The Chalk Garden – Ronald Neame (1964)

“Karşınızda Laurel’ın dönüşebileceği kadını görüyorsunuz; yalan söyleyen, aldatan ve nefret eden bir çocuk… çünkü sevildiğine dair basit bir gerçeğe bile inanmıyordu… inanamıyordu”

On altı yaşındaki sorunlu genç bir kızın dadısı olarak girdiği evde bir yandan ona yaklaşmaya çalışırken, bir yandan da herkesten gizli tuttuğu geçmişi ile yüzleşmek zorunda kalan bir kadının hikâyesi.

Britanyalı yazar Enid Bagnold’un ilk kez 1955 yılında ABD’de sahnelenen aynı adlı oyunundan uyarlanan senaryosunu John Michael Hayes’in yazdığı, yönetmenliğini Ronald Neame’in yaptığı bir Birleşik Krallık ve ABD ortak yapımı. Oyunun içeriğine genel olarak sadık kalan film zaman zaman tiyatrodan yeterince uzaklaşamamış görünse de aile ilişkileri, sevgi, pişmanlık, fedakârlık ve emek (ilişkiler için harcanan türünden) üzerine iyi oynanmış ve kendisini ilgi ile izletmeyi başaran bir çalışma. Tümü Britanya kökenli oyunculardan oluşan kadrosu ve Agatha Christie okumuş olanların hemen tanıyacağı türden ve İngiliz kırsalında bolca yer alan büyük malikânelerden birinde geçen dramatik hikâyesinin gizem öğeleri ile de ilgi çekebilecek, öte yandan dadı ve çocuk ilişkisi açısından zaman zaman bir Disney yapıtını çağrıştırmak gibi sorunu da olan bir film.

İç ve dış tüm çekimleri İngiltere’de gerçekleştirilen film, çok kısa sahnelerdeki bir iki karakter dışında hep ana karakterlerin karşımıza çıktığı, hemen tamamı malikânenin içinde ve bahçesinde, ve ıssız bir sahilde geçen bir hikâye anlatıyor. Alışveriş için gidilen kasabadaki kısa sahnede hayli uzaktan görülen birkaç kişi dışında, film adeta yalıtılmış bir ortama yerleştirmiş hikâyesinin kahramanlarını ve öyle ki o muhteşem deniz kenarı bile nasibini almış bu izolasyondan. Bu durum kaynak oyunun içeriğine bağlı kalınmasının sonucu olduğu kadar, film ekibine bir kolaylık sağladığı için de tercih edilmiş olsa gerek. Eski filmlere özgü bir biçimde sahnelerin bol diyaloglu olması da yine kaynak oyuna işaret ediyor elbette; bu yeterince sinemalaşamama durumu bir problem yaratabilirdi eğer klasik sinemanın hikâye anlatma ustalığı ve hikâyenin -zaman zaman Hollywood usulü klişeler kendisini gösterse de- dramatik yapısı, gizemi ve gerilimi devreye girmeseydi. Dolayısı ile filme çekilmiş bir oyun havası hissetmiyorsunuz hemen hiç ve hikâye akıp gidiyor. Üstelik filme oyunda olmayan ek diyaloglar da eklendiğini düşününce, bu başarı daha da önem kazanıyor. Bu arada, bu ek diyalogların genellikle, malikânedeki uşağı oynayan John Mills ile sorunlu genç kızı canlandıran ve gerçek hayatta kızı olan Hayley Mills arasında geçen sahnelere eklendiğini söylemekte yarar var. Anlaşılan yapımcılar seyircinin ilgisini artırmak için gerçek aile ilişkisini kullanmışlar bir pazarlama yöntemi olarak.

Film başka bir aday kadınla aynı gün malikâneye gelen bir dadı adayı (Miss Madrigal rolünde BAFTA’ya aday olan Deborah Kerr var) ile açılıyor. Ev sahibesi Mrs. St. Maugham (Oscar’a ve BAFTA’ya aday olan Edith Evans) gelen her dadıyı işinden eden ve onların sırlarını keşfederek hayatlarını zorlaştıran torunu Laurel (Hayley Mills) ile yaşamaktadır bu evde. Genç kızın annesi eşini terk ederek başka bir erkekle evden ayrılmıştır ve bu nedenle hem annesi hem de kızı kendisinden nefret etmektedir. Evi çekip çeviren uşak (John Mills) kıza duyduğu babacan sevgisi sayesinde durumu idare eden ve kendi geçmişinde de sonradan öğreneceğimiz bir travması olan yalnız bir adamdır. Hikâyenin bundan sonrası seyircinin tahminleri ve beklentilerine uygun olarak ilerleyecek ve seyirci kendisine vaat edileni alacaktır bir anaakım filmde hep olduğu gibi.

Miss Madrigal’ın geçmişindeki gizem, bir ara unutulur gibi olsa da, hikâye içinde önemli bir yer tutuyor. Kapıyı kendisine açan uşağın onunla ilgili ilk izleniminden (dadı ilanı için gelmiş olamayacağını düşünüyor adam) genç kızın bir dedektif gibi araştırma yaparak edindiği bilgilere (tüm kıyafetlerinin yeni olması, masasında hiçbir sevdiğinin fotoğrafının olmaması, kadının evde gördüğü bir fotoğrafa korku ile bakması vs.) pek çok unsur üzerine kurulu bu gizem sonunda açılıyor ve güçlü olmasa da yeterli dozda bir çekicilik katıyor filme. Hikâyenin bocaladığı yer ise, temel olarak yetişkinler için çekilmiş bir film olduğunu zaman zaman unutup, Disney’in o tarihlerde bolca çektiği aile filmlerine yaklaşması. Freud’dan bahsedecek kadar bilgili genç kızın, aynı bilim adamının geliştirdiği psikanalitik teoriye göndermeler içeren “ateş yakmayı sevmesi” gibi davranışları kuşkusuz yetişkinleri işaret ediyor, hikâyedeki cinayet gibi. “Oyuncak bebeğe annelik” sahnesi de tam bir psikanaliz konusu olabilir örneğin. Buna karşılık dadı ile kız arasındaki pek çok sahne rahatlıkla bir Disney filmine de yerleştirilebilecek içerikteler. Anneane, kızı ve torununun tarafları olduğu iki farklı anne – kız ilişkisi türünden ilişkiler örneğin Bergman’ın filmlerinde de yer alır ama elbette buradaki “derinlik”le değil. Hayley Mills’in yönetmen tarafından fazla fingirdek, oyuncu (orijinali ile “kittenish”) bulunan, aksamayan ama bir parça gösterişli oyunu da bu Disney havasına katkı sağlamış gibi.

Arada bir Agatha Christie atmosferi de veriyor bize film ki bunu sağlayan temel unsur sadece İngiliz malikânesi veya karakterlerin, her ne kadar hikâye 1960’larda geçiyor gibi olsa da özellikle anneannenin örneği olduğu gibi, daha eski bir döneme ait bir yaşam sürüyor havası taşımaları değil. Bir cinayet, dadı ile ilgili sırların ortaya dökülmesi ve yüzleşme (evet, bir Poirot sahnesi gibi) ve gizemlerin birer birer çözülmesi de destekliyor bu havayı. Bu durumun yarattığı aşinalıktan bolca yararlanan filmin senaryosundaki bazı replikler ise tam da anaakım filmleri sevenlerin alıntı yapacağı türden: “Tanrı gözyaşlarımızı boşaltmamız için yaratmıştır”, “Kalp sevdiği her insan için odası olan bir evdir” veya “Toprağınız kendisinde olmayanı bitkilere veremez” türünden sözler hikâye boyunca sık sık çıkıyor karşımıza. Bu, “seyredilen sahneyi seyirciye açıklama” yaklaşımının sonucu elbette ve Malcolm Arnold’un imzasını taşıyan müzik de benzer bir işleve sahip. Yönetmen Neame bu güçlü ve dramatik ama her sahnenin altını da kalın çizgilerle çizen müzikten nefret ettiğini söylemiş bir konuşmasında.

Sevilmemek kadar, sevilmediğini düşünmenin de yaratacağı travmaları popüler sinemanın kalıpları içinde kalarak ve seyircisinin ilgisini canlı tutmayı başararak anlatan film “Geçmiş henüz iyileşmemiş bir çirkin yaradır” repliğine de uygun olarak yüzleşmenin ve -en azından mümkün olduğu ölçüde- bu yarayı iyileştirmenin önemini anlatıyor temel olarak. Tiyatro sahnelerinde uzun süre perde açan oyunu görenler, orijinalindeki gerilimin sinema perdesine hak edilen ölçüde aktarılamadığını söyleseler de, bu duygunun ortalama bir sinemaseveri tatmin edecek ölçüde yaratılabildiği söylenebilir rahatlıkla. Deborah Kerr’in klasik oyunculuğu ile de değerlenen film tüm kadrosundan benzer bir başarı elde ediyor (Yukarıda belirtilen probleme rağmen Hayley Mill de dahil buna) ve özellikle Edith Evans, yalınlığı karakterinin gösterişli havası ile çekici bir biçimde birleştirebilmesi ile göz dolduruyor.

Açılış sahnesinde gördüğümüz ve White Cliffs of Dover adı ile bilinen kayalıkların kireci andıran beyazlığı ve hikâyenin geçtiği malikânenin bahçesindeki toprağın, istenen verimin alınamamasına neden olan kireç özelliği filme (ve kaynak oyuna) adını vermekle kalmıyor, aynı zamanda hikâyeyi de özetliyor bir bakıma. Laurel’ın o “toprak”ta yetişmesi mümkün değildir; çünkü ihtiyacı olan anne sevgisi yoktur orada ve “Bu dünyada tek dayanağımız gerçektir” diyen Miss Madrigal işte bu sorunu sorunu çözecek ve bir taraftan kendi yarasının da iyileşme sürecini başlatacaktır en azından. Klasik sinemanın seyirciyi şaşırtmayan, ona beklediğini vermek üzerine kurulu tercihleri ile bezeli film, elbette hiçbiri sağlam bir sinema için yeterli derinliğe ulaşamayan derinlikle ele alınan dram, psikoloji ve gerilim unsurları ile de ilgiyi hak eden eski usul bir çalışma.

(“Şımarık Kız”)

Gambit – Ronald Neame (1966)

“İşte plan bu, Emile. En küçük detayına kadar düşünüldü. Başarısız olamaz. Kesinlikle kusursuz”

Dünyanın en zengin adamının sahip olduğu bir tarihi eseri çalmak için ince bir plan yapan bir İngiliz adamın ve onun bu planda para karşılığında kullandığı dansçı bir kızın hikâyesi.

Sidney Carroll’ın orijinal hikâyesinden uyarlanan senaryosunu Alvin Sargent ve Jack Davies’in yazdığı, yönetmenliğini Ronald Neame’in yaptığı bir ABD filmi. Başrollerinde Michael Caine, Shirley Maclaine ve Herbert Lom’un yer aldığı film daha önce Bryan Forbes’un senaryosu ile bir Cary Grant filmi olarak planlanmış ama yarım kalan bu projeden altı yıl sonra ve kadın karakterin rolünün ağırlığı artırılarak hayata geçirilmiş. 1960’larda hayli gözde olan ve mizahla suç unsurlarını bir araya getiren çalışmaların eğlenceli örneklerinden biri olan çalışma, ilk senaryoda yapılan değişikliklerin de bir kanıtı olduğu gibi neredeyse feminist tanımlamasını hak eden, üç başrol oyuncusunun keyifli performansları ile renklenen, iddiasız bir hava içinde klasik sinemanın tadını hatırlatan ve baştaki sürprizi ile ayrıca dikkat çeken bir yapıt.

Orijinalinden 46 yıl sonra, Joel ve Ethan Coen’in senaryosu ile ve Michael Hoffman’ın yönetmenliğinde tekrar çekilmiş hikâye ama ilkinin düzeyine ulaşamamış bu çalışma. Ronald Neame’in filmini çekici kılan ne varsa bu ikincisinde yok görünüyor ki bunların başında da oyuncuların rollerine uygunluğu geliyor. Burada Caine ne kadar rahat ve ideal görünüyorsa, ikincisinde Colin Firth o kadar uyumsuz olmuş rolü ile ve ilkinde kadın karakter ne kadar kritik bir öneme sahipse ikincisinde Cameron Diaz’ın rolü senaryonun o kadar ihmaline uğramış görünüyor. Evet, kadın karakterin her yönü ile hayli önemli olduğu bir yapıt bu. Öyle ki başlarda yer alan “hayal edilen gelişmeler” bölümünde kadının hiç konuşmayan ve yüzünde en ufak bir mimik olmayan hâlinin “gerçek gelişmeler”de tam zıt bir yönde değişmesi neredeyse feminist denebilecek bir söyleme taşımış hikâyeyi. Erkeğin gözü ile hayal edilen kadına yüklenen rolün pasifliğinden, o kadının gerçekte olan bitenlerdeki aktifliğine ve radikal olarak tanımlanabilecek değişim hayli eğlenceli ve çekici bir hava katmış yapıta. Zeki bir adam görünümündeki Harry’in (Caine) planının hemen her aşamasında bir terslik çıkarken, ortaya çıkan hemen tüm problemlere çözüm üreten de Nicole (MacLaine) adındaki bu kadın karakter oluyor.

Hong Kong’da başlayan hikâye, adı söylenmeyen bir Arap ülkesinde devam ediyor ve başladığı yerde sona eriyor. Açılışta iki adamın yarı Avrupalı yarı Uzak Doğulu bir dansçı kızı kendi soygun planlarına para karşılığında katma çabasını izliyoruz. Harry ve Nicole evli bir çift rolü oynayarak, dünyanın en zengin adamı olan Shahbandar’ın (Herbert Lom) mülkiyetindeki benzersiz bir tarihi eseri çalacaklardır ve Harry’nin arkadaşı olan Fransız sanatçı Emile de (John Abbott) bu planın bir parçasıdır. Satrançseverlerin çok iyi bildiği bir terim olan “Gambit”, oyunda avantajlı bir pozisyon elde etmek için bir taşın feda edilmesini içeren açılış türü anlamına geliyor ve kendisine sunulan bu taş rakip tarafından ya kabul ya da ret ediliyor oyunda. Filmimizde feda edilen taş Nicole karakteri olacak, Shahbandar da bu fedayı kabul edecek ve karşılıklı bir zekâ ve taktik oyunu başlayacaktır böylece. Nicole zengin adamın sadece 1 yıllık evlilikten sonra kaybettiği ve hâlâ âşık olduğu eşine ikizi kadar benzediği için çok değerli bir taştır bu satranç oyununda.

Bir Arap karakteri Çek asıllı bir Britanyalı olan Herbert Lom’a oynatmak bugün yadırganan ve eleştirilen bir “beyaz bakış”ın sonucu ama yakın dönemlere kadar sinemanın sıklıkla başvurduğu bir seçimdi bu. Neyse ki Lom sade ve ustalık taşıyan bir oyunla bu seçimin rahatsız edici olmasını unutturuyor ve filme önemli bir güç katıyor. Caine ve MacLaine ise adeta bu roller için yaratılmış kadar rahat, hayli keyifli ve dinamik performanslarla klasik sinemanın ustalık dolu oyunculuklarından örnek veriyorlar hikâyenin başından sonuna. Kadronun başarısı suç ile hafif komedinin uyum düzeyini yükseltmiş ve akıllıca kurgulanan senaryonun da yardımı ile film “sinemasal bir gerçeklik”i hep korumuş. Aynı senaryonun -yukarıda kadının konumu konusundaki doğru tutumu yanında- Batı ile Doğu arasında kendisini konumlandırdığı yer de günümüzün anlayışına yakın aynı dönemdeki filmlerle kıyaslandığında. Yan karakterlerde birtakım klişelerden (Yasak olduğu için bahşiş kabul etmeyen ama rüşveti cebine atan havaalanı çalışanı gibi) kaçınılamamış ama Shahbandar’ın da Harry kadar sağlam bir satranç oyuncusu olarak çizilmesi filmin değerini yükseltiyor.

Alacakaranlıktaki bir helikopter gezisinde kullanılan görüntülerin İstanbul’a ait olduğu filmde diyaloglar da başarılı ve “Dünyanın en zengin adamı diye bir şey yoktur. Bu, en yüksekteki yıldız demek gibi bir şey” örneğinde olduğu gibi eğlenceli yanları ile de dikkat çekiyorlar. Harry’nin soğuk profesyonel görünümünün (daha sonra öğreneceğimiz üzere aslında ilk soygunu olsa da bu) karşısına Nicole’un sıcak doğallığını yerleştiren filmin senaryosu bu tür “Batılı kahramanın Doğu’da geçen hikâyeleri”ndeki klişeleri ters yüz ediyor; örneğin fesli hayal edilen zengin adam Batılı kıyafetler içinde çıkıyor hikâyenin kahramanlarının karşısına. Buna seyirciye başta ve sonra sunulan irili ufaklı sürprizleri de ekleyince senaryonun sınıfını geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Benzer şekilde Neame’ın yönetmenliği de hiç aksamıyor ve sade mizansen anlayışı senaryonun kurgusunun hak ettiği doğru kamera açıları ve sahneleme ile üzerine düşeni yapıyor.

Romantizmi dozunda ve gerçekçi olan film sinemanın en güzel “aşk ilanı” sahnelerinden birine de sahip. Buradaki dozundalık çok önemli çünkü Hollywood’un “seyirci beklentisi” doğrultusunda hikâyenin eğlencesini de bozabilen zorlamalarından uzak durulması finali tam da bu sayede gerçekçi ve doğal kılıyor. En temel eğlence kaynaklarından biri, planlanan ile gerçekleşen arasındaki farklar olan yapıtın afişinde yer alan şu ifade de sürprizli içeriğinin habercisi bir bakıma: “Çekinmeyin, sonunu anlatın ama lütfen başlangıcını kimseye söylemeyin”. 1966’da sanat yönetimi, kostüm ve ses dallarında Oscar’a aday gösterilen filmin ilk yaklaşık 25 dakikası seyirciyi yanıltmamalı çünkü bu sıradan görünüm, takip eden 85 dakikanın eğlencesine hazırlıyor bizi ve oradaki eğlencenin de ana kaynaklarından birini oluşturuyor. Maurice Jarre’ın keyifli müziğini de anmamız gereken, komedi ile gerilimi iyi kaynaştıran ve tüm iddiasızlığı içinde hoş vakit geçirten bir çalışma.

(“Harika Hırsız”)

Hopscotch – Ronald Neame (1980)

“Adamdaki cesarete bak, benim evimde saklanıyor!”

Operasyonlardan çekilerek masabaşı göreve atanan bir CIA ajanının, örgütü mahcup edecek hatıralarını yayımlama tehdidi üzerine peşine düşenlerden kaçmasının hikâyesi.

Brian Garfield’ın 1975 tarihli ve aynı adı taşıyan romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Garfield ve Bryan Forbes’un yazdığı ve yönetmenliğini Ronald Neame’in üstlendiği bu casusluk komedisinin başrolünde sağlam bir kadro var: Hikâyenin kahramanı Miles Kendig’i canlandıran Walter Matthau, kendisi de eski bir ajan olan kız arkadaşı rolünde Glenda Jackson, peşine düşen CIA görevlilerini oynayan Ned Beatty ile Sam Waterston ve Rus ajan rolünde seyrettiğimiz Herbert Lom. Garfield’ın kara komedi olarak sınıflanabilecek romanından bir komedi çıkartabilmesi ve üstelik bunu romanın içeriğinden fazla sapmadan yapabilmesi ile dikkat çeken filmde başta Matthau olmak üzere tüm kadronun sağlam ve eğlenceli performansları önemli katkılar sağlamışlar hikâyeye. Eğlenceli hikâyesi, Kendig’in zekice hazırlanmış planı ve Neame’ın hikâyenin gerektirdiği şekilde su gibi akan mizanseni ile başarılı bir komedi.

Brian Garfield’ın Edgar Allan Poe anısına verilen Edgar Ödülü’nü kazanan romanının ve ondan kaynaklanan filmin adının Türkçe anlamı bir çocuk oyunu olan seksek. Burada oyunu büyükler oynuyor ama kurallar aynı; bir kareden diğerine belli bir hedef doğrultusunda ilerlerken sürekli olarak dikkatli ve dengeli olmak zorundadır oyuncular. Kendig de hamle sırasını karşısındakilere hiç bırakmadan tüm eylemlerin başlatıcısı oluyor ve peşindekilerle kedinin fare ile oynaması gibi oynarken bizi de eğlenceli bir hikâyenin içine sürüklüyor. Önemli olan onun hep inisiyatifi elinde bulundurması, çok dikkatli bir şekilde ilerleyerek dengesini hiç yitirmemesi ve konsantrasyonunu hep korumasıdır ve o da öyle yapıyor finale kadar…

Almanya’da başlayan, İngiltere, Avusturya, İsviçre, Fransa, Bahamalar ve İngiltere’ye de uğrayarak ABD’de sona eren film bu açıdan tıpkı bir James Bond filmi gibi ilerliyor ve seyirciyi farklı mekânlarda keyifle ve heyacanlı bir şekilde dolaştırıyor. Ne var ki Kendig Bond’dan çok farklı ve onun çevik ve güçlü görünümünün aksine hantal ve yavaş görünüyor; ama Bond kadar zekidir ve ustaca yapmaktadır planını ve peşine düşenleri çok iyi tanımasından kaynaklanan avantajını da çok iyi kullanmaktadır. Rusların Almanya’daki bir operasyonunu başarı ile durduran ama eskiden beri tanıdığı ve birbirlerine karşılıklı saygı besledikleri Rus ajanını (Yaskov rolünde Herbert Lom var) serbest bırakan Kendig’in bu hareketi amirini (Myerson rolünde Ned Beatty) çok kızdırır ve ajanımızın “yeni bir Rus ajanının daha büyük bir risk olacağı, oysa Raskov’u çok iyi tanıdığı için tüm hamlelerini tahmin edebildiği” açıklamasından tatmin olmadığı için onu masabaşı göreve atar. Kendig’in tepkisi ise istifa etmek, kendisi de eskiden CIA’de çalışan eski kız arkadaşının (Glenda Jackson) aldığı destekle anılarını yazarak bunları parçalar halinde farklı ülkelerdeki istihbarat örgütlerine göndermek olur. Amacı daha sonra bu anıları bir kitap olarak yayımlamak ve bu örgütlerin beceriksizliklerini ve aptallıklarını kamuoyuna duyurmaktır ve bu arada amirinin peşine taktığı ve kendisinin yetiştirdiği bir ajandan da (Joe Cutter rolünde Sam Waterston var) kurtulması gerekmektedir.

Film Matthau üzerinden eski usul casuslara bir övgü olarak görülebilir. Tarafların birbirlerini tanıdığı ve yetkinliklerine karşılıklı saygı duyduğu, işlerin adeta bir amatörün sevgisi ile yapıldığı günlerin yerini Myserson’ın sembolü olduğu hırs ve düşmanlık almıştır. Senaryonun altını çizmeden zarif bir biçimde dile getirdiği bu durumun doğal sonucu olarak da hikâyenin başından sonuna kadar seyirci kendisini Kendig’in tarafında buluyor ve onun başarılı olmasını umut ve arzu ediyor; bu kahramanla özdeşleşme durumu filmin lehine oluyor elbette. Kendig’in tıkır tıkır işleyen planı hem eğlenceli hem heyecanlı sahnelerle baş başa bırakıyor seyirciyi. Özel bir güldürme çabası olmadan güldüren, zorlamalara başvurmadan heyecenlandıran içerik Ronald Neame’ın Hollywood zanaatkârlığı ile birleşince de ortaya keyifle izlenen bir film çıkıyor doğal olarak. Matthau ile Jackson’ın karakterlerinin ilk ikili sahnelerinden tüm kaçış bölümlerine eğlencesi ve küçük sürprizleri (finaldeki dahil olmak üzere!) ile bu keyif hiç eksilmiyor.

Hikâyenin bir bölümünün geçtiği Salzburg’dan esinlenerek olsa gerek, Kendig karakterinin hayranı olduğu (Matthau da çok severmiş bu ölümsüz besteciyi) Mozart’ın müziklerinden de bolca yararlanıyor film. Seçilen melodiler hikâyenin ruhuna ilginç bir şekilde çok uygun ve bu klasik müzik tercihi kahramanımızın sembolü olduğu eski dünyaya da bir gönderme oluyor böylece. Hikâyenin Kendig’e olduğu kadar, Mozart’a da ait olduğunu söyleyebileceğimiz kadar çok kullanılan bu müzikler intikam oyununun keyfini artırken sık sık bu melodilere ıslığı veya vokali ile eşlik eden Kendig’in oynadığı oyundan kendisinin de çok keyif aldığını gösteriyor bize. Deniz uçağının pilotu rolünde gerçek hayattaki kızının (Lucy Saroyan) ve peşine düşen ajanlardan biri olan Leonard Ross karakterinde de oğlunun (David Mathau) oynamasının da katkısı ile birlikte belki de Mattahau karakterini sevmekten kendinizi alamayacağınız bir sevimlilikle getiriyor karşımıza ve hikâyeye çok önemli bir katkı sağlıyor. Beatty, Lom, Waterston ve senaryo tarafından yeterince değerlendirilmemiş görünmesine rağmen Jackson da onun bu başarısına eş düzeyde performanslarla eşlik ediyorlar ve ortaya sağlam bir takım performansı çıkıyor.

Kahkaha attırmaktan çok yüzünüzde bir gülücüğü hep canlı tutmayı hedefleyen ve bunu kesinlikle başaran film eğlenceli bir intikam hikâyesi. Onca aksiyonu ve oyunu içerip bu kadar hafif olabilmesini de önemli başarılarından biri olarak gösterebileceğimiz filmin kahramanı Kendig de John Le Carre’nin karakterlerinin hafif bir versiyonu gibi. İyi yazılmış diyalogları ve onlar üzerinden üretilen esprileri, oyuncuların bu diyalogları konuşurkenki doğal ve sıcak oyunları ile görülmesi gerekli bir çalışma bu. Ronald Neame ve Brian Garfield’ın Kendig karakterini biraz da Matthau’nun “The Odd Couple” (Gene Saks – 1968) filmindeki Oscar Madison karakterinden esinlenerek çizdiklerini söyledikleri film yavaş başlayan ama sonra süratle sizi telim alacak bir sinema eseri.

(“Bir Casusun Hatıraları”)

The Man who Never was – Ronald Neame (1956)

“Artık benim bir oğlum yok ama sizin bir cesediniz var”

İkinci Dünya Savaşında İngilizlerin Almanları çıkarma yapacakları yer konusunda aldatmak için tasarladıkları senaryonun hikâyesi.

Sinema tarihinde bir şekilde öne çıkamamış, klasikler arasında adı geçmeyen ama keşfettiğinizde sizi heyecanlandıran filmler vardır. Bu film de işte tam bu kategoriye düşen filmlerden. Gerçek bir hikâyeye dayanan film casusluk, savaş ve gerilim öğeleri ile keyifli bir klasik sinema örneği.

Tıkır tıkır işleyen bir senaryo, olayları süslemeden ve abartmadan da etkileyici olunabileceğini gösteriyor. Tipik İngiliz karakterleri tüm centilmenlikleri, mizah duyguları ile geziniyor ve İngiliz sinemasının sağlam oyunculuk geleneğini bir kez daha gösteriyorlar. Burada tek istisna Gloria Grahame; takımdaki diğer oyuncuların aksine zaman zaman abartıya varan oyunculuğu ile ayrı bir yerde duruyor film boyunca. Kendisinin canlandırdığı karakterin filmdeki romantik ve trajik yanın merkezi olmasına verilerek affedilebilir bir durum yine de bu.

Başı ve sonu belli olan, içine gereksiz karakter ve temalar sıkıştırılmamış, kameranın kendisini hatırlatmak için gereksiz hareketlere girişmediği ve hikâye anlatmasını ustalıkla başaran bir filmin ne kadar keyifli olabileceğini hatırlatan bu film İngiliz/İrlandalı/İskoç olmanın getirdiği didişmeleri de unutmayan, milliyetçiliğin yanına bile uğramayan ve aksiyona değil zekâya verdiği önem ile dikkat çeken başarılı bir çalışma. Bir başka filmde fazlası ile düz görünebilecek bir anlatımın ustalıkla ve filmin amacına uygun biçimde kullanıldığında nasıl keyif verebileceğini de ispatlıyor. Fedakârlığın ve kahramanlığın sadece yaşayan insanlara özgü olmadığını da öğretiyor.

(“Vatan Borcu”)