Bergmál – Rúnar Rúnarsson (2019)

“Bu ülkenin en nefret ettiğim tarafı bu işte: Ne tartışmaya izin var ne çekişmeye. Herkes birbirine bağımlı. Anlaşamadığımız konusunda anlaşalım ve aynı hamam aynı tas devam etsin her şey!”

Noel zamanında İzlanda’dan farklı insan hikâyeleri.

Rúnar Rúnarsson’un yazdığı ve yönettiği bir İzlanda – Fransa – İsviçre – Danimarka – Finlandiya ortak yapımı. Tümü modern İzlanda toplumundan manzaralar karşımıza getiren ve birbirinden bağımsız 56 (çok)kısa filmden oluşan yapıt, ilginç ve çekici bir şekilde bu bağımsız filmlerden bir bütün çıkarmayı başarıyor ve afişinde ima edildiği gibi kaledioskopun renkliliğini taşıyan bir mozaik olarak ilgiyi hak ediyor. Seksen dakikayı bile bulmayan süresinde 56 farklı küçük hikâye anlatan film alçak gönüllü havası içinde gerçekçi ve dozunda bir duygusallık yakalayarak seyirciyi kendisine bağlayabiliyor.

Rúnar Rúnarsson ilginç bir tercihte bulunmuş: 56 filmin her biri kesintisiz tek bir sahneden oluşuyor ve tümü sabit kamera ile çekilmiş bu sahnelerin. Görüntü yönetmeni Sophia Olsson’un genellikle geniş açı kullanan kamerası ile bir biçimsel ortaklığa sahip bu filmler; öyle ki adeta tek bir filmin farklı sahnelerini seyrettiğiniz hissine kapılabilirsiniz kolayca. Biçimdeki bu ortaklığı içeriğe de taşıyabilmiş Rúnarsson ve üstelik bunu sadece “İzlanda toplumundan manzaralar” gibi çok genel bir başlıkla sınırlandırılamayacak bir şekilde yapmış. Tümünü olmasa bile, bölümlerin çoğunu birbirine bazı ortak imajlar aracılığı ile bağlamış film ve bu bağlantılar olmasa bile bir bütünlüğü yakalayan Rúnarsson böylece bu hissin gücünü daha da artırmış. Art arda gelen üç bölümü örnek olarak gösterebiliriz: Bunların ilkinde annesinin kucağında, dışarıda yağan karı seyreden bir bebek görüyoruz. Çok mutlu bir tablo bu ve bir Noel kartpostalının konusu olabilir. Bunun hemen ardından gelen hikâyede (ya da sahnede) ise bir cenaze töreni için hazırlık yapılan kilisedeyiz, tabutta yatan ise çok küçük bir çocuktur. Bu filmlerin ilki ne derece sıcak bir mutluluk kaynağı ise, diğeri o derece soğuk bir hüzün duygusu yaratıyor ve ikincisinde tabutla ilgilenen çalışanın -kesinlikle ölüye bir saygısızlık olarak tanımlanamayacak- profesyonelliğini korurken, bir yandan da telefonda eşi ile havadan sudan konuşması aslında filmin geneli için tanımlanabilecek bir hissi, tüm acıları ve mutlulukları ile hayatın devam ettiğini ve hayatın da acıların ve mutlulukların toplamından ibaret olduğunu hatırlatıyor. Bunların ardından gelen hikâyede ise, ikincideki çocuk gibi kapalı bir yerde yatan bir adam var ama o ölü değildir; İzlanda’da yaşayan bir yabancı sporcudur ve koçunun bronzlaşması için onu gönderdiği solaryumdadır. Bu adamın bir siyah olması ise filmin farklı bölümlerinde karşımıza çıkan küçük mizah anlarından sadece biri.

Açılış hikâyesinde bir otomatik oto yıkamacıdayız; fırçalar çalışmaya başlıyor, bir araç sağdan görüntüye giriyor ve yavaş yavaş ilerleyerek sol taraftan görüntüden çıkıyor. Bu hikâyedeki sakinliği aynı şekilde bir sonrakine taşıyor Rúnarsson ve geniş açılı bir çekimle karlı bir dağı gösteriyor bize. Sonra görüntüye kameranın olduğu yerden, sağdan ve soldan kayaklı adamlar giriyor ve yavaş yavaş dağa doğru ilerliyorlar. Bu iki örnek ve başka benzerleri için söylenebilecek şekilde, bir öykü yok aslında ortada ama filmin başarısı bu görüntülerin bize üzerlerinden kendi öykümüzü yazabilme imkânı vermesi. Buna karşılık, diğer birkaç filmde başı ve sonu olan öyküler izliyorsunuz. Örneğin ebeveynleri boşanmış olan, Noel tatili için babasının yeni eşi ile yaşadığı eve gelen bir genç kızın adama hazırladığı sürprizin boşa düşmesini ve yaşadığı hayal kırıklığını izliyosunuz sadece birkaç dakika içinde ve yönetmenin kısa filmlerinde gösterdiği başarının bir örneğine tanık oluyorsunuz. Çok gerçekçi ve o derecede dokunaklı bir kısa hikâye bu ve büyük sözler etmeden de güçlü bir duygudaşlık yaratılabileceğinin çarpıcı bir temsili bir bakıma.

Çağdaş İzlanda’dan manzaralar sunan ve bunlarla gerçek/çekici bir mozaik oluşturan filmin parçalarının bir kısmında politika ve ülkenin genel tartışma konuları yer buluyor kendisine. Bir kiliseye sığınan kaçak göçmenler ve onları almaya gelen polisler, atölyesinde çalışırken gördüğümüz bir adamın dinlediği radyodaki sendikacının “emeğin sömürüsü” konuşması, annesi ile “balina etini yemeye karşı olmak” konulu tartışan kütüphaneci, kredi başvurusu bankanın otomatik değerlendirme sistemi tarafından ret edilen adamın dramı, başbakanın konuşması aralarında şiddetli bir tartışmaya neden olan biri sağcı diğeri solcu iki adam, Kızılhaç’ın gıda bankalarının birinin önündeki kuyruk vs. gibi farklı örnekler üzerinden yapıyor bunu film. Benzer şekilde bireysel ilişkiler, mutlulukları ve çatışmaları ile birlikte farklı hikâyelerde karşımıza çıkıyorlar. Beraber Noel yemeği yiyen ailelerin tam karşısına mikrodalgadan aldığı yemeği tek başına yiyen ve cep telefonunda konuştuğu bir arkadaşı ile kendi başına gülen bir genç adamı koyuyor film. Eğlenceli kalabalık aile görüntülerinin karşısına boşandığı eşinin bencilliği yüzünden Noel’i bir önceki yıl olduğu gibi yine çocuklarından uzak geçirecek olan kadının mutsuzluğunu yerleştiriyor yönetmen ve, toplumsal ve bireysel boyutları aynı anda barındıran bir sonuç elde ediyor.

Pek çoğunda hüzün duygusunu içeriği ile ve görsel olarak yaratan film karamsar bir havaya sahip değil ama; örneğin sonlara doğru seyrettiğimiz bir gerçek doğum ânı veya Noel’i yalnız geçirecek bir bağımlı ile ilgilenen sosyal görevliler umudu işaret ediyor hep. Filmin son sahnesinde sert dalgalı bir denize bir gemideki kamera ile bakıyor film ve belki de “hepimizin (sorunlar karşısında) aynı gemide olduğunu” söylüyor bize. “Jingle Bells” şarkısının melodisine eşlik ederek işini yapan mezbaha işçisinin sade mutluluğunu güçlü bir şekilde hissettiren filmin İzlanda’nın değerli post-rock grubunun klavyecisi olan Kjartan Sveinsson’un başta ve sonda dinleme şansı duyduğumuz büyülü melodileri de hikâyenin atmosferine çok güçlü bir katkı sağlamış. Çoğu ilk kez oyunculuk yapan kadrosunun kalabalıklığını düşünürseniz, İzlanda nüfusunun kayda değer bir kısmının görev aldığını rahatlıkla iddia edebileceğimiz filmde bu açıdan yakalanan profesyonellik bile tek başına değerli kılıyor yapıtı. Özetle ifade etmek gerekirse; klasik anlamda tek bir film yerine, 56 farklı kısa filmle günümüzün İzlandası’ndan kalbe ve zihne dokunan bir hikâye(ler) anlatıyor Rúnarsson ve alçak gönüllü yapısı içinde ilgiyi hak ediyor. Bir Noel filmi ama alıştığımız Hollywood yapımlarından çok farklı ve daha sahici görünen bir yapıt.

(“Echo” – “Yankılar”)

IF 2016 – 1

sparrowsSerçeler (Þrestir) – Rúnar Rúnarsson: Büyük şehirde birlikte yaşadığı annesinin, erkek arkadaşı ile Afrika’ya gitmesi üzerine, uzun süredir görmediği babasının yanına, İzlanda’nın kuzeyinde bir kasabaya gitmek zorunda kalan on altı yaşındaki bir delikanlının büyüme hikâyesi diye özetleyebileceğimiz bir film. İzlanda’nın benzersiz doğasını çok parlak bir biçimde kullanan film “masumiyetin yitirilip” büyüklerin dünyasına adım atmayı, gösterdiğinden daha sert ve etkileyici bir biçimde anlatıyor ve güneşin pek kaybolmadığı topraklarda doğal ışığın da yardımı ile zaman zaman düşsel görüntüler yakalıyor. Oğul ve babayı oynayan Atli Oskar Fjalarsson ve Ingvar Eggert Sigurðsson’un doğal ve samimi performansları ile de dikkat çeken filmin, Sigur Rós grubunun eski üyelerinden Kjartan Sveinsson’un imzasını taşıyan müzikleri ve genç oyuncudan dinlediğimiz şarkıları da (kilise korosunda yer alan karakterin seslendirdiği ve büyülü bir atmosferi olan şarkılar bunlar) çok başarılı. Masumiyeti yitirirken de iyi kalabilmek üzerine kesinlikle etkileyici bir çalışma olan filmin, adını serçenin İncil’de sık sık masumiyetin simgesi olarak kullanılmasından aldığını da belirtelim merak edenler için.
(“Sparrows”)

Dehşet Odası (Green Room) – Jeremy Saulnier : Bir punk rock grubunun elemanlarının konser verdikleri bir yerde işlenen bir cinayet sonrasında, tanıkları yok etmeye kararlı Neo-Naziler tarafından bir odaya kapatılınca yaşadıkları dehşet dolu anların hikâyesini anlatıyor film. Kısıtlı mekânlarda geçmesinin beraberinde getirdiği klostrofobi duygusunu başarı ile yaratan ve kullanan film, sert ve dinamik sahneleri ile de ilgi çekebilir. Kurgusu ve kimi yakın plan görüntüleri de, şiddeti kullanmaktan çekinmeyen hatta onun üzerinden ilgi çekmeyi hedefleyen filmin artıları arasında. Anlaşılan yönetmen Saulnier senaryosunu da yazdığı filmde rahatsız edici olmayı amaçlamış asıl olarak ve bunu da “başarmış” eğer rahatsız edici olmak bir başarı ise. Karakterlerin hiçbirinin geliştirilmesine ihtiyaç duymayan ve zaman zaman tekrara düşen senaryo çok şey vaat etmiyor ve kıstıranların Neo-Nazi, kıstırılanların punk rokçı olması filme bir farklılık getirmiyor elbette. Kuşkusuz bir “Saw – Testere” değil (ve neyse ki değil) ama özellikle gerilmek isteyenler için ve sanırım sadece onlar için.

IF 2012

Hafta Sonu (Weekend) – Andrew Haigh : İngiliz yönetmen Andrew Haigh’den iki erkek arasında yaşanan yoğun bir aşkı başlayıp bittiği bir hafta sonu süresinde anlatan ve konusuna hayli içeriden bakan bir film. Biri dışa dönük ve rahat, diğeri içine kapanık iki erkek arasındaki aşkı eşcinsel dünyanın kodları, diyalogları ve tüm öğeleri ile sıcak ve hüzünlü bir şekilde aktaran film kimi zamanlarında klişelere yaslanmaktan çekinmese de hikâyesini inandırıcı ve dokunaklı bir biçimde anlatmayı başarıyor ve Tom Cullen-Chris New ikilisinin oyunculuklarının da katkısı ile samimi ve doğal bir dünya sergiliyor seyircisine. Başarılı görüntü yönetimi ve kimi çarpıcı diyalogları ile de etkisini artıran film kimlerin arasında yaşandığından bağımsız olarak aşkın çarpıcılığını aktarmakta başarılı oluyor.

Volkan (Eldfjall) – Rúnar Rúnarsson : İlk uzun metrajlı filminde İzlandalı yönetmen Rúnar Rúnarsson özellikle Mike Leigh’in başarılı örneklerini verdiği sosyal dramların bir benzerini doğal karakterler, gerçek hayatın içinden çekilip alınmış görünen diyaloglar ve güzellik ve güç fetişisti sinemanın hep ihmal ettiği yaşlı karakterler üzerinden anlatıyor başarılı bir şekilde. Filmin yavaş ve kötümser havası hikâyeyi herkes için çekici kılmayacak ama sıradan insanlar arasında yaşanan bu sıradan hikâye yaşlanmak, birey olmak ve ilişki kurabilmek yeteneği üzerine alçak tondan ama etkili söylemleri ile sıkı sinemaseverler için hayli keyifli olabilir. Sigur Ros grubundan Kjartan Sveinsson’un başarılı müziğinin de yardımı ile film sinema perdesinde şov değil insanı görmenin derdinde olanlar için.
(“Volcano”)

Kıyıda (Sur la Planche) – Leila Kilani : Faslı yönetmen Kilani’nin ilk uzun metrajlı filmi bu Kuzey Afrika ülkesinde yaşayan bir genç kızın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullardan kendisini kurtarmak için giriştiği çabanın hikâyesini düşük bütçeli filmlerin havasında ve gerçekçi bir atmosfer içinde anlatıyor. Kahramanın çalıştığı karides temizleme fabrikasındaki parlak ışık ve beyazlığın hayli çarpıcı olduğu ve ancak ölmemeyi sağlayacak ücretler karşılığında zenginlerin lüksü için çalışanların yoksulluğunu vurguladığı film uzun olmayan süresine rağmen hikâyesini daha kısa sürede anlatabilirmiş görüntüsünü de taşıyor ve bunun da göstergesi olduğu bir olgunluk eksikliği taşıyor belki ama insanların yaptıklarının sonucu olarak ortaya çıkan iyi ve kötü görüntülerinin içinde bulundukları koşullar tarafından çizildiğini ve özellikle refah içinde olmayan toplumlardaki bireylerin hayatlarının zorluğu ve ucuzluğu üzerine etkili bir hikâye aktarmayı başarıyor. Baş oyuncusu Soufia Issami’nin başarılı oyununa da dikkat edilmeli.
(“On the Edge”)

Yüzü Olmayan Gözler (Les Yeux sans Visage) Georges Franju : 60’lı yıllardan gelen gerçek bir klasik. Franju’nun bu korku atmosferli dramını tam da yüz naklinin hayli konuşulduğu günlerde seyretmek ilginç bir tesadüf oldu. İpin ucunu kaçırmış bir deli doktorun bu hikâyesinin, filmin İkinci Dünya Savaşının etkisini hâlâ taşıyan yıllarda çekildiği düşünülürse, hem tıbbi deneylerde insanlara yapmadıklarını bırakmayan Nazi doktorları çağrıştıran kahramanının soğukkanlı tavrı ile hem de o döneme göre hayli sert (bugünün seyircisi için ise oldukça yumuşak) ameliyat sahneleri ile dikkat çektiğini belirtmek gerek. Doktorun uğruna başka genç kızların harcandığı kızının içinde bulunduğu ikilemi ve sessizliğini ise yine Nazi çağrışımından yola çıkarak Hitler dönemi Almanya’sının halkının tavrı ile örtüştürmek mümkün. Korku dolu bir atmosfer içinde şiirselliğin nasıl çarpıcı olabileceğini hatırlatan o eski siyah beyaz klasiklerden.
(“Eyes Without a Face”)