Geu-hu – Sang-soo Hong (2017)

“Evin yolunu temelli unuttun herhalde. Neden peki? Korkuyor musun? İkiniz çok güzel iş çevirdiniz, oyuncu falan olsanıza. Kendinden başka hiçbir şeyi düşünmüyorsun. Seks bağımlısı pislik! İkiyüzlü! Beni kandırabileceğinizi mi sandınız? Pis şeytanlar!”

Eski asistanı ile ilişkisi olan evli bir yayınevi sahibinin sevgilisinin yeni asistanı olduğunu zanneden eşinin verdiği tepki ile gelişen olayların hikâyesi.

Sang-soo Hong’un yazdığı ve yönettiği bir Güney Kore yapımı. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan, Fransız sinema dergisi Cahiers du Cinéma’nın 2017’de yılın en iyi beşinci filmi seçtiği yapıt Hong’un filmlerine aşina olanların, sadece 4 ana karakterden oluşan kadrosu ve “basit” hikâyesi ile hemen ısınacağı, insan karakteri üzerine hafif bir komedi de barındıran anlatımı ile o küçük ve önemli sinema eserlerinden biri. Uzun planlar ve yine uzun sahneler, zaman zaman doğaçlama havası barındıran diyaloglar ve başta yayınevi sahibi Bongwan’ı canlandıran Hae-hyo Kwon olmak üzere tüm kadronun doğal ve sade performansları ile ilgi çekici bir film bu ve yönetmenin tüm o sadeliğin içinde klasiklerin eski usul sade kamera hareketleri ile yarattığı farklılık da önemli. Özetle, küçük ve önemli yapıtlardan biri Hong’un 2017 tarihli filmi.

Filmleri 4 kez Altın Palmiye için yarışan, 4 kez de “Belirli Bir Bakış” bölümünde gösterilen (ve 2010’da “Hahaha” ile bu bölümün ödülünü kazanan) Sang-soo Hong Cannes’ın gedikli isimlerinden biri. Onun küçük hikâyelerinin Cannes’da hep ilgi görmesinin temel nedenlerinden biri hikâyelerinin sahiciliği olsa gerek. Adam, karısı, eski asistanı olan sevgilisi ve yeni asistanı arasında dönen bu hikâye de benzer bir sahiciliğe sahip. Hong dört karakteri adeta dünyadan tamamen soyutlayan bir mizansen ile bizi onların hayatlarının içine bırakıyor. Sadece sesini duyduğumuz taksi şoförü ve son sahnede kısa bir süreliğine karşımıza gelen motosikletli servis elemanı dışında iç veya dış, gece veya gündüz tüm sahnelerde karakterler kendilerinden başka kimsenin olmadığı boş caddelerde, bir evde, bir restoranda veya bir iş yerinde (filmin tüm mekânları da bunlarla kısıtlı) karşı karşıya geliyor ve konuşuyorlar. Bu seçim kendinizi oldukça özel (kişisel anlamında) bir ortamda hissetmenize yol açarkan, sizi de bu dört insanın yaşadıklarının ve hissettiklerinin parçası yapıyor. Oldukça konuşmalı bir hikâye bu: Büyük bir kısmında Bongwan’ın mutlaka olduğu sahnelerde karakterler suçlama, sorgulama (ilişkiyi, hayatın anlamını, inanmayı vs.), aşk, şüphe gibi temalar üzerine konuşuyor ve davranışlarda bulunuyorlar. Sang-soo Hong’un sade ve karakterlerin doğalarını akıllıca ortaya koyan diyalogları -oyuncuların da katkısı ile- bu sahneleri kesinlikle çekici ve -hikâye ilerledikçe- eğlenceli de kılıyor.

Özellikle 1940 ve 50’li yılların filmlerinden tanıdık gelecek bir kamera kullanımı var filmin. Siyah-beyaz tercihi ile birlikte böylece filme nostaljik bir hava sağlamış yönetmen ve eski dönemlerin yavaş ve “kaba” zumları ile yukarıda bahsedilen konuşma sahnelerine bir canlılık katmış. Pek çok sahne tek çekimle gerçekleştirilmiş ve kamera rastgele görünen bir şekilde karakterlerin birinden diğerine kayarken, kritik anlarda onlardan birine zum yapıyor. Konuşmaların büyük bir kısmı adamın ilişkisi ve bunun sonuçları üzerine kurulu ama onunla yeni asistanı arasındaki ve kadının “Neden yaşıyorsunuz” sorusu ile başlayanda olduğu gibi inanmak, gerçeklik, hayatın anlamı gibi konulara kayanı da var hikâyede. Tüm bunlarla birlikte hikâyenin, üç kadınla da ilgisi olması nedeni ile odağına aldığı karakter olarak görebileceğimiz Bongwan’ın bir erkek olarak davranışları ve bu davranışlarının altındaki çocuksu bencilliğinin öne çıktığını söylemek gerekiyor. Aldatan, yalan söyleyen, sahip olduğu hiçbir şeyden vazgeçmek istemeyen ve kendini kurtarmak için başkalarını tehlikeye atmaktan (en azından yalanının kurbanı yapmaktan) çekinmeyen adamın tavırları ve kararları etkiliyor diğerlerini ve hikâyenin gidişini. Artık yetişkin olduğunun farkına varmayan ve sadece arzuları, korkuları ve bencilliği ile hareket eden adam hikâyenin eğlencesini de yaratırken, Sang-soo Hong’un doğal karakterler yaratmaktaki başarısının da bir başka örneği oluyor.

Yönetmenin kendi eseri olan ve hikâyenin kritik anlarında duyduğumuz, klasik havalı synthesizer melodisi bir trajedi seyrettiğimizi ima ediyor ama yanıltıcı gibi görünse de aslında çok doğru bir seçim bu melodi. Ağlamalar, öfkeler, endişelerle dolu bu hikâyenin kırılma anlarında kulağımıza gelen müzik atmosferin algılanmasına güçlü bir şekilde yardımcı oluyor. Müziğin kurulmasına ve bize aktarılmasına katkı sağladığı atmosferi ile bu hikâye bir soap operanın çok kısa bir versiyonu gibi görülebilir ve hatta yönetmenin özel hayatı ile de ilişkilendirilebilir (Sang-soo Hong evlilik dışı ilişkisinin ortaya çıkması üzerine 2016 sonunda boşanmak için mahkemeye başvurmuş). Evet basit bir hikâye bu ama tıpkı Éric Rohmer filmlerinde olduğu gibi birkaç karakter üzerinden insan doğası ve -iyi ve kötü anlamlarda- acizlikleri üzerine düşünmeye çağırıyor bizi ve bunu yaparken hep koruduğu sahiciliği ile göz dolduruyor. İhanet veya yanlış anlamalar gibi daha önceki filmlerinde de ele aldığı temalar üzerinden ilerlemeye devam eden Hong özellikle erkek egosu üzerine ilgiyi hak eden bir yapıt koyuyor ortaya. Mizah dozunun düşük olması çekiciliğini bir parça azaltmış gibi görünse de çalışkan yönetmenin bu minimalist olarak tanımlayabileceğimiz filmi kesinlikle görülmeyi hak eden bir çalışma.

(“The Day After” – “Ertesi Gün”)

Yeojaneun Namjaui Miraeda – Sang-soo Hong (2004)

“Yak beni! Yak beni! Biri beni yaksın!”

Güney Kore’den iki erkek ve bir kadının ilişkiler, seks ve bencillik ile örülü hikâyeleri.

İnsan ilişkileri, aşk, iktidar, anılar ve zayıflıklar üzerine genellikle tek planlı uzun çekimler, uzun diyaloglar ve samimiyet ile anlatılan bir film. Sık sık karın eşlik ettiği “temiz” ve sade bir görüntü yönetimi olan film zaman zaman sıra ile çekilmiş duygusu veren ikili/üçlü diyalog sahnelerinden oluşuyor ve bu minimalist tavrı ile bazı seyirciler için monoton bir görüntü verebilir.

Oyunculukların da oldukça sade olduğu filmde duygusal tepkiler bile belli bir ölçünün içinde aktarılıyor ve “tecavüz sonrası”, “terketme” gibi büyük duyguların tetikleyicisi durumlar bile alçak gönüllü bir tarz ile, diyalogların içinde ister doğrudan ifade edilsin ister isterse cümlelerin ardına gizlensin, ve hep bir sakinlik içinde aktarılıyor. Küçük ve sıradan saçmalıkların, rol oynamaların ve komikliklerin hâkim olduğu bir film için doğru bir tavır bu ama kimi zamanlar keşke bu sıradanlığı bir parça daha çekici kılacak ve zenginleştirecek bir “hareketlenme” olsa diye de düşündürtmüyor değil.

Adı ile de kadınların yanında bir yer tutan film insanların ve özellikle erkeklerin mutsuzluklarını atlatmak içinde seks peşinde koşmalarını ve aslında bu duyguyu aşmaya değil sadece görmemeye çalışmalarına da dokunuyor. Keyifli bir müzik, hayatlarımızın gerçekten içinde olan kadar sıradanlık ve hüzün/mizah karışımına sahip olan film ilişkiler ve sıradanlık maskesi ile örtülen küçük zavallılıklarımız üzerine bir çalışma. Garson kız ile flört sahnelerinde olduğu gibi tüm erkeklerin “aslında aynı” olduğunu da söyleyen film özellikle küçük filmlerden hoşlananlar için. Bir arkadaşa hediye olarak yeni yağmış ve henüz insan eli (daha doğru bir deyişle ayağı!) değmemiş karda ilk yürüyen olma hakkının verildiği bir film sadece bununla bile ilgiyi hak ediyor aslında.

(“Woman is the Future of Man” – “Kadın Erkeğin Geleceğidir”)