Endişe – Şerif Gören / Yılmaz Güney (1974)

“Çalışmayıp, yürüyüşe geçeceğiz”

Mevsimlik pamuk işçisi olarak çalışmak üzere Güneydoğu’dan Adana’ya gelen bir adamın yoksulluk, ağa baskısı ve kan davası nedeni ile ödemek zorunda olduğu paranın yükü altında kalmasının hikâyesi.

1975’te Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Film, Senaryo, Yönetmen, Erkek Oyuncu ve Görüntü Yönetmeni dallarında ödül alan bir Türkiye yapımı. Afiş ve jeneriğinde Yılmaz Güney’in adı verilse de, senaryonun aslında -jenerikte adı “senaryo yardımcısı” olarak geçen- Ali Özgentürk tarafından yazıldığı söylenen filmin yönetmenliğini Şerif Gören yapmış. Filmin Özgentürk ve Gören’in senarist ve yönetmenliğine rağmen bugün pek çok kişi tarafından bir Güney filmi olarak bilinmesinde sanatçının sinema gücünün yanında, işte biraz da onun bu gücünden yararlanmak kaygısı ile, tanıtımlarda onun isminin öne sürülmesinin önemli bir payı var kuşkusuz. Yoksul bir tarım işçisinin, yaşadığı ülkenin ve dönemin gerçeklerinin altında ezilip kalmasını “halk sineması” olarak adlandırabileceğimiz bir dil ile anlatan film, belgeselden trajediye değişen farklı yaklaşımları bir araya getirmeyi başaran, politik olmaktan kaçınmak bir yana onu asıl amaç edinen ve sanatçının / sanatçıların yarattıkları esere inandıkları ve ruhlarını kattıklarında ortaya çıkan sonucun yaratıcı ve etkileyici olmasının kaçınılmazlığını gösteren güçlü bir çalışma. Kimi eksiklikleri olsa da, sinemamızın yüz akı örneklerinden biri bu yapıt.

Yeni Sinema Dergisi’nin düzenlediği ve 1970 – 1980 arasını kapsayan ankette en iyi 8. yerli film seçilen “Endişe”, VideoSinema Dergisi’nin 1975 – 1984 arasını kapsayan ve sinema yazarlarının katıldığı ankette yine 8. gelmiş. Film 1975’te Yılmaz Güney’in Altın Portakal’a ismi ile tam anlamı ile dalga vurmasının da nedenlerinden biri olmuştu. İlk üçte sırası ile “Endişe”, “Arkadaş” (Yılmaz Güney) ve “Zavallılar” (Güney ve Atıf Yılmaz) yer alırken, “Endişe” Erkek Oyuncu (Erkan Yücel), Yönetmen, Senaryo ve Görüntü Yönetmeni (Kenan Ormanlar) ödüllerini de kazanmıştı. Güney’in sinemacı ve politik bir isim olarak halk tarafından çok beğenildiği yıllardı 1970’ler ve o da sinema sevgisini, yeteneğini ve politik duruşunu oldukça ideal bir şekilde bir araya getiren yapıtlarla halkın sevgisine tam bir sanatçı karşılığı vermeyi başarmıştı. İşte tam da onun bu üstün “karizması”, bazı eserlerinin özellikle yönetmenlik ve senaryo çalışmalarının asıl sahibi ya da sahiplerinin kim olduğu konusunda bugüne kadar süren tartışmaları, iddiaları ve efsaneleri de (Cannes’da Altın Palmiye alan “Yol”u Güney hapiste olduğu için Şerif Gören yönetmişti ama Güney’in hapishanenin penceresinden attığı talimatlarla onu yönlendirdiği hikâyeleri gibi) beraberinde getirdi. “Endişe” özelinde bakarsak, bu karmaşayı daha iyi anlatabiliriz: Yönetmen olarak jenerikte ve afişte Güney’in adı geçiyor, Altın Portakal’ın resmî sitesinde yönetmenlik ödülünün sahibi olarak Gören’in adı var ama aynı sayfada filmin isminin yanında parantez içinde yönetmen olarak Güney’in de adı yazılmış). Güney Filmcilik’in (Yılmaz Güney’in kurduğu yapımcılık şirketi) resmî sayfasında ise yönetmen olarak iki isme de yer veriliyor. Senaryonun sahipliği konusunda da benzer bir karmaşa görüyoruz. Afişte Güney’in adı yer alırken, jenerikte de onun adı var; Ali Özgentürk ise “Senaryo Yardımcısı”olarak yazılmış. Festivalin ve Güney Filmcilik’in sayfalarına göre de senaryoyu yazan Yılmaz Güney. Ali Özgentürk ise yönetmenliği Şerif Gören’in yaptığını, senaryoyu tıpkı “Sürü” filminde olduğu gibi kendisinin yazdığı söylüyor net bir şekilde. Çekimler sırasında Adana’da işlediği cinayet nedeni ile hapse giren Güney’in adının öne çıkarılmasının nedeninin dağıtımcıların ısrarı olduğunu belirten Özgentürk şöyle demiş Habertürk’e: “Filmin senaryosunu yazabilmek için 3 ay boyunca pamuk işçiliği yaptım. Zihnimdeki hikâyeyi gözlemlerimle besleyip 3. ayın sonunda senaryoyu tamamladım. Filmi aslında Yılmaz Güney yönetecekti ama cinayetten dolayı hapse girince yönetmenliği Gören üstlendi. Dağıtımcılar, afişte Yılmaz Güney’in adının olmasıyla filmin daha fazla ilgi göreceğini söyleyince yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Hem filmin selâmeti hem de zor durumdaki bir arkadaşa yardım söz konusuydu”. Anlaşılan Güney’in hikâyeye katkısı asıl olarak fikri yaratmak ve temel akışı oluşturmakla sınırlı kalmış ama senaryoyu, bir metin olarak düşünürsek, yazan Özgentürk olmuş.

Arşiv ve tarihsel gerçekler açısında önemli olan tüm bu tartışmalar aslında çok önemli bir durumun da kanıtı: Güney’in sanatçı olarak gücünün ve etki alanının ne kadar baskın olduğunu anlıyoruz bu karmaşık durumdan. Güney’in o fikri ve yönlendirmeleri olmasa senaryo ve yönetmenlik çalışmaları en azından daha farklı (daha iyi ya da daha kötü anlamında değil) bir boyut ve içerik kazanırdı; oysa işte “Endişe” örneğinde olduğu gibi her karesinde Güney’in varlığını hissedeceğiniz bir yapıt çıkmasını sağlıyor onun gücü. Sanatçının ele aldığı hikâyeye, karakterlere, mekânlara, döneme ve toplumsal koşullara hâkimliğinin izlerini taşıyor bu film de ve hikâyesini politik bir çerçevede, inanarak ve severek anlatmasının doğal başarısını yakalıyor. Bir halk sineması naifliği ve filmin özellikle ilk yarısında daha da belirgin olan belgeselci yaklaşımı Güney’in diğer yapıtlarında olduğu gibi “Endişe”de de halk için ve halkı anlatan bir sanat eserinin doğmasını sağlıyor.

Filmde Engin Karabağ ile birlikte yardımcı yönetmen olarak görev alan Ömer Vargı’nın çektiği siyah-beyaz fotoğraflar kullanılmış jenerikte. Mevsimlik işçilerin çocukları, yüzlerinde uçuşan sinekler ve yaralarla; hüzünlü, şaşkın ve ağlamaklı bakışlarla gösteren bu fotoğraflar jenerik bitiminde tek başına canhıraş bir şekilde ağlayan bir çocuğun renkli görüntüsüne bağlanıyor ve hikâye başlıyor. Yoksulluğu ve geri kalmışlığı her hâlinden belli olan bir köydeki evin penceresinden üç erkek dışarıdaki bu çocuğa bakıyor ama kıprdamıyorlar yerlerinden; çünkü onlar kan davalı oldukları bir adamın, hikâyenin kahramanı olan Cevher’in peşindedirler ve canını ya da onun yerine geçecek kan parasını istedikleri o adam çocuğu kurban olarak göndermiştir onlara ama amacına ulaşamayacaktır Cevher. Buradan Adana’nın pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak çalışmak üzere kamyonların arkasında tıka basa yolculuk edenlerin görüntüsüne geçiyoruz. Cevher de ailesi ile onların arasındadır ve araç plakalarından ve konuşmalardan bu işçilerin Gaziantep, Urfa ve Hatay’dan oralara gittiklerini anlıyoruz. Bu açılış sahnelerinde çok az diyalog kullanan ve 1970’lerin politik filmlerinde sıkça gördüğümüz gibi kameranın halkın yüzlerini uzun uzun görüntülediği film pamuk tarlalarına giden yol boyunca hiç sözünü etmeden, sadece görüntülerle bize Adana’nın sahibinin kim olduğunu gösteriyor: Sabancı Ailesi. BOSSA, SASA, PİLSA, MARSA VE YAĞSA fabrikaları tabelaları ve tüm heybetleri ile yolculuğun ayrılmaz görüntüsünü oluştururken, işçilerin yoksulluğu ile patronların / ağaların zenginliğinin bir aradalığının ve adeta birbirlerinin nedeni olduğunun da altını çiziyorlar. Adana şehir tabelasında şehrin adındaki “Na” hecesinin üzerinin karalanarak, “Sa” ile değiştirilmiş olması ise -gerçek midir, yoksa film için mi yapılmıştır bilmiyorum ama- bu vurgunun esprili ve kuvvetli bir örneğini oluşturuyor.

Karakterleri yavaş yavaş tanıdığımız ilk bölümlerde Gören / Güney sık sık bir belgeselci tutumu takınıyorlar. Çadır demeye bin şahit isteyen “şey”lerin kurulması, kadın ve çocukların günlük hayatları, erkeklerin arka planda hep açık olan radyodan gelen haberler eşliğinde sohbetleri vs. mevsimlik işçilerin bugün belki görünürde değişmiş ama içerik olarak aynen devam eden hayatlarının içine sokuyor bizi. Bu sahnelerde filmin, hikâyesini anlattığı insanların yanında durduğunu ama onları abartılı “halkçılık” övgüleri ile süslemek yerine, oldukları gibi anlatmaya çalıştığını görüyorsunuz ki bu da elbette ayrı bir değer. Hükümetin pamuk fiyatlarını açıklamasını merak ve endişe içinde bekleyen işçileri direnişe götüren sürecin gelişimi de oldukça inandırıcı bir şekilde hikâye edilmiş. Cevher’in bireysel endişesinin, parçası olduğu grubun endişeleri ile de örtüşmesi ama onun farklı seçimler yapmak zorunda kalmasını da tüm boyutları ile hissettiriyor senaryo ve onu da -en azından- anlamaya çalışmaya tevik ediyor seyirciyi. İşçilerin çadır kurduğu yere gelen “seyyar sinemacı”, karakterlerden birinin çalışmayı hayal ettiği fabrikanın mekân ve kavram olarak varlığının hissettirilmesi, kadının meta olarak değerinin olayların göbeğinde olması ve, o dönemde ve o bölgede yaşanan hayatın yoksulluktan sömürü düzenine, kan davasından başlık parasına uzanan farklı baskı ve eziyet kaynakları ile örülü olması da bir “Yılmaz Güney filmi”nden beklenmesi gerektiği gibi tüm etkileyicilikleri ile bu gerçekçi hikâyenin parçası olmuşlar.

Sinemamızın ve genel olarak sanat dünyamızın çok erken kaybettiği bir isim olan Erkan Yücel’in Antalya’daki ödülünü gerçekten hak ettiğini gösteren ve ustalıklı bir yalınlıkla süslü performansının dikkat çektiği filmde Kamran Usluer’in yardımcı oyunculuğu da oldukça başarılı. Filmin bu ve diğer birkaç profesyonel oyuncuyu çoğunluğu ilk ve son sinema deneyimlerini yaşayan amatör isimlerle uyumlu bir şekilde kullanabilmiş olmasını da eklemek gerekiyor çekici yanlarına; çünkü sinemamızın en iyi niyetli denemelerinde bile çoğunlukla aksayan bir başlıktır amatör oyuncular ve burada bir iki ufak problem dışında iyi bir iş çıkarıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte tüm bu oyuncular bir halkın, özellikle de Cevher karakterinde yoğunlaşan endişelerini elle tutulur hâle getirerek, filmin adınının hakkını veriyorlar. “Kışını, kanını ve borcunu” kurtarmak gibi güç bir işi olan Cevher’in “endişe”sini seyircinin karşısına dev bir boyutta koyabiliyor böylece Gören ve Güney ikilisi.

Tarımdaki makineleşmenin ek bir endişe kaynağı olarak işçilerin karşısına çıkmasının arada kaynamış göründüğü filmin Şanar Yurdatapan ve Attila Özdemiroğlu imzalı müzikleri ise hikâyeye yerel motiflerle süslü melodileri ile renk katıyor ama Batılı havalara saptığında sanki o karakterlere ve öyküye yakışmıyor gibi duruyor. Bu ikilinin aynı yıl bir başka Yılmaz Güney filmi olan “Arkadaş” ile Antalya’da ödül almasını ilginç bir not olarak hatırlatabileceğimiz filmin Kenan Ormanlar imzalı görüntüleri ise çerçevelemeleri ve ne zaman hareketli ne zaman sabit kalacağı kararlarının ustaca verilmiş olması sayesinde filmin en önemli artılarından biri kesinlikle. Tüm bir final sahnesinin bir yandan hikâyenin mesajını çok iyi özetleyen içeriği, bir yandan da kurgusu ve biçimselliği ile çarpıcı güzelliğinde bu çalışmanın önemli bir payı var.

Şehirdeki fabrikada çalışma hayali kuran karaktere, pamuk tarlalarındaki düzen kast edilerek sorulan, “Orada işler farklı mı?” sorusu üzerinden sömürü düzeninin şehir ve köy dinlemediğini, çözümün dayanışma ve birlikte hareket etmede (sendikalaşma, grev, sınıf bilincine kavuşma) olduğunu hatırlatan ve bugün de fazlası ile anlatılma ihtiyacı bulunan ama popüler sinemamızın hiç yüz vermediği ülke gerçeklerini çekincesizce dile getiren bir film bu. Yılmaz Güney’in açılış sahnesinde kamyondaki işçilerden biri olarak karşımıza çıktığı ama işlediği cinayetten sonra yerini Erkan Yücel’in aldığı söylenen yapıtta Güney’in seyyar sinemacının sinema kutusundaki filmlerde de “Yılmaz Güney” olarak karşımıza çıktığını ve bu göndermenin kesinlikle doğal (sanatçının Çokurova’da o dönemdeki popülaritesini hatırlayalım) ve hoş bir oyun olduğunu da söyleyelim.

Feodalizmin sömürüsünün yerini yavaş yavaş kapitalizminkine bıraktığı bir dönemde toplumsal ve bireysel (ya da en azından öyle görünen) olanların iç içe geçtiğini anlatan ve her sorunun bir sınıf boyutu olduğunu -bir kez daha- hatırlatan filmde ağa rolünde karşımıza çıkan Mehmet Eken Çukurova yöresindeki çiftlik sahiplerinden biri ve Güney’in de yakın arkadaşıymış. Toplam iki filmden oluşan oyunculuk kariyerindeki diğer yapıt da yine bir Yılmaz Güney filmi “Umut” olan Eken çekimler sırasında epey yardımcı da olmuş film ekibine ve kendi sınıfını eleştiren bir yapıtın yaratılmasına destek vermiş. Filmle ilgili bir başka not da Erkan Yücel’in kazandığı Altın Portakal’ı DİSK bünyesindeki Toprak-İş Sendikası’na “Ben sizden ilham aldım, sizler bana öğrettiniz; bu ödül işçilerin, köylülerin hakkıdır” sözleri ile vermiş olması. Güney’in, çekimleri Türkiye’de gerçekleştirilen bir filmdeki son görüntüsüne de (açılışta kamyon arkasındaki işçilerden biri ve Erkan Yücel’e devretmek zorunda kaldığı Cevher rolünde) sahip olan film sinemamızın görülmesi gerekli özgün, dürüst ve önemli örneklerinden biri kuşkusuz.

Sen Türkülerini Söyle – Şerif Gören (1986)

“Allahaısmarladık. Her zaman alnınız açık, başınız dik olsun. Oğlunuz utanılacak hiçbir şey yapmadı”

12 Eylül darbesinde atıldığı cezaevinde yedi yıl kaldıktan sonra evine dönen bir adamın eski dava arkadaşlarını ziyaret etmesinin ve her şeyin değiştiğini anlaması ile yaşadığı hayal kırıklığının hikâyesi.

Senaryosunu Şerif Gören ve Turgay Aksoy’un yazdıkları, yönetmenliğini Gören’in üstlendiği bir Türkiye yapımı. “12 Eylül filmleri” olarak sınıflanabilecek sinema eserleri 1986’dan itibaren peş peşe çekilmeye başlanmış ve bu film de ilk örneklerden biri olmuştu. Uğrunda savaştığı ideallerin unutulduğu, Özal ve Evren liderliğinde hızla “liberalleşen” ülkede toplumcu ve dayanışmacı duyguların yerini bireyci ve rekabetçi anlayışa bıraktığı ve eski mücadele arkadaşlarının bu yeni düzene hızla uyum sağladığı bir dünyaya dönen bir politik mahkûmun şaşkınlığı, hayal kırıklığı ve anlama çabasını anlatan film konusu ile çok ilgi çekici ama -sinemanın video salgını nedeni ile içinde bulunduğu zor günlerin de etkisi ile- bu çekiciliği yeterince güçlü bir sinema dili ile değerlendirememiş bir çalışma. Yine de türünün ilk örneklerinden biri olan film Türkiye’nin politik tarihinde çok önemli bir dönemi anlatması, örgütlerin darbe öncesindeki üyelerinin 12 Eylül’den sonraki zorunlu / gönüllü tercihlerini sorgulatması ve daha iyi bir dünya inancını yitirmek / korumak üzerine farklı davranışları net bir eleştirel dille karşımıza getirmesi ile önemli ve ilgiyi hak eden bir film.

Çağdaş Türkü grubunun 1986 tarihli “Bekle Beni” albümünde yer alan ve sözleri Yaşar Miraç’a ait olan “Rami Kışlası” şarkısının eşlik ettiği görüntülerle başlıyor film ve elinde küçük valizi ile evine dönen bir adamı (Kadir İnanır) izliyoruz. Kapı ve pencerelerden uzanan, merak ve tedirginlik dolu yüzlerin izlediği adama babası hiç yüz vermezken, annesi sevgi ile karşılıyor ve “Sana bir kötülük yaptılar mı?” diye soruyor oğluna. Adı doğrudan dile getirilmese de, işkencedir annenin sorduğu ve hikâye boyunca tekrarlanan bir görüntünün de kanıtı olduğu gibi bu kötülük yapılmıştır oğluna. Oğluna çok öfkeli olan babanın “Hak etmiştir!” tepkisi sadece onun değil, darbeyi sevinçle karşılayan sıradan insanların düşüncelerinin dışavurumudur aslında. Film tahliye olan ve kısa bir süre sonra Konya’ya iki yıllığına sürgüne gönderilecek adamın ailesi ile ilişkilerini de ele alırken, asıl olarak onun eski örgüt arkadaşlarını ziyaretlerini, onların yeni hayatlarını anlamaya çalışmasını ve ideallerin nasıl darmadağın edildiğini şaşkınlıkla ve hüzünle gözlemesini anlatıyor.

Film müzikleri olarak Çağdaş Türkü’nün şarkıları kullanılmış. Yukarıda anılan “Rami Kışlası” dışında, “Uyanıyor Ankara” ve “Kenar Mahallede Bir Pazar Günü”nün de aralarında olduğu şarkılar hikâyenin genel havasına uygun ve “Rami Kışlası”ndaki “Malatyalı, Vanlı, Muşlu / Bir Ranzada Kurumuş Üçlü” dizelerindeki üç mahkûm bir diyalog ile sınırlı kalsa da hikâyenin parçası olmuşlar. Şarkılar güzel ve uygun ama bir film müziğinden çok hikâyenin politik içeriğine dolaylı ve dolaysız katkıları ile zaman zaman fazlası ile doğrudan görünen bir hava yaratıyorlar. Hayri adındaki kahramanımızın komşu bir evin açık olan penceresinden sürekli gördüğü ve seslerini duyduğu müzisyenler Çağdaş Türkü’nün elemanları mıdır bilmiyorum (jenerikte herhangi bir bilgi verilmiyor bu konuda) ama tekrarlanan bu görüntü bir parça boşta kalıyor filmin farklı ögeleri gibi. Örneğin filmin başında karşımıza çıkan ve sonda da tekrarlanan merak ve korku dolu komşu yüzleri hikâyenin geri kalanı ile örtüşmüyor; çünkü örneğin -kendisini tanıyan- mahalle esnafı oldukça sıcak davranıyor adama.

Film Çağdaş Türkü’nün şarkıları ile dönemin yabancı müziklerini kulanım şekli üzerinden bir mesaj verme gayretinde. Yabancı şarkılar filmin eleştirdiği ve hikâyenin kahramanının rahatsız olduğu ögelerle birlikte kullanılmış hep ve bir yozlaşmanın ve bozulmanın sembolü olarak değerlendirilmişler; Çağdaş Türkü’nün eserleri ise kahramanımızın mücadelesinin, tüm o yozlaşma ile zıt bir noktada duran değerlerini işaret ediyorlar bize. Bir parça kolay ve kaba bir yöntem bu elbette ve böyle bir toptan sınıflama doğru bir yaklaşım değil. Yabancı bir parçanın kullanıldığı mayolu reklam çekimi sahnesi de benzer bir probleme sahip. Kadın vücudunun ve cinselliğin sömürüldüğü reklamlara, dönemin “liberal” değerlerine bir eleştiri amacı taşıyor bu sahne ama filmin kendisini Sibel Turnagöl’ü benzer biçimde kullanmaktan kendisini alamamış görünüyor ne yazık ki. Filmin afişlerinden birinde oyuncunun benzer biçimde sergilenmesi bunun bir diğer kanıtı.

Ana karakterlerin bir kısmına onları canlandıran (Sibel Turnagöl, Şerif Gören, Tunca Yönder vs.) oyuncuların isimlerinin verilmesi ilginç bir tercih olmuş. Bu oyuncuların oynadıkları karakterlerle benzer bir hikâyeye sahip olduğu ima edilerek hikâyeye bir gerçekçilik mi eklenmek istenmiş bilmiyorum ama sonuçta Turnagöl’ün mankenlik geçmişi veya Yönder’in reklam yönetmenliği (her ne kadar Yönder reklam sektöründe 1970’lerden beri çalışıyor olsa da) bir gerçek ve bu da oyuncular açısından cesur bir adım olmuş; çünkü örneğin Turnagöl bir kadın olarak gerçek hayatta da sömürüldüğünü söylemiş oluyor bize filmin bu tercihi ile.

Yönder’in reklam yönetmeni olarak fular takması gibi klişeleri de olan filmin senaryosunun bazı tutarsızlıkları ve gerçekçlik problemleri var. Örneğin bir sahnede “eski solcu, yeni reklamcı” adam Hayri’ye “Bak, Hayri, dünya çok değişti” diyerek onun ahlakçılığını ve “kadının mal olmaması” gibi inançlarını anlamsız ve eski bularak eleştiriyor ama önceki sahnelerden birinde film bize aynı Hayri’yi hayat kadınları ile birlikte olurken gösteriyor (Hayri’nin bu sahnedeki rahatsızlığını yaptığı şeyin yanlış olduğuna inanmasına vermek zor) ve hatta kadınları arabalarına aldıklarında en ufak bir itirazı olmadığı gibi, Kadir İnanır’ın yüzünde de koca bir gülümseme görüyoruz o anda. Beyoğlu’nun o dönemdeki popüler “entel” mekânlarından biri olan Papirüs’ü ve eski solcu yeni reklamcı, iş adamı vs.nin her gece orada takılmasını gereğinden fazla ve bir parça klişe biçimde kullanıyor hikâye. Hayri’nin hapishane arkadaşının kendisine emanet ettiği mektubu karısına götürdüğü sahnede de kadının mektubu onun (daha önce hiç görmediği bir erkeğin) yanında açıp okuması o sahnenin dramatik etkisi için doğru olmuş ama elbette hiç gerçekçi değil.

Kahramanımızın dramının (trajedisinin çok daha doğru bir ifade olabilir aslında) ülkenin yeni düzeni içinde ne kadar ayrıksı kaldığını gösteren önemli ve acıtan bir sahnesi var filmin. Tüm akrabaların hoş geldin demek için evde toplandığı sahnede geçmiş olsun ve nasılsın sorularının yapaylığı yerlerini kısa sürede toplumun yeni düzeninin göstergesi olan konuşmalara bırakıyor. O yıllarda sinemalara büyük bir darbe vuran video akımı ile ilgili konuşmalar örneğin, Hayri’nin o sırada hâlâ kulaklarında yer alan işkence çığlıklarına eşlik ederken, bir akraba çocuğunun ona merhaba dememesi bir çocuk huysuzluğundan çok daha başka bir şeyi, adamın bu yeni dünyada bir hep bir “yabancı” olarak kalacağını işaret ediyor. Evet, bir yabancı olacaktır eğer eski 3 dava arkadaşının seçimlerini tekrarlayıp bu yeni dünyanın değerlerini benimsemezse. Bizimkinin rakı, çay ve gazoz içmeye devam ettiği, diğerlerinin viski ve martiniye geçiş yaptığı bir dünyadır bu ve ya boğun eğecek ya da yok olacaktır.

Hayri’nin kendisini ihbar ederek yakalanmasını sağlayan adamla ilk karşılaşma ânını (bu karşılaşmanın gerçekleştiği yer kilit bir öneme sahip davaya ihanetin şiddetini göstermesi açısından) ve daha sonra muhbirin kapıldığı korkuyu çok iyi anlatmış Şerif Gören ve benzer başarıyı başka sahnelerde de göstermiş. Örneğin reklamcı ile Hayri’nin sabahın erken saatlerinde deniz kenarındaki sessiz sahneleri bir tarafın hayal kırıklığını, diğer tarafın ise içinde bir şekilde hâlâ varlığını sürdüren vicdan azabını hissettirmesi ile çok etkileyici. Tüm final bölümü de hem bir hesaplaşma içermesi hem tüm ana karakterlerin seçimlerini açık biçimde sergilemesi ile filmin parladığı anlardan bir diğeri. Bu başarılarının yanında, senaryonun bazıları yukarıda anılan problemleri (eski kız arkadaşla neden gece kulübüne gidildiğinin hiçbir açıklaması yok örneğin, daha önemli bir sorun olarak Hayri’nin neden eski arkadaşları ile sürekli görüşmeye devam ettiğini açıklamıyor film ve eski kız arkadaş konusu da sahip olduğu potansiyele rağmen iyi değerlendirilemiyor vs.) zarar veriyor filme.

Sibel Turnagöl’ün vasat bir performans sergilediği filmde Kadir İnanır hiç aksamıyor ama tüm sahnelerinde yer aldığı filmde senaryonun ilginç bir biçimde ona güçlü fırsatlar sağlayamaması nedeni ile yeterince parlayamıyor. Sinemamızın ezelî ve ebedî sorunlarından biri olan güçlü senaryo ile ilgili sıkıntıları olsa da, İnanır karakterini gerçek kılmayı ve yakın tarihimizin sinemada yeterince anlatıl(a)mamış insanlarından birinin yaşadıklarını bize geçirmeyi başarıyor. Direnenleri, toplumcu düşünceyi ve dayanışmayı yok etmeyi ve yeni düzene uyumlu bireyler yaratmayı hedefleyen –ve bugün geldiğimiz noktaya bakıldığında bu konuda oldukça “başarılı” da olan- bir sistemin ezdiği insanları hatırlamak, daha adil ve eşit bir düzen için kendilerini feda edenleri anmak ve anlamak için de görülmeyi hak eden dürüst bir film bu. Sonuçta iktidar sahipleri ne derse desin, kendi türkülerimizi söylemeye devam etmemiz gerektiğini ve bunu yaptığımızda -Gezi’de olduğu gibi- nasıl bir güzellik yaratabileceğimizi hiç unutmamamız gerekiyor.

Beyoğlu’nun Arka Yakası – Şerif Gören (1986)

“Beyoğlu’nu övmek zor. İyi röportajcı Beyoğlu’na söver. Ben acemi röportajcıyım, Beyoğlu’nu öveceğim. Kötü sokaklarını, kötü insanlarını, sarhoşunu, meyhanesini; her şeyini, her şeyini öveceğim”

Eşiyle sert bir tartışmadan sonra kendisini Beyoğlu’nun arka sokaklarında bulan aile babası bir memurun orada geçirdiği bir gecenin hikâyesi.

Eyüp Halit Türkyazıcı ve Hüzeyin Kuzu’nun yazdığı senaryodan Şerif Gören’in çektiği bir film. 1992’de Orhan Oğuz’un (“Dönersen Islık Çal”), 1993’te ise Atıf Yılmaz’ın (“Gece, Melek ve Bizim Çocuklar”) çok daha sert bir portresini çizeceği Beyoğlu’nun arka sokaklarının hikâyesinin “sıradan” bir gecesini anlatıyor film. Oğuz ve Yılmaz’ın aksine Gören’in filmi “marjinal” karakterleri değil, kendisini bu karakterlerin yaşam alanı olan arka sokaklarda bulan bir memuru odağına alan bir hikâye anlatıyor. Bu roldeki Tarık Akan’ın ve Erdal Özyağcılar’ın güçlü performanslar sundukları film hikâyesini aynı gece içinde Beyoğlu’nda çekmi süren bir belgeselin hikâyesi ile eş zamanlı olarak anlatarak, bir “eski” ve “yeni” Beyoğlu karşılaştırmasına da imkân tanıyor. Sıradışı bir anlatımı benimsemekten çekinmemesi, Beyoğlu’nun bu sokaklarının iyi bir gözlemine dayanan içeriği ve zengin karakterleri ile dikkat çeken filmin bazı oyunculuk ve devamlılık sorunlarının yanısıra, iki ayrı hikâyeyi yeterince güçlü ve organik bir biçimde buluşturamaması gibi hayli önemli bir problemi de var.

İyi düşünülmüş bir jenerikle başlıyor film ve yazılar pavyonların renkli neon ışıklarından esinlenen renkler ve karakterlerle akıyor görüntüde. Açılış sahnesinde bir karı kocanın -iki çocuklarının kulak misafiri olduğu- sert tartışmalarına tanık oluyoruz; kadın ilgisizlikten ve eve tıkılıp kalmış olmaktan şikâyet ediyor, erkek sinirleniyor ve kendini sokağa atıyor. Önce Haliç kıyısında dolaşan adam, sonunda kendini Beyoğlu’nda buluyor ve bir gece sürecek olan hikâye başlıyor böylece. Tartışma sırasında televizyon ekranında -herhalde videodan- gösterilen Oliver Stone filminin (1986 yapımı “Salvador”) hikâye ile herhangi bir ilgisi yok ama nedense tartışmanın sonunda kamera televizyon ekranına odaklanıyor kısa bir süre de olsa. Bunu ilgili filmin politik içeriği, 1986’nın 12 Eylül’ün güçlü etkilerinin henüz silinmediği bir yıl olması ve görüntülerin (halka sert bir müdahalede bulunarak yere yatıran polisleri de görüyoruz bu görüntülerde) sansürü atlatan bir “politik mesaj”a aracılık etmesi ile yorumlayabiliriz belki de ama yine de tuhaf bir seçim olduğu açık gördüklerimizin.

Film bir yandan kendini sokağa atan memur Haydar Rıza’nın Beyoğlu’nun arka sokaklarında başına gelenleri anlatırken, diğer yandan da Beyoğlu’nun daha muteber noktalarında semtin eski günlerini anlatan bir belgeselin (senaryonun anlamsız bir klişe ile “entelektüel” görünümlü olarak çizdiği film ekibi çekiyor bu belgeseli) çekimlerini getiriyor karşımıza. Filmin ilk problemleri de daha başlarda, bu belgeselin ilk çekim sahnesi ile başlıyor; Haydar Rıza’nın, bu yarı-belgeselde bir kızı canlandıran ve asıl görevi belgeselin sunucusuna konuşmalarını okumak olan kıza görür görmez hayran kalması hiç gerçekçi değil. Çekimleri seyreden sıradan halka göre çok daha fazla etkileniyor memur bu sahnenin havasından ama kendisi okumuş etmiş bir adam hikâyenin devam eden bölümlerinde anlayacağımız üzere. Oysa bunun yerine hikâyenin gelişmesi ile birlikte ilerlese bu hayranlık, çok daha anlamlı ve inandırıcı olabilirmiş tanıklık ettiklerimiz; çünkü hikâye ilerledikçe bir yandan kahramanımız içinde bastırdıklarını dışarı çıkarırken diğer yandan da dengesini yitiriyor ve gittikçe güçsüzleşiyor ve bu tür bir hayranlığa daha açık bir ruh haline bürünüyor.

Tüm hikâye bir gece boyunca sürüyor ve filmde iç mekan çekimlerin yanında hayli fazla sayıda da dış çekim var. Açıkçası zaman zaman kameraya ve Tarık Akan’a bakanlar olsa da -ve çekimlerin gece gerçekleştirilmiş olmasının da katkısı ile- çok az aksıyor film bu açıdan ve takdiri hak ediyor. Filmin bir diğer başarılı ama aynı zamanda da bazen sorun yaratan yanı ise karakter ve olay zenginliği. Arka sokakların tehlikelerinin, yozlaşmışlıklarının, suçlarının ve zenginliklerinin tümünü birden göstermeye soyunması filmin, hem hikâyeye bir dinamizm ve çeşitlilik katıyor hem de fazla yoğun bir içerikle karşı karşıya bırakarak seyirciyi bir yüzeysellik hissine de yol açıyor. Dönemin “Seni Sevmeyen Ölsün” ve “I Love You (I Love You, Do You Love Me, Yes I Do”) gibi popüler şarkılarının eşlik ettiği hikâye boyunca çocuk yaştaki dansözlerden bu sokakların sıradan bir gerçeği olan cinayet ve fuhuşa, pavyonlardan travestilere, kadın pazarlayanlardan pavyonlardaki yüksek hesap vurgunlarına, polis baskınlarından uyuşturucu bağımlılarına, şarapçılardan sokak çocuklarına, evsizlerden taklit ürün satıcılarına aklınıza gelebilecek bu semtin tüm gerçekleri birer birer ve bazıları birden fazla kez karşımıza çıkıp duruyorlar. Bu olguların -neyse ki!- gerçekçi, etkileyici ve hatta eğlenceli bir biçimde sergilenmesi filmi ilginç kılan en önemli yanlarından biri. Filmimiz bu arka sokak gerçeklerinin (“Dikkatli ol; binbir suratı vardır buraların”) peşindeyken, belgeseli çekenler bir nostaljinin peşinde daha nezih mekanları takip ediyorlar ve filmdeki arabasek şarkıların karşısında daha entelektüel eserleri (örneğin Türkân İldeniz’in “Kaçak” adlı şiirinden satırları veya eski dans havalarını) tercih ediyorlar. Bu iki farklı dünyayı karakterimizin ikisine de girip çıkması ile bir araya getirmeye çalışıyor film ama senaryo bunu yeterince güçlü işleyemiyor ve önemli bir fırsatı kaçırıyor. Oysa Tarık Akan’ın artık iyice çöktüğü bir sahnede, İstiklâl Caddesi’nin zenginlerin uğrak yeri Vakko’nun (Beyoğlu’nun dönüşerek geldiği noktaya uyumsuzluğu nedeni ile 2006’da kapanmıştı bu mağaza) önünde durup bir soluk aldığı an bu iki farklı dünyanın karşılaştırması için iyi bir araç olabilirmiş ama sanki oyuncunun durduğu yer bir tesadüfmüş gibi geçip gidiyor bu sahne.

Seslendirmesini kendisinin yaptığı filmde Tarık Akan karakterinin tüm dönüşümünü ve başladığı hayata geri dönüşünü ustalıkla canlandırıyor, bunu yaparken de senaryodan kaynaklanan gerçekçilik problemlerini ve bunların içinde en önemlileri olan film çekimindeki kıza duyulan hayranlığını ve mazbut görünümlü bir adamın içine girmeyeceği manzaraların parçası olmasını bir ölçüde unutturmayı başarıyor. Örneğin “Bu rolü oynama, sana yakışmamış” sahnesinde memur Haydar Rıza’nın düştüğü zavallı halini elle tutulacak kadar somutlaştırıyor oyuncu. Arka sokakların adamı rolündeki Erdal Özyağcılar ise kolaylıkla karikatüre dönüşebilecek bir karakteri eğlendiriciliğini yitirmeden gerçekçi kılmayı başarıyor. Pavyonların kadını rolündeki Oya Aydoğan ise karakterinin sahteliğinin öne çıktığı sahnelerde bir parça yapay olan oyunu ile iyi görünüyor ama diğer sahnelerde rolünü yeterince gerçekçi ve güçlü canlandıramıyor.

Özetle, ilginç ve cesur olarak niteleyebileceğimiz bu film her zaman “gittikçe bozulduğu” söylenen Beyoğlu’nu hikâyesinin ana unsurlarından biri yaparak ilgiyi hak eden bir çalışma. Üzerinden geçen otuz üç yıldan sonra bugün aldığı hali düşünürsek, gerçekten de sürekli bozulan ve ülkenin her türlü yozlaşmasının ve kalitesizleşmesinin sembolü olduğu açık olan ama yine de bir şekilde hâlâ ayakta kalabilen bu semti anmak için görülmesinde de yarar var bu filmin.

Katırcılar – Şerif Gören (1987)

“Namusunu bile temizleyememiş adamdan ne fayda gelir?”

Hazırladığı bir haber dizisi için yöreye gelen bir kadın gazeteci, kaçakçılıkla geçinen üç adam ve onların peşindeki jandarmaların hikâyesi.

Senaryosunu Fuat Çelik’in öyküsünden yola çıkarak Hüseyin Kuzu ve Eyüp Halit Türkyazıcı’nın yazdığı, Şerif Gören’in yönettiği bir film. Zorlu koşullar altında çekilen ve bir “Doğu öyküsü”nü iyi niyetli bir şekilde anlatması ile önemli olan film, ciddi problemleri olsa da ilgiyi hak eden bir çalışma. Büyük bir kısmı sekiz kişinin kar ve tipi altında kasabadan şehire yaptığı yolculukta geçen hikâye karakterlerin hemen tümüne zaman ayırması ve onları bir sadece bir tip olmaktan çıkarmayı başarması ile dikkat çekerken, aynı hikâyenin başka alanlarda önemli problemleri mevcut. Dert edindiği konuları veya daha açık olarak söylersek mesajlarını kabalıktan uzak bir dil ile aktaran film sinemamızın 1980’li yıllardaki kayda değer çalışmalarından biri olarak görülmeyi hak ediyor.

Hikâyenin bir formülden yola çıkılarak oluşturulduğu açık ve karakterlerin hikâye boyunca geçirdiği değişimler de filmin mesajına yönelik olarak oluşturulmuş. Buna rağmen filmin bir propaganda filmi olmaktan uzak kalabilmiş olması bir başarı olarak kabul edilmeli. Bir gazeteci (bir “sivil” bir başka ifade ile söylersek), dört asker ve üç kaçakçının karlı dağlarda yaptıkları yolculuk zorunlu olarak bir araya gelen bu insanların birbirlerini tanımalarını ve anlamalarını sağlarken, hikâye bu “sembolik” karakterler üzerinden Türkiye’nin “doğu sorunu”na göndermelerde bulunuyor sürekli olarak. Erlerden İzmirli ve Diyarbakırlı olanların birbirleri ile sürekli olarak -esprili bir şekilde de olsa- çatışması ama içlerinden birinin trajik bir şekilde ölümü ile yaşanan duygusal an veya askerlerin başındaki komutanın kaçakçılara hep önyargı ile yaklaşması ama içlerinden birinin komutanı rahatsız eden davranışlarına da yansıyan kişisel problemini öğrenince hissettikleri gibi seçimler filmin ülkede barış adına yapılması gerekenler için durmayı seçtiği tarafın iki göstergesi sadece. Evet, bir bakıma hayli sembolik tüm bu karakterler ve hikâyenin akışı da öyle ama Şerif Gören’in filmi sinema dili olarak özel bir çekicilik içermese de tüm bunları kaba mesajların peşine düşmeden karşımıza getiriyor.

Bora Ayanoğlu’nun fazlası ile syntesizer havalı olması ve gereksiz bir yoğunlukta kullanımı ile dikkat çeken ama zaman zaman hikâyeye destek de sağlayan müziği ve Erdal Kahraman’ın karlı dağların çekiciliğini başarı ile kullanan görüntülerinin önemli olduğu film, çay ve türün kaçakçılığı yapan üç adamın bir ihbar sonucu jandarmalar tarafından yakalanmasını ve o sırada bir haber dizisi için yörede olan bir kadının da eşlik ettiği bir yolculukla şehire götürülmelerini anlatıyor bize. Bunu anlatırken de film, kimi klişelerden ustalca sıyrılırken kimilerinin de tuzağına düşüyor hikâyesi ile. Kadın gazetecinin (Ayşegül Aldinç belki aksamadan ama vasatın da üzerine pek çıkamadan canlandırıyor bu karakteri) ortalama bir filmde kaçakçılardan birine (elbette Kadir İnanır’ın canlandırdığına) aşık olmasını beklersiniz ama film bu yola hiç başvurmuyor bile ve zorlama bir aşk yaratmıyor bu zorlu yolculukta. Buna karşılık bu kadın karakterle ilgili ciddi bir sorun da var aynı zamanda: Hikâyeden bu karakteri tamamen çıkarsanız hiçbir şey eksilmeyeceği gibi aksine film daha derli toplu bir hale gelirmiş gibi görünüyor ve onun odağında olduğu kimi anlamsız sahneler de atılabilirmiş böylece. Örneğin ilçenin ileri gelenlerinin (kaymakam, PTT müdürü, müteahhit vs.) kadının onuruna verdikleri akşam yemeğinde gösterilenlerin (masadaki tüm erkeklerin kadını sözleri veya bakışları ile taciz etmesi gibi) filmin hikâyesi ile hiçbir ilgisi yok ve adeta sadece Aldinç’in varlığı nedeni ile çekilmiş gibi duruyor bu sahne. Gazeteci karakterinin bir “tanık” olarak kullanılmasını hedefledi ise hikâye, açıkçası bu da pek başarılamamış ne yazık ki.

Başrol oyuncusu Kadir İnanır, 2013 yılında (filmden 26 yıl sonra) katıldığı Londra Türk Film Festivali’nde bu filmin gösterimi öncesinde, 2011’de Roboski’de kaçakçıların bombalanarak katledilmesini hatırlatarak şunları söylemiş: “Biz bu filmi 1986 yılında yaparken, katırcıların hikâyelerini anlatırken bir gün onların bombalarla yok olacağını hiç düşünmemiştik.” Bugün Kürt sorununda 2013’ten daha geriye gittiğimizi de hatırlayınca, 1987 gibi PKK eylemlerinin henüz yeni olduğu için ayrıca gündemde olduğu bir dönemde çekilen bu hikâye bugün de çekilebilir mi diye de düşünmek gerekiyor sanırım. Dolayısı ile filmin tüm sinemasal değerleri bir yana, sadece bu açıdan bile bir önemi var. Hikâyenin gerçekçilik alanındakiler de dahil olmak üzere kimi problemleri (filme iyi bir görsellik sağlasa da o kötü hava koşullarında yola çıkılması ve üstelik kadın gazetcinin de yolculuğa eşlik etmesine izin verilmesi, gazetecinin yolda karşılaştığı kimi karakterlere (sığındıkları bir evdeki kadın gibi) gazeteci refleksi ile hiç yaklaşmaması, Evet/Hayır oyunu esprisinin fazlaca tekrarlanması, gazetecinin ağzından duyduğumuz “gazetede yoksam evdeyim, evde de yoksam cemiyetteyim” gibi anlamsız kimi sözler) zayıflatıyor filmi kuşkusuz ve her ne kadar asla kabalaşmasa da semboller kimi zaman göze batıyor ama yine de filmi görmeye engel olmamalı bu durum. Üzerinden otuz yıl geçtikten sonra bu hikâyenin hemen hemen aynı şekilde anlatılabilecek olması ve durumun sadece daha da olumsuz biçimde değişmiş olması ise üzerinde uzun uzun düşünmemiz gereken bir acı gerçek.