Umut Dünyası – Safa Önal (1973)

Umut_dunyasi“Ümidini kes artık! Zeynep yok, dönmeyecek. Gitmekle sana iyilik ettiğini sanıyor o budala. Senin iyiliklerine karşılık fedakârlık yaptığını sanıyor. Belki de haklı…”

Avustralya’ya işçi olarak gitme hayali kuran genç bir adam ile onun evine sığınmak zorunda kalan kimsesiz bir genç kadının hikâyesi.

Türk sineması için yüzlerce senaryo yazan Safa Önal’ın bu kez hem yazıp hem yönettiği bir film. Afişindeki “Bu normal bir aşk filmi değildir” ibaresini yüzde yüz doğrulayan bir içeriği olmasa da, 1973 yapımı filmin klasik Yeşilçam anlayışına kimi yönleri ile uzak durduğunu söylemek gerekiyor. Başrollerdeki Tarık Akan ve Necla Nazır’ın (24 ve 17 yaşlarındaki halleri ile) birbirlerine çok yakışan bir ikiliyi oynadıkları filmde özellikle Tarık Akan’ın oyunu da hayli dikkat çekiyor. Safa Önal’ın ustası olduğu edebî dilden bu kez çoğunlukla uzak durmayı seçmiş göründüğü filmin hikâyesi de dönemin örneklerinden çoğunlukla farklı ilerliyor ama kimi önemli problemlere de sahip, özellikle “politik” açıdan.

Yalçın Tura’nın, taşıdığı yerel ve hüzünlü motifler ile filme hayli yakışan müziği eşliğinde anlatılan hikâye genç bir işçinin kendisi için kurduğu bir hayali, Avustralya’ya gidip işçi olarak rahat bir yaşam kurma hayali bu, gerçekleştirmek için çalışırken karşısına çıkan genç bir kadınla yaşadığı aşkın bu hayalini olumlu ve olumsuz olarak etkilemesini getiriyor karşımıza. Almanya’nın hâlâ popüler bir göç hedefi olduğu 1973 yılında, ülkenin gündemine yeni giren bir ülkeydi Avustralya ve dönemin çok satan gazetesi Günaydın’da yayımlanan Ertuğrul Akbay röportajı “Avustralya’da 150 Bin Türk” gazeteye ciddi bir tiraj artışı sağlamıştı. Filmde de bu röportajın basılı olduğu gazeteler elden ele dolaşıyor ve pek çok yoksulun “umut dünyası”nın önemli bir parçası oluyor. Safa Önal’ın dönemin önemli bir konusunu üstelik gerçek bir gazete röportajı üzerinden hikâyesine yedirmesi “Yeşilçam dışı” bir davranış ve filmi de özel kılan durumlardan biri. Nerede ise ütopik bir ülke olarak hayal edilen Avustralya’yı ve oraya göç etme hayalini senaryosuna ustalıkla eklemlemiş Önal. Bunu yaparken gerçekçilikten de çok az kopmuş dönemin Yeşilçam’ı ile kıyaslandığında. Duvarlarında siyasî parti sloganlarının yazılı olduğu sokaklar, mahallelerin yazlık sinemaları, İspanyol paçalı dar pantolar vs. günlerinde İstanbul’da geçen hikâyede Safa Önal hemen hiç pot kırmadan (ünlüleri tanıyarak kameraya bakan halk gibi) çekmeyi başardığı dış sahneler ile de artan bir gerçekçilik duygusunu elde etmeyi ve hikâye boyunca da korumayı başararak önemli bir iş yapıyor. Zaman zaman kamera ile İstanbul’u bir tepeden görüntülediği/taradığı anlar ise iyi niyetli ama sinema dili olarak yetersiz ve filmin gerçekçiliğini ve hikâyenin “yoksul çoğunluğun” dünyasına göz atan bakışını zenginleştirme açısından bir fırsatın kaçmasına neden olmuş.

Safa Önal’ın senaryosu dükkanında rakı içen esnaf gibi bugün görmemiz pek mümkün olmayan bir mahalle resmi de çiziyor bize ve burada yaşayanların dayanışmasını da tipik bir Yeşilçam geleneği olarak kutsuyor. Buna karşılık “mahalle baskısı” konusunda pek de doğru bir tutum alamamış gibi görünüyor film. Evlenmeden birlikte yaşayan gençlerin “ahlâksızlığı”ndan (mahallelinin düşündüğünün aksine ellleri bile birbirine değmemiştir oysa!) rahatsız olan komşuların evleneceklerini öğrenince tavırlarının yüz seksen derece değişmesini nasıl anlatması gerektiğini bilememiş gibi görünüyor Önal. Kısa bir an için komediye başvursa da daha sonra tamamı ile unutuyor bu konuyu ve adeta ilk tepkisel tavırlarını da doğrularcasına, komşuların evlilik haberinden sonraki desteklerini öne çıkarıyor. Özetle, mahallenin ahlâk anlayışındaki ikyüzlülüğün (“Erkek adam karda yürür izini belli etmez; kendine laf getirmez”) arkasında durmuş oluyor hikâye. Safa Önal’ın filmin iki patron karakterinden Türk olanını başta onca huysuz ve acımasız göstermesine rağmen sonradan sevimli bir adama dönüştürürken, gayrimüslim olanını göründüğü iki sahnede de şeytansı olarak yansıtmasını da rahatsız edici bir tercih olarak not etmek gerekiyor. Evsahibinin çocuğu karakterinin hiçbir işlevi olmadan senaryoda onca yer alması (bir Almancı çiftin bakılması için babaanneye bıraktığı bir karakter olarak, hikâyedeki Avustralya’ya göç ile bağlantısının kurulması düşünülmüş ama sonra unutulmuş gibi görünüyor bu niyet) veya düğün sahnesinin gereksiz bir şekilde uzun tutulmuş olması da senaryonun problemleri arasında yer alıyor.

Safa Önal’ın yönetmen olarak filme özel bir katkısı -dış mekan çekimleri dışında- pek yok gibi görünse de mizansen anlayışının masum ve zarif bir aşkı anlatmak için doğru tonlara sahip olduğu söylenebilir. Mezarlık sahnesinde ney sesi kullanmak gibi Yeşilçam klişelerinden -herhalde bunun yapmamanın bir günah olduğunu düşünen Yeşilçam’da var olmuş bir isim için normal kabul etmeli bunu- kaçınamamayı bir kenara koyarsak, trajik bir olaydan sonra genç adamın karısını hayata tekrar bağlamak için yaptıkları, başta restorandaki tüm sahne olmak üzere epey etkileyici ve Önal’ın yönetmen ve senarist olarak başarı hanesine eklenmesi gerekiyor bu anların. Tarık Akan da başta sözü geçen bu sahne olmak üzere masum, sevecen, mahçup ve yürekli bir delikanlı olan karakterini samimi ve sıcak bir performans ile canlandırarak filmin başarısına çok ciddi bir katkı sağlıyor ve seyirciyi kendi umut dünyasının parçası yapıyor etkileyici oyunu ile. Finali ile de farklı (ki aslında daha da radikal bir farklılığı kaçırmış film, hikâyeye ille de bir son verme kuralına uyduğu için) olan bu Yeşilçam yapımı görülmeyi hak ediyor kesinlikle.