Thirteen Days – Roger Donaldson (2000)

“İyi bir adamsın; kardeşin de iyi bir adam. Seni temin ederim ki başka iyi adamlar da var. Umalım ki iyi adamların gücü, harekete geçirilen bu korkunç şeyi alt etmek çin yeterli olsun”

Dünyayı bir nükleer savaşın eşiğine getiren “Küba Füze Krizi” sırasında ABD yönetiminde yaşananların hikâyesi.

Ernest May ve Philip D. Zelikow’un “The Kennedy Tapes: Inside the White House During the Cuban Missile Crisis” adlı kitabından David Self’in sinemaya uyarladığı ve Roger Donaldson tarafından yönetilen, ABD yapımı bir politik gerilim filmi. Pek çok tarihçinin dünyanın nükleer bir savaşın eşiğine en çok yaklaştığı zaman olarak değerlendirdiği on üç günü anlatan film hikâyesinin gereği olarak hemen hep ABD tarafında neler olduğunu anlatıyor bize ve Sovyetler’in tarafında neler olduğunu ya da oralarda ne düşünülüp ne planlandığını Amerikalı yetkililerinin bilgisi veya tahminleri üzerinden öğrenebiliyoruz sadece. Donaldson çoğunlukla kapalı mekanlarda geçen hikâyesini -üstelik sonunun ne olacağının bilinmesine rağmen- heyecanı hemen hep diri tutmayı başararak anlatıyor. Filmde duyduğumuz diyalogların çoğu John Kennedy’nin toplantılarını sesli olarak kayda alması nedeni ile gerçek (ya da gerçeğe çok yakın) ve bu da filmin ilginçliğini artırıyor şüphesiz. Tempo hemen hiç düşmüyor ve dünyanın kaderinin bazen (belki de aslında her zaman) bir tek kişinin iki dudağı arasında olduğunu sürekli olarak hissettiriyor size film. Başkanın özel asistanı rolündeki ve başroldeki Kevin Costner’ın vasat oyunculuğuna (ve zamanında ABD’de alay konusu olan Boston aksanı taklidine) rağmen oyuncu kadrosu, konuşmaların nerede ise kesintisiz devam ettiği bu filmin dinamik görünmesine ciddi katkı sağlarken, Conrad Buff’ın kurgusu ve Trevor Jones’un müziği dikkat çekiyor. Ne var ki bu bir Hollywood filmi sonuçta: Öyle olunca hikâyeye -herhalde fazla “erkeksi” görünmemesi için- gereksiz aile sahneleri eklemekten “Peki bu kriz neden başladı ki?” gibi çok temel bir sorunun gerçek cevabını vermeye hiç yanaşmamaya kadar pek çok problem de yerlerini almış filmde ve Donaldson’un kimi mizansen tercihleri de ABD sivil yönetimini kutsayarak -“ufak” eleştirileri ihmal etmeden elbette- bu kusurlara olumsuz anlamda bir katkı sağlamış.

Film ABD casus uçaklarının keşif uçuşları sırasında SSCB’nin Küba topraklarına nükleer başlıklı füzeler yerleştirdiğini tespit etmesi ile başlıyor ve iki ülke arasında tüm dünyayı felaketin eşiğine kadar getiren on üç gün boyunca Beyaz saray’da neler yaşandığına tanık oluyoruz. Askerler ile sivil yönetim arasındaki anlaşmazlıklar, “şahin”lerle “güvercin”lerin çekişmesi, bürokratik oyunlar, medya ve yönetim arasındaki ilişkiler vs. hikâye boyunca karşımıza gelirken, Roger Donaldson hikâyenin taşıdığı gerilim potansiyelini çok iyi değerlendiriyor ve ne olacağını (aslında olmayacağını) bilseniz de Beyaz Saray’da aralıksız süren toplantılarda her konuşulanı ilgi ve merak ile takip etmenizi sağlıyor. Doğal olarak hayli güç bir iş seyircide aslında sonunu bildiği bir konuda merak uyandırmak ama bunu hakkı ile başarıyor film. Seyircinin ilgisini ne olacağına değil, nasıl olacağına yönlendirmek güç bir iş ama hemen hiç aksamıyor film bu alanda. Tempo her zaman yerli yerinde ve fikirlerin, politikaların ve ideolojilerin çatışmasından sıkı bir gerilim çıkarmayı başarıyor hikâye. Sayısı fazla olmayan aksiyon sahnelerinde de benzer bir başarısı var filmin; abartılı efektlere başvurmayan sadelikleri ile etkileyici olabiliyor tüm bu sahneler.

Her ne kadar fani insanlar olarak onların da kararsızlıkları, korkuları ve hatta yanlışları olabilir diyorsa da film, hikâyenin Kennedy kardeşlere (Başkan John Kennedy ve dönemin başsavcısı ve ağabeyinin sağ kolu Robert Kennedy) duyulan bir hayranlık ile oluşturulduğu açık. Bunu Donaldson’un kimi kamera tercihleri de destekliyor: Bir sahnede iki kardeşi ve başkanın özel asistanını adeta kötüğün üzerine yürüyen üç kahraman gibi alttan çekimle gösteriyor kamerası ile örneğin. Açıkçası bu, niyetini gereğinden fazla belli eden kamera açısı filme hiç yakışmamış. Kennedy’nin yerinde bir Cumhuriyetçi başkan olsaydı belki de çok daha farklı (ve kötü) bir şekilde sonuçlanabilecek bir krizi yönetmeyi başaran kişilerden söz ediyoruz ama karşı tarafın nerede ise hiç görünmediği bir olayı anlatırken bir sinema eserinin başvurması doğru olmayan bir tercih bu. Hikâyenin, krizin nasıl çözüldüğüne yaklaşımında değil ama asıl olarak krizin nasıl başladığına yaklaşımında ise ciddi bir sorun var. Sadece 1 yıl önce ABD’nin desteklediği silahlı grupların Küba’yı işgal etme girişiminden ve Sovyetler’i Küba’ya davet edenin Castro olduğundan hiç söz etmiyor hikâye ve Küba füze krizinden önce ABD’nin İtalya ve Türkiye’ye yerleştirdiği füzelerin Sovyet topraklarını tehdit etmesi anılmıyor bile. Krizin çözümünde Amerika’nın verdiği tavizleri (Küba’yı asla işgal etmeme taahhüdü ve Türkiye’deki füzeleri geri çekme sözü) hikâyede sıklıkla anmak, bunların aslında krizin ana nedenlerinden biri olduğu gerçeğini dile getirmekten çok farklı bir davranış; sonuçta Hollywod bu, neyi ne kadar uygun görürse o kadar anlatır her zaman. Başta filmde anlatıldığının ve kamuoyuna yansıtıldığının aksine ABD’nin füzelerden daha önceden haber olduğu iddiası olmak üzere, filmi adı üzerinden giderek “on üç yalan” söylemekle eleştiren bir makale de (http://www.latinamericanstudies.org/cold-war/13-lies.htm ve http://www.latinamericanstudies.org/cold-war/13-liesP2.htm) filmin hikâyesinin gerçeklere ne kadar yakın olduğu konusunda bir fikir verebilir meraklısına.

Klasik bir sinema dili ile anlatılan filmde Kevin Costner’ın karakterinin, hikâyede adeta ana karakter oymuş ve her şey onun gözünden anlatılıyormuş gibi öne çıkarılmış olması hayli yanlış bir seçim olmuş. Bu nedenle de filme girmiş görünen “güzel Amerikan ailesi” sahneleri hikâyeyi uzatmaktan başka bir işe yaramazken, Costner’ın filmin üç yapımcısından biri olması bu konuda bir ipucu verebilir bize! Oyunculuk performansı açısından, Robert Kennedy’yi oynayan Steven Culp ve John Kennedy rolündeki Bruce Greenwood’ın öne çıktığı ve Costner dışındaki tüm ana oyuncuların rollerinin hakkını verdiği filmin klasik bir Amerikan sineması örneği olarak başkan Kennedy’i idealleştirirken, en azından Sovyetler’i şeytanlaştırmamış olmasını da olumlu noktalar arasına eklemek gerekiyor. Sonuç olarak, iyi çekilmiş ve oynanmış bu film dünya tarihinin kritik bir anını anlatması ile önemli ve ilgiyi hak eden bir çalışma.

(“Yakın Tehlike”)

Marie – Roger Donaldson (1985)

Marie“Siz hiç bedel ödeyeceğinizi bile bile tek başınıza mücadele ettiniz mi? Bir işi doğru olduğu için, her şeye rağmen yaparım dediniz mi?”

Adalet sistemindeki rüşvet ve yozlaşmaya tanık olan bir kadının mücadelesinin hikâyesi.

Gerçek bir hikâyeden uyarlanan bir Amerikan yapımı. Tennessee eyaletinde mahkûmların af ve şartlı tahliye taleplerini değerlendiren kurulun başkanlığını yapan Marie Ragghianti’nin valinin de dahil olduğu rüşvet mekanizmasını keşfetmesi ile adalet adına tek başına giriştiği mücadeleyi anlatan film Peter Maas’ın kitabından, John Briley’in senaryosu ve Roger Donaldson’ın yönetmenliği ile çekilmiş. Başroldeki Sissy Spacek ve onun avukatı rolündeki, filmde kendisini oynayan Fred Dalton Thompson’ın performansları ile dikkat çektiği film gerçek olan bir hikâyenin gerilimini yeterince beyazperdeye taşıyamamış görünüyor. Son yarım saatinde bir mahkeme salonu filmine dönüşen çalışma sisteme dokunmadan tüm yozlaşmayı içindeki bireylere yüklemesi ile tipik bir Hollywood yaklaşımı sergiliyor elbette ve kadının mücadelesini de pek heyecan uyandıramayan bir şekilde getiriyor karşımıza. Yine de seyrettiğimizin gerçek bir hikâye olması ve adalet dağıtmakla yükümlü bir sistemin nasıl bazen -veya çoğunlukla- adaletsizliğin merkezi olduğunu hatırlatması nedeni ile ilgi gösterilebilir.

Film 1968 yılında başlıyor ve eşinden şiddet gören bir kadının üç çocuğunu alarak evi terk etmesine tanık oluyoruz. Sonrası bir “Amerikan Rüyâsı”: Bir yandan çalışan ve üç çocuğuna tekerlekli sandalyedeki annesinin yardımı ile bakan, bir yandan da üniversiteye giderek iki bölüm birden (Psikoloji ve İngilizce) bitiren kadın bir şans sonucu valinin ofisinde işe başlıyor ve sonradan anladığı üzere “rahatça kullanılmak” üzere af ve şartlı tahliye taleplerini değerlendiren kurula atanıyor. Göz yumması istenen dolapların döndüğünü fark eden kadının bundan sonraki mücadelesi filmin ana hikâyesini oluşturuyor ama senaryo kadının en küçük çocuğunun hastalığı üzerinden onun “kahramanlığını” anlatmaktan da geri durmuyor. Konunun gerçek olmasından da kaynaklanan bir doğal çekiciliği var ama senaryonun ve Roger Donaldson’ın yönetmenliğinin bu çekiciliği ne kadar sinemalaştırabildiği hayli tartışmalı. Zaman zaman bir aile filmi havasına bürünen ve sondaki mahkeme bölümünde ise benzerini defalarca gördüğümüz bir esere dönüşen çalışma, bir türlü yeterince dinamik olamıyor ve heyecan uyandıramıyor. Oldukça yumuşak ilerleyen filmdeki cinayet sahnesi de bu nedenle irkiltiyor ama arzu etmediği bir şekilde oluyor bu. Francis Lai imzalı müziğin çekici bir şekilde haber verdiği gerilim görüntülere yansımıyor bir türlü. Bu arada Lai’nin müziğinin kimi anlarda büründüğü Paris romantizmi havasının hikâyeye uymadığını da söylemek gerek.

Yönetmen Donaldson’ın hikâyenin gerçekliğine uygun ama bir parça düz bir anlatımı tercih etmesi filme yardımcı olmuyor ve yeni/farklı bir hikâye izlediğinizi hissetmenizi zorlaştırıyor. Neyse ki burada oyuncular devreye giriyor ve filme hikâyenin hak ettiği çekiciliği sağlıyorlar. Sissy Spacek karakterinin mücadeleciliğini ve dürüstlüğünü inandırıcı bir biçimde sergiliyor ve senaryonun boşluklarını dolduruyor bu konuda. Gerçek hayatta olayın kahramanı olan kadının avukatlığını yapan hukukçu ve politikacı Fred Dalton Thompson ise filmde kendisini canlandırıyor ve açıkçası hayli olgun bir performansla sinema kariyerini de başlatmış oluyor. Yardımcı rollerden birinde Morgan Freeman’ın da yer aldığı filmde kadına yardım etmeye çalışan valilik görevlisini oynayan Keith Szarabajka da oyunculuğu ile öne çıkmayı başarıyor ve keyifli bir performans sunuyor. Sevimli bir çekiciliği olan Jeff Daniels’ın karakterinin kötülüğünü hiç aksamadan yansıtabilmesi ise görünüşteki masumiyetin neleri gizleyebileceğini hatırlatması ile filmin kozlarından biri oluyor.

Kuşkusuz ki anlatılması gereken bir kahramanlık hikâyesi bu; adalet için savaşan tüm bireylerin hikâyesinde olduğu gibi. Chris Menges’in başarılı görüntü çalışması eşliğinde anlatılan hikâye tahmin edilebilir şekilde ilerlese de ve yukarıda sıralanan kimi kusurları barındırsa da bir göz atılmayı hak ediyor en azından. Amerikan sinemasının kadın “kahramanları” çok da önemsemediğini düşünürsek, bu nedenle de önemli bir film var sonuçta karşımızda.

No Way Out – Roger Donaldson (1987)

no way out“Bırakın gitsin, geri dönecektir. Başka nereye gidebilir ki?”

Bir politikacının yanlışlıkla öldürdüğü metresi ile kendisinin de ilişkisi olduğu için başı derde giren bir subayın hikâyesi.

Kenneth Fearing’in “The Big Clock” adlı romanından Robert Garland tarafından sinemaya uyarlanan ve Roger Donaldson’un yönettiği bir Amerikan filmi. Kısa bir giriş sahnesinden sonra hikâyesinin hemen tamamını bir geri dönüş ile anlatan film cinayet sahnesine kadar vasat, cinayet sonrasında ise seyre değer bir suç aksiyonu olarak nitelendirilebilecek şekilde nerede ise iki ayrı film havasını taşıyan bir çalışma. 1980’lerin Reagan ABD’sine uygun kimi temaları (Sovyet tehlikesi, silahlanma yarışı vs.) barındıran film sürpriz finali ile hakkı teslim edilmesi gereken bir çarpıcılığa da sahip. Kimi ucuz erotizm ve romantizm numaralarına başvurmak, inandırıcılığı pek dert etmemek gibi önemli sorunları olan film müzik, kurgu ve görüntülerdeki başarısı ve cinayetten sonra tıkır tıkır işleyen anlatımı ile ilgi çekebilir.

Bir güç oyununu anlatacağını sembolik anlamı ile hayli önemli olan giriş sahnesi ile söylüyor film ve politika, CIA ve askeri kurumları kapsamına alan hikâyesine sıkı bir açılış yapıyor böylece. Ne var ki bundan sonrası, filmin yaklaşık ilk kırk dakikası, vasat bir hikâye, sıradan oyunculuklar, Sean Young’u mümkün olduğunca soyma ve Kevin Costner’ı bir seks sembolü olarak kullanmak (üst düğmesi çözülmüş pantolon çok ama çok ucuz bir numara örneğin) ve gün batımında denizde tekne ile süzülen aşıklar gibi bayat romantizm sahnelerine sığınan klişe numaralar ile geçiyor. Sean Young’a yönetmenin tek söylediği “gül ve seksi ol” olmuş sanki bu ilk bölümde. Kevin Costner ise kötü değil, ama söylenebilecek en iyi ifade de bu buradaki oyunculuğu için. Young sonra ölüyor ama Costner baş karakter olarak daha sonra hep bizimle oluyor ne yazık ki! Bir kısmı final ile açıklanıyor olsa da, bu ilk bölüm epey bir inandırıcılık sıkıntısı da yaşıyor. Gemideki kurtarma sahnesinin zorakiliğinden ilk görüşte aşka kadar pek elle tutulur yanı yok hikâyenin bu ilk bölümde açıkçası. Maurice Jarre’ın müzik ve John Alcott’un görüntü çalışması kendi başlarına hayli etkileyici ve örneğin açılıştaki gerilim havasını yaratan melodi çok başarılı ama bu iki sanatçının çalışmalarının bu bölümdeki kullanılışı sadece filmin yapay havasını arttıracak şekilde olmuş maalesef.

Bu açıkçası başarısız ilk kırk dakikadan sonra ise film baştan beri yapması gerekeni yapıyor ve William Hoy ve Neil Travis ikilisinin başarılı ve dinamik kurgusu ile desteklenen sıkı bir macera filmine dönüşüyor. Sondaki sürpriz hariç olan bitenin tümüne hâkim olan ya da en azından öyle olduğunu düşünen seyircinin olanların sadece bir kısmına (ve her biri farklı bir kısmına) hâkim karakterler karşısında hissettiği üstünlük duygusunu ustaca kullanıyor film ve takdiri hak ediyor. Bir yandan zamana karşı yarış, bir yanda bir skandalı örtme telâşı içinde suç üstüne suç işleyen karakterler ve bunlara ek olarak Roger Donaldson’un başarılı yöntemi filmi çekici bir gerilime sahip bir eser haline getiriyor. Hollywood’un ustalığı konuşuyor nihayet ve başlardaki o vasatlıktan süratle ve iyi ki uzaklaşılıyor. Bu film ile son eserine imza atan ve kısa süre sonra ölen John Alcott’a ithaf edilen film, polisiye ile politik dramı kaynaştırmayı denemiş ve bunu da başarmış görünüyor. Filme ilham veren ve 1946’da yayımlanan Kenneth Fearing romanında olaylar medyada geçiyormuş ama burada hikâye güç mücadelesinin doğrudanlığı ile daha kolay etkileyici olabileceği iktidar çevrelerine taşınmış ve bu da filmin lehine olmuş görünüyor. Pentagon’un kompleks mimarili binasında iyice hız kazanan son yarım saati ile gerilimini inşa etmeyi ve sürekli kılmayı, ve hatta bu kapalı alanda gerilimi artıran bir klostrofobi yaratmayı da başaran film, manipülasyon ustası ve hizmet ettiği bakana “hayran” danışman karakteri (Will Patton diğer oyuncuların aksine gösterişli ve çekici bir performans sunuyor bu rolde) ile de ilgi çekebilecek, ilk bölümündeki sıradan görüntüyü sonrasında silmeyi başaran bir Hollywood işi, özet olarak.

(“Çıkış Yok”)

The Bounty – Roger Donaldson (1984)

“Bir aptal bile dümeni kullanabilir efendim, önemli olan nereye gideceğinizi bilmek”

1789 yılında İngiliz Kraliyet Donanması’na ait bir gemide çıkan isyanın hikâyesi.

Yaşanan gerçek bir isyanı anlatan ve Richard Hough’un kitabından Robert Bolt’un uyarladığı, Roger Donaldson’un yönettiği bir film. Daha önce de sinemanın ilgi alanına giren bu isyanı Anthony Hopkins, Mel Gibson, Daniel Day Lewis, Liam Neeson, Laurence Olivier ve Edward Fox gibi isimlerin yer aldığı sağlam bir kadro ile anlatan film kimi kusurlarına rağmen macera ve biraz da tarih meraklılarının ilgisini çekebilecek bir çalışma. Başlangıçta iki ayrı filmden oluşan bir epik macera olarak düşünülen filmin bu hali epik kelimesini çok fazla hak etmiş görünmüyor ve sık sık da durgun ve klişe bir havaya kapılıyor ama yine de kendini seyrettirmeyi başardığı açık.

Bounty adlı gemide yaşanan isyan sinemaya oldukça cazip bir konu olarak görünmüş olmalı ki daha önce de dört kez filme çekilmiş. 1916’da Raymond Longford’un çektiği Avustralya yapımı sessiz filmi (“The Mutiny of the Bounty” – George Cross ve Wilton Power) bunların ilki. Ardından 1933 yılında Charles Chauvel’in yine Avustralya yapımı (“In the Wake of the Bounty” – Mayne Lynton ve Errol Flynn), 1935’de Frank Lloyd’un ABD yapımı (“Mutiny on the Bounty” – Charles Laughton ve Clark Gable) ve 1962 yılında da bir öncekinin yeniden çekimi olan Lewis Milestone’un ABD yapımı filmi (“Mutiny on the Bounty” – Trevor Howard ve Marlon Brando) gelmiş beyaz perdeye. Roger Donaldson’un filmi tarihsel gerçekliklere en yakını olarak kabul ediliyor bugün ama sinema değeri açısından genellikle en başarılı kabul edileni 1935 yapımı olan film. Roger Donaldson’un filmini ele aldığı konu açısından öncekilerden en çok ayıran unsur diğer filmlerin aksine kaptanı tamamen kötü, isyanın lideri olan subayı ise tamamen iyi bir karakter olarak gösterme kolaycılığına kapılmaması. Bugün isyanın iki temel nedeni olarak aylardır gemide olan denizcilerin Tahiti adasında tanık oldukları “cennet” gibi hayatın çekiciliğine kapılmaları ve kaptanın mürettebata aşırı sert davranışı olarak gösteriliyor. Filmimiz ise her iki nedeni de almış kapsamına ama olayların yaşandığı yılın on sekizinci yüzyıl olduğunu düşünürsek, isyanın kaptanın sertliğinden ve mürettebata kötü davranmasından çok, zaten yılgın ve bitkin olan personelin kaptanın “kötü kriz yönetimi” ile çileden çıkması ve cennetin çekiciliğine kapılmasının sonucu olduğunu söylemek daha doğru görünüyor.

Tahiti’den alacakları ekmek ağacı fidelerini Jamaika’ya götürmek üzere sefere çıkan bir gemide yaşanıyor isyan. Film üstü kapalı geçse de Karayipler’deki kölelere ucuz ve yüksek enerjili bir besin kaynağı sağlamak üzere çıkılan bir sefer bu ve Batı dünyasının bu ağaç ile ilk karşılaşması da isyanın yaşandığı geminin kaptanı Bligh’ın seferleri ile olmuş. Kaptan ile subay olan arkadaşının seferin ortasında bir isyanın karşı tarafları haline gelme süreci, gemidekilerin Tahiti’de karşılaştıkları dünyanın neden olduğu kültürel şok ve isyan ve sonrası hikâyenin üç temel bölümü olarak gösterilebilir. Filmimiz bunların ilkini genel olarak çekici ve ilgiyi hemen hiç kaybetmeden anlatmayı başarıyor ama aksadığı iki yer var. Ümit Burnu’nun etrafında dolanırken yakalanılan fırtına ki kaptanın inadının yarattığı ilk hoşnutsuzluk anları da bu sırada yaşanıyor, teknik açıdan pek de iyi çekilmemiş ne yazık ki. Orada fırtına ile yaşanan korkunç mücadele çok daha iyi anlatılabilirmiş, 1984’ün imkânları ile bile. Mel Gibson’ı kaptanın arkadaşlığından isyanın liderliğine götüren süreç de Gibson’ın yeterince parlak olmayan oyununun da etkisi ile çok da sürükleyici değil. Subayın temel olarak adada aşık olduğu (gerçi hikâyemizin aktarabildiği ile sanki aşktan çok erotizm ağır basıyor) yerli kızdan dolayı sürüklendiği isyanın hemen öncesindeki yüz ifadeleri ve adeta şok geçirmiş gibi sabit bakışları Gibson’ın bu sahnelerdeki yetersiz oyunculuğuna verilmeli elbette ama filme de zarar veriyor açıkçası. Filmin burada romantizmi başarılı bir biçimde öne çıkaramaması ve gereksiz bir şekilde ve adeta bir reklam filmi havasında karakterleri iki kez deniz içinde erotik pozlarda göstermesi belki filme ticari bir çekicilik katmış ama bugün hayli sakil duruyor doğrusu.

Denizcilerin adada karşılaştıları “cennet”te geçen sahnelerde film -kaçınılmaz olarak- egzotik bir erotizme başvuruyor ve mürettebatın döndüklerinde karşılaşacakları hayatlar ile buradaki hayatı karşılaştırmaları sonucu yaşadıkları şoku yeterince güçlü biçimde aktaramıyor. Yine de filmin bu bölümlerde kimi etkileyici anları yakalamayı başardığını da söylemek gerek ama adada geçen tüm bu bölümler filmin genel bir probleminin de en çok ortaya çıktığı yerler. Film bir türlü tam anlamı ile temposunu bulamıyor ve üstesinden gelinememiş bir durgunluktan kurtulamıyor bu anlarda. İsyan ve sonrası ise hem hikayenin nasıl bağlanacağını bilmeyenler için yaratmayı başardığı merak duygusu ile hem de ve özellikle biri evine dönmeye çalışan diğeri ise yeni bir ev bulmaya çalışan iki ayrı grubun macerasını paralel biçimde anlatarak keyif vermeyi başarıyor.

Gibson’ın vasat oyunculuğuna sinemadaki ilk rollerinden birinde olan Daniel Day-Lewis de eşlik etmiş görünüyor ve senaryodan kaynaklanan nedenlerle olsa gerek, tıpkı canlandırdğı kibirli karakteri gibi soğuk bir oyunculuk sergiliyor film boyunca. Buna karşılık yardımcı rollerden birinde olan ve isyanı ilk tetikleyenlerden birini canlandıran Liam Neeson ve kaptan rolündeki Anthony Hopkins oyunculuk açısından filmin öne çıkan isimleri. Hopkins başta yüzünün kıpkırmızı kesildiği öfke sahnesi olmak üzere, gerçekçi davranmaya çalışan kaptanın her anını çok iyi yorumluyor ve onun yönetemediği krizin sonuçları ile karşı karşıya kaldığındaki hislerini de seyirciye çok iyi geçiriyor.

Filmin müzikleri ünlü Vangelis grubuna emanet edilmiş ve açılış bölümünde hayli etkileyici de görünüyor bu müzikler. Ne var ki 1980’li yıllarda olmanın kaçınılmaz kıldığı bir şekilde synthesizer ağırlıklı olan müzikler kısa bir süre sonra ve maalesef hikâye boyunca sürecek şekilde gösterilenden çok farklı bir dünyayı seyirciye aktarıyor. Hemen hiçbir sahnede gördüğümüz ile işittiğimiz uyuşmuyor denebilir rahatlıkla. Böyle olunca da bu uyumsuzluk, Vangelis’in aslında filmden bağımsız olarak bakıldığında başarılı olan müziğinin filme nerede ise zarar vermesini neden oluyor. Görüntüler ise kesinlikle göz alıcı ve kaçınılmaz gün batımı/doğumu kareleri bile yapay durmuyor Arthur Ibbetson’un takdişri hak eden çalışmasında.

1984 Cannes Festivali’nde Altın Palmiye için yarışmasını ancak festival yöneticilerinin sonraki yıllarda da sıklıkla yaptığı gibi büyük bütçeli ABD filmlerini festivale ilgi toplamak için yarışmaya almış olması ile açıklamak gerekiyor herhalde çünkü filmin Cannes’a yakışan bir “sanatsal” yanı yok açıkçası. Sonuçta kusurlarına rağmen kendisini ilgi ile seyrettirmeyi başaran bir film karşımızdaki. Daha önceki dört versiyon gibi bu film de isyancıların bir kısmının yerleştiği Pitcairn adasında ne olduğunu hiç anlatmıyor ama aslında hayli ilgi çekici bir film konusu olabilirmiş oradaki hayat. 2013 yılındaki nüfus sayımına göre nüfusu 56 olan adada yaşayanların ikisi hariç tümü bu isyana katılan gemicilerin ve onların yanındaki Tahitili kadınların soyundan geliyor ve oldukça ilginç bir konumları var. Savunma ve dış politika açısından Birleşik Krallık’a bağlı olan bu mikro ülkenin vatandaşları bu ilginç geçmişleri ile hayli ilgi konusu gerçekten de, bugün bile.

(“Gemide İsyan”)