmesi yolundaki azarları ile muhatap olurken, kendisine iyi davransalar da sanatçıların alayının da sık sık muhatabı oluyor. Kendilerini seyrettiği için, araba içinde öpüşen bir çift de aşağılıyor kahramanımızı ve film onun sonraki aksiyonlarına hazırlıyor bizi.

Senaryo başta şair ve sürekli birlikte takılan ve hep uyuşturucunun etkisinde görünen iki diğer sanatçı üzerinden Beat kuşağı ile epey dalgasını geçiyor. Bu karakterlerin aralarındaki “entelektüel” tartışmalar ve havalı konuşmalar için esin kaynağını gittikleri cafelerden almış senarist Griffith ile yönetmen Corman ve kendileri de epey eğlenmişler anlaşılan bizi de eğlendirdikleri gibi. Özellikle cafedeki iki yakın arkadaşın aralarındaki tüm konuşmalar veya kominin ürettiği ilk sanat eseri üzerine şairin doğaçlama söylevi bu eğlence anlarının tipik örnekleri olarak gösterilebilir. Cafedeki tiplerin sadece konuşmaları değil kıyafetleri ve yemek tercihleri de aynı eğlencenin kaynağı olmuş görünüyorlar. Fred Katz imzalı ve sürekli bir tedirginlik havası yaratan müziklerin de katkı sağladığı eğlenceyi dozunda tutmayı da başarmış film. Böylece ne mizah filmin gerilimini etkiliyor olumsuz yönde ne de bu mizah yapay duruyor; tüm cinayet sahneleri bu başarının örnekleri olarak gösterilebilir. Finaldeki -bütçe ve zaman sorunu nedeni ile- eğreti ve yeterince etkileyici olamayan görüntü bir yana, Corman elindeki olanakları alçak gönüllü ama çekici oyunlar yaratmak için kullanmayı başarmış. Birkaç kez kamerayı farklı açılarda kullanarak veya önündeki kili yoğuran bir adamla soyunmakta olan bir kadını aynı karede gösterdiği sahnede olduğu gibi görsel imalarla seyirciyi etkilemeyi beceriyor.

Bu alçak gönüllü yapım kimi senaryo problemlerine sahip olsa da (örneğin sonlara doğru kadının keşfettiği gerçeği neden cafede herkese söylemeyip, kendi hayatını tehlikeye atarcasına cafeden dışarı kaçtığını anlamak zor; aslında muhtemelen tüm o çekici final bölümünü yaratabilmek için görmezden gelinmiş bu problem), Roger Corman’ın hayranları başta olmak üzere tüm sinemaseverler tarafından görülmeyi hak ediyor. Artık görmezden gelinmek istemeyen bir adamın saptığı ve kendisini kurtaramadığı bir yolda yaşadıklarını ve yaşattıklarını anlatan ve sanat dünyasındaki ikiyüzlülükleri de gündemine alan keyifli bir film bu, özet olarak. Baş karakteri başarı ile canlandıran ve bu yılın başlarında hayatını kaybeden Dick Miller’ı anmak için de iyi bir fırsat aynı zamanda.

The Haunted Palace – Roger Corman (1963)

the-haunted-palace“Bu kasaba bir mezarlığa dönene kadar, intikamımı almış sayılmayacağım. Onların hepsi, tıpkı benim yaşadığım gibi, o yumuşak çıplak tenlerinde ateşin öpücüğünü hissedene kadar…”

Kendisine miras kalan büyük bir evi görmek için garip bir kasabaya gelen bir adamın geçmişin lanetleri nedeni ile yaşadıklarının hikayesi.

Roger Corman’dan Vincent Price’lı bir korku filmi. Düşük bütçeli korku/gerilim filmlerinin ustası Corman’ın dönemin meşhur American International Pictures şirketi için çektiği film adını Edgar Allan Poe’nun bir şiirinden almış. Girişte sanki Poe’dan uyarlanmış gibi bir tanıtımı olan ve böylece Corman’ın Poe uyarlamalarının bir yenisiymiş havası yaratılan (bir pazarlama taktiği olarak girişilen bu numaraya tepki olarak Corman’ın yazarın adını jenerikte özellikle yanlış yazdığı (Allan yerine Allen olarak) söylenir) film aslında H. P. Lovercraft’ın “The Case of Charles Dexter Ward” adlı novellasından Charles Beaumont tarafından uyarlanmış (diyalogların bir kısmını ünlü sinemacı Francis Ford Coppola yazmış!). Karanlık ve sisli mekanlar, tuhaf ve koca bir ev, daha doğrusu bir saray ve elbette Vincent Price’ın varlığı filmi Corman’ın diğer eserleri ile benzer bir yere yerleştiriyor. Corman’a özgü dünyadan hoşlanan ve ne ile karşı karşıya kalacaklarını bilenlerin keyif alacağı film, diğerleri için “basit” hikâyesi ve zaman zaman gereksiz uzatılmış gibi görünen sahneleri ile o denli keyif verici olmayabilir ama her Corman filmi görülmeye lâyıktır kuralı uyarınca onların da filmi görmesinde yarar var.

Kasabanın kadınlarını büyüleyerek evine çeken şeytani bir varlığın kendisini diri diri yakan kasabalıları lanetlemesi (“Sizler ve çocuklarınız ve çocuklarınızın çocukları ve onların çocukları bu gece yaptıklarınızın bedelini ödeyecek. Şu andan itibaren hepiniz lanetlisiniz”) ile başlayan film, yüz on yıl sonra kasabaya gelen ve bu şeytanî varlığın soyundan bir adamın aldığı/almak zorunda bırakıldığı intikamı anlatıyor bize temel olarak. Corman’ın bu türdeki tüm filmlerinde olduğu gibi karanlık, sis ve ev içindeki örümcek ağları burada da karşımıza çıkıyor. Price de her zamanki oyununu, bu kez bir parça dizginlenmiş dozu ile sergiliyor. Kısacası alışıldık bir durumun karşısındayız ve daha önce Corman filmlerini seyretmiş olanlar bu öğelerin yanısıra hikâyenin atmosferi açısından da bir tanışıklık duygusu içinde seyredecektir filmi. Bir parça fazla kullanılmış olsa da Ronald Stein’in gösterişli müziğinin keyifli bir katkı sağladığı film, sanat yönetimi (Daniel Haller) ve set tasarımları (Harry Reif) açısından da etkileyici bir başarıya sahip ve hikâyenin amaçladığı etkiyi yakalamasını sağlıyorlar kesinlikle. Deforme olmuş yüzlerin makyajları bugün bir parça zayıf görünebilir belki ama iş görüyor genel olarak. Daha önce de Corman ile çalışmışlığı olan (“The Raven – Kuzgun”) görüntü yönetmeni Floyd Crosby’nin görüntüleri de hem iç hem dış mekanlarda tekinsiz atmosferi üzerimizden hiç eksik etmemeyi başarıyor hikâye boyunca.

Uzun olmayan süresine rağmen zaman zaman sarkan hikâyenin izahatla dolu kimi sahneleri de (örneğin doktorun geçmişte ne olduğunu uzun uzun anlattığı sahne) filmin ritmini düşürüyor ve görsel gücünü azaltıyor zaman zaman. Hikâyenin açık kalmış kimi noktaları (adamın karısının, başı sıkıştığında kendisini çağırmasını söyleyen doktora nasıl haber verdiği anlaşılmıyor örneğin) ve adamın metresine duyduğu tutkunun ve kasabalıdan intikam arzusunun tuzağına kapılmış olmasını yeterince iyi anlatamaması gibi sıkıntıları da var filmin. Yine de bu kusurlarına kesinlikle takılmamalı; Price’ın iyi ile kötü arasında gidip gelen bir adamı sergileyen ve kuşkusuz sinema tarihine geçen (başka filmlerinde de gördüğümüz) yüz ifadeleri, ona eşlik eden, başta Lon Chaney Jr. Olmak üzere tüm oyuncuların keyif veren (ve elbette ürküten) performansları, kırmızı renkli objeleri (adamın kıyafetinin veya sadece bir mumun rengini) ölümü çağrıştıracak başarılı kullanımı, Corman filmlerinin alamet-i farikası olan ani kamera hareketleri ile bu film görülmeyi hak ediyor kesinlikle. Başta da dediğimiz gibi, her Corman filmi için geçerli olan bir yargı bu elbette.

(“Perili Köşk”)

Tower of London – Roger Corman (1962)

“Celladının bıçağından kaçtı ama vicdanının hayaletlerinden hiçbir zaman kaçamayacak”

İngiltere kralı olabilmek için krallığın kendinden önceki adaylarını birer birer ortadan kaldırmaya kalkışan 3. Richard’ın hikâyesi.

1939 tarihli ve Rowland V. Lee’nin yönettiği aynı isimli filmin yirmi yüç yıl sonra Roger Corman tarafından çekilen versiyonu. Önceki filmde Richard’ın kardeşi Clarence rolünde oynayan Vincent Price’ın bu kez Richard’ı canlandırarak başrole soyunduğu film tarihsel bir hikâye anlatmaktan çok geçmişteki bir olayı korku ve gerilim atmosferi için kullanmayı tercih eden bir havaya sahip. Shakespeare’in ünlü oyunu da dahil olmak üzere 3. Richard’ın hayatının sinema ve tiyatroya tarihsel gerçeklere pek de uygun aktarılmadığı ve kralın olduğundan çok daha kötü gösterildiği söylenir hep. Senaryosu Shakespeare’in 3. Richard ve Macbeth oyunlarından ve 1939 tarihli filmden alınan öğelerle oluşturulan filmimiz ağırlıklı olarak Richard’ın iktidar için işlediği cinayetlerden sonra kendisini rahat bırakmayan hayaletlerle boğuşmasını anlatıyor. Price’ın sürüklediği film, Corman’ın Poe uyarlamalarındaki havasını taşıyan ve onun alamet-i farikası olan ucuz efektleri ile dikkat çekiyor. Bir korku veya gerilim klasiği değil kesinlikle ve yönetmenin Poe uyarlamalarının gölgesinde kalıyor ama eğlendirdiği ve meraklılarının ilgisini çekeceği kesin.

Zaten düşük olan bütçesinin yapımcı şirket tarafından daha da kısıtlanması nedeni ile yönetmen Roger Corman ve yapımcı kardeşi Gene Corman’ın sık sık yarıda bırakmaya kalkıştığı film, Cormanlar’a verilen sözün aksine renkli değil siyah beyaz olarak çekilmek zorunda kalınmış. Başta maket olduğu çok net anlaşılır olan kale görüntüsü olmak üzere filmin ucuz efektleri dikkat çekiyor doğal olarak. Çoğunlukla iç mekanlarda geçen hikâyenin finaldeki dış mekan savaş sahneleri ise çoğunlukla 1939 tarihli yapımdan kalan sahnelerle kotarılmış ve Corman hem bunu örtmek hem de sahneleri olduğundan daha büyük gösterebilmek için savaşın görüntülerini çoğunlukla yaşandığı bölgeyi gösteren bir haritanın görüntüsü ile üst üste bindirerek kullanmış. Tipik Corman filmleri gibi karanlık ve sis ile başlayan hikâye kısa süresinden dolayı (afişinde 83 dakika olarak belirtilse de aslında 79 dakika sürmesini de ilginç bir not olarak düşelim) olayları üzerinde hemen hiç durmadan peş peşe sıralıyor karşımızda. Price’ın her zamanki gibi bir karakter katmayı başararak oynadığı 3. Richard karakterinin hem tüm kötülükleri ile hem de hayaletlerin tutsağı olmuş ve nerede ise melankolik bir birey olarak gösterilmesi filme çekicilik katmış görünüyor. Buna karşılık, suçluluğun verdiği vicdan azabının hikâyenin nerede ise hemen başında ortaya çıkması kesinlikle doğru bir seçim olmamış ve adım adım yükselen bir gerilim/korku havasının yerini hemen hep aynı düzeyde seyreden bir hava almış ve bu da filmin zaman zaman monotonlaşmasına yol açmış görünüyor.

Michael Andersen’in tipik “gürültülü korku filmi müziği” havalı çalışmasının hemen hiç susmadığı film Corman’ın korku filmlerindeki pek çok öğeyi de tekrarladığı bir çalışma. Tüm o işkence aletlerinden ve sahnelerinden (fareli bir sahne bile var ve hatta büyücü/doktor karakteri kolunda taşıdığı bir karga ile geziniyor sık sık) kapalı mekanda doğaüstü unsurlarla yaşanan mücadeleye ve elbette Price’ın klasik oyununa kadar her şey yerli yerinde ve filmin tarihsel bir dramdan çok bir korku filmi havasında ilerlemesine yol açıyor. Corman da bu tür havası olan filmlerin “ucuz” ustası olduğundan film kendisini seyrettirmeyi başarıyor ve Archie R. Dalzzell’ın zaman zaman dikkat çekici kontrastları olan görüntülerinin de katkısı ile Price’ın bir korku performansını daha seyretmek keyif veriyor meraklısına.

(“Londra Kulesi”)