2013 Festival Notları 2

Pozitia Copilului (Çocuk Pozu) – Calin Peter Netzer : Romanya sinemasından Berlin’de hem Altın Ayı hem de FIPRESCI ödülü kazanmış bir film. Son yılların atılım içindeki Rumen sinemasına özgü bir biçimde bireysel ilişkilere odaklanan ama çok başarılı senaryoları ve mükemmel diyalogları aracılığı ile bu ilişkileri bireyselliğin ötesinde bir düzeyde okumaya imkân veren bir film karşımızdaki. Yönetmeye, emretmeye ve kontrol etmeye alışkın bir anne ile otuzlu yaşlardaki oğlu arasındaki ilişki adamın neden olduğu ve yoksul bir gencin ölümüne yol açan kazanın sonuçları üzerinden anlatılıyor. Anneden özgürlüğünü almak isteyen ama buna hazır da olmayan adamın ve bu kazayı oğlunu tekrar “ele geçirmek” için bir fırsat olarak gören annenin hikâyesi, Çavuşesku sonrası kendisini kapitalizmin kucağına atan ülkedeki yozlaşmayı başarı ile sergilerken Romanya sinemasının benzeri örnekleri gibi bol konuşmalı sahneleri ile seyircisini dikkatle seyretmeye zorluyor. Anne ve oğlunun filme harika bir kapanış sağlayan final sahnesinde kazada ölen çocuğun ailesini ziyareti ise gerçekten etkileyici. Bu sahnede adamın korkaklığı, annenin ailenin yanında döktüğü göz yaşının gerçekte ölen için değil kendi çocuğu için olması ve tüm o benzersiz diyaloglar filme etkileyici bir son armağan ediyor. Hem duygusal hem komik hem de sert olmayı başarabilen bir çalışma.
(“Child’s Pose”)

Uroki Garmonii (Uyum Dersleri) – Emir Baigazin : Kazak yönetmen Baigazin senaryosunu da yazdığı ilk filminde bir okulu adeta toplumun mikrokozmosu olarak ele alıp, Darwin’in “en iyinin hayatta kalması – survival of the fittest” teorisinden esinlenen bir çalışma yapmış. Tamamı ilk filmlerinde oynayan amatör oyuncuları ile anlattığı hikâyede okulda arkadaşlarının zorbalığına maruz kalan bir çocuğun yaşadıklarını etkileyici bir dil ile ele alıyor. Şiddetin adeta doğal olduğu bir çevrede geçen filmde güç kimde ise diğerlerini eziyor sürekli olarak; baş kahramanın küçük hayvanlara yaptıkları, okuldaki çetelerin öğrencilere çektirdikleri veya işlenen bir cinayet sonrası polisin sorguda öğrencilere uyguladığı işkence alıp başını gidiyor. Artistik başarısı nedeni ile Berlin’den ödülü olan filmin görüntülerinin başarısının çarpıcılığı dikkat çekerken, oyuncuların doğallığı da filmin gerçekçiliğini ve dolayısı ile etki gücünü artırıyor. Filmin “soğuk ve minimal” set tasarımı ile karakterlerini öne çıkarması ve hareketsiz kamera ile seyircisini teknik oyunlar ile değil gösterdikleri ile ele geçirmeyi başarması da önemli. Özellikle son bölümü bir parça uzamış görünse de ve günümüz filmlerinde görmemizin mümkün olmayacağı bir şekilde böcek vs. gibi küçük hayvanları hikâyenin anlatıldığı bölge için belki doğal ama bizler için sert görünebilecek davranışlara maruz bırakması rahatsız edici olsa da önemli bir film.
(“Harmony Lessons”)

W Imie… (… Adına) – Malgorzata Szumowska : Leh yönetmen Szumowska’dan katolikliğin toplumda yaygın ve baskın olduğu Polonya’da geçen ve eşcinsel bir rahibin yaşadıklarını anlatan bir film. Katolik dünyasındaki üzeri yıllarca örtülmüş çocuk tacizlerinin kendisini geri planda hissettirdiği bir film bu ama yönetmen bunu değil bir başka trajik bir durumu ele alıyor. İşini çok iyi yapan ve güçlü inançları olan rahibin bastıramadığı eşcinsel duygularının neden olduklarını konu ediniyor ve bunu belki yeterince etkileyici ol(a)mayan ama kesinlikle kahramanının acısına ortak eden bir dil ile anlatıyor. Filmin ikinci yarısından itibaren bir parça dağılmaya başladığını ve dramın asıl ortaya çıktığı anlardaki bu dağınıklığın filme zarar verdiği açık. Andrzej Chyra’nın baş roldeki başarılı performansına rağmen yönetmenin kimi tercihleri onun “içindeki” patlamayı gereğinden fazla dışarıya vurmasına neden oluyor; örneğin sarhoşluk sahnesi veya mısır tarlasındaki “maymunlar” filmin geneli için bir parça ayrıksı kalmışlar. İlginç konusunu ve bu konunun vaat ettiklerini yeterince dillendiremeyen film yine de ilgiyi hak ediyor. Keşke rahibin ablası ile internet üzerindeki görüntülü konuşması daha iyi yazılmış ve sahnelenmiş olsaydı; filmin değerlendirilemeyen gizli gücü bu gibi kritik anlarda gizliymiş çünkü.
(“In the Name of”)

The Rocket (Roket) – Kim Mordaunt : Laos ve Avustralya ortak yapımı olan film doğumu sırasında ikizinin öldüğü ve kabilesinin inançları gereği uğursuz olarak görülen bir çocuğun gözlerinden anlatılan bir hikâyeye sahip. Savaşın, yoksulluğun ve hızla değişen hayatın neden olduğu bir kaos içinde yaşayan insanların hikâyesini film yeterince güçlü bir sinemasal dil ile getiremiyor karşımıza ve yönetmene ait olan senaryo da farklı ilgi alanları içinde kayboluyor zaman zaman. Yapılacak baraj nedeni ile köylerinden olan insanların dramının kaynağına örneğin, bir kez değinilip sonra unutuluyor ve bunun yerine film çocuğun ailesi ile yaptığı yolculuğa ve kendilerine bir yurt edinme çabalarına odaklanmayı tercih ediyor sadece. Benzer şekilde çocuğun “uğursuzluğunu” trajik sonuçları olan bir gelenek olarak göstererek başlayan film daha sonra bu geleneği nerede ise mizah konusu yapıyor ki bu da bir tutarsızlığa neden oluyor. Çok etkileyici çekilmiş bir kaza sahnesi, çocuk oyuncu Sitthiphon Disamoe’nun sevimliliğe sığınmayan başarılı oyunu, hiç tanımadığımız bir coğrafyadan sergiledikleri ve yoksulluğun içinden umudu çıkarabilmesi ile yine de önemli bir film.

Krugovi (Kesişen Hayatlar) – Srdan Golubovic : Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde yaşanan trajedilerden birine odaklanan film, gösterimin ardından soruları cevaplayan yönetmen Golubovic’in kendi ifadesi ile bir savaş filmi değil, insanlar hakkında bir film. Müslüman komşusunu döven asker arkadaşlarına karşı çıkan bir Sırp askerin öldürülmesini ve bu olayla ilgili tüm karakterlerin on iki yıl sonraki hayatlarını anlatan hikâye affetmek ama unutamamak üzerine bir çalışma. Gerçek bir olaydan esinlenen film henüz tazeliğini koruyan bir dönemi oyuncularının parlak performansı eşliğinde ve herhangi bir taraf tutmadan aktarırken kimi sahneleri ile gerçekten yürek parçalıyor. Bir soruya cevap verirken, filminde tüm bu trajedilerin yaşandığı dönemde Belgrad’da savaş karşıtı gösteriler yapmak dışında bir şey yapmayan veya bir başka deyişle yapamayan kendisi gibi insanların hikâyesini de anlatmaya çalıştığını vurgulayan yönetmen sade bir anlatımla bir acı dönemi ve kuşkusuz hâlâ süren etkilerini hatırlatıyor seyredenlerine. Evet unutulmayacak bir dönem bu ama affetmek ile belki de insanlık yeni bir kapıyı aralayabilir, kim bilir?
(“Circles”)

Klopka – Srdan Golubovic (2007)

“Küçükken bir dileğim vardı. Hayatım bir film gibi olsun istemiştim; istediğin zaman durdurup geri sarabileceğin bir film”

Acil olarak ameliyat olması gereken çocuğu için para bulmaya çalışan bir adamın hikayesi.

Miloseviç sonrası Sırbistan’ında yaşanan bir dramın hikâyesini sergileyen film yeni ekonomik düzenin (hızla yerleşen neo-liberal düzenin) sonuçlarından birini anlatmaya soyunuyor. Zaman zaman dram ve gerilim öğeleri filmin sorguladığı bu yeni düzeni geri plana iter gibi olsa da ve film Hollywoodvari bir akışa bürünse de genel olarak derdini anlatmayı beceren, eli yüzü düzgün ve psikolojik gerilimi dozunda ve başarı ile kullanan bir çalışma olmuş. Hikâyedeki inandırıcılığı zayıflatan kimi gelişmeler ise filmin en zayıf yanı olarak görünüyor.

Yeni ekonomik, sosyal ve siyasi düzen içinde yolunu bulmaya çalışan ve bu arada yozlaşmaların, zengin ile yoksul arasındaki gelir farkı uçurumlarının başını alıp gitmesinin ve ahlâki değerlerin kaybolmasının en uç düzeydeki örneklerini yaşayan toplumdaki ailelerden birini ele alıyor film ve hikâyenin merkezindeki “yaşamak için ameliyat olması gereken küçük çocuk” motifini fazlası ile öne çıkarsa da asıl derdi olan unsurları bu merkezin etrafında da olsa karşımıza getirmeyi başarıyor. Adamın yabancı şirketler tarafından satın alınmayı (özelleştirilmeyi) bekleyen ve işlerin durduğu bir inşaat şirketinde çalışıyor olması, kendisinin mühendis ve karısının öğretmen olmasına rağmen mesleklerinin, daha doğrusu mesleklerini yapmayı tercih ettikleri şekillerinin onları bu yeni düzende yoksullaştırmış olması ve kredi için gidilen bir bankada yaşadıkları kimi zaman biraz sembolik ve yüzeysel kalsa da, filmin yaratıcılarının bu yeni düzenin sonucundan seçtiklerinin kimi çarpıcı örneklerini oluşturuyor. Adamın işçiler ile olan ilişkisini yeni düzene hızla ayak uydurmuş arkadaşının kendi işçilerine olan yaklaşımı ile kıyaslayan film kadının özel ders vermek yerine devlet okulunda öğretmenlik yapmaya devam etmesini ve kimi benzer kıyaslamaları hep yeni düzenin sonuçlarını sergilemek için kullanmış. Bu açıdan filmin en çarpıcı anlarından birini bankada karşılaşılan muamele oluşturuyor. Yeni düzenle birlikte ülkeye hücum eden yabancı bankalardan birinin çalışanı hiç varlığı olmayan bu aileye kredi vermenin imkânsızlığını yüzünden hiç eksiltmediği yapay bir gülümseme ile ifade ederken, bankanın kuralı gereği müşteri ile konuşurken hep gülmek zorunda olduğunu acı bir şekilde açıklıyor bu sahnede. Çocuğun doktoru ile adam arasındaki Renault 4 muhabbetini ise film, eski düzenin artık geri gelmeyecek günlerine özlemin bir aracı olarak kullanıyor. Yugoslavya’nın parçalanmasından önce Slovenya’da da üretilen ve o dönemde ülkede yaygın olarak kullanılan bu araba kadar “modası geçmiş” günlerin özlemi burada söz konusu edilen.

Yeni düzenin zenginlerinin önce pahalı çerçeveler satın alıp sonra bu çerçevenin içini dolduracak resimler aradığı toplumda trafik ışıklarında arabaların camlarını silen çocuklardan ailesinin zenginliğinin küstahlaştırdığı gençlere film sıkıntısını aslında çok iyi vurguluyor ama filmin bir problemi de burada ortaya çıkıyor; zaman zaman fazlası ile bir “örneklendirme veya altını çizme” telaşı var filmin. Buna bir de dozu bir parça kaçmış görünen tesadüfleri de ekleyince film derinliğini sık sık kaybediyor gibi görünüyor. Adamın para bulmak için kabul ettiği “iş” ile ilgili tereddütte de biraz sıkıntı yaşamış hikâye; yaşanan ikilemin senaryodaki zamanlaması problemli örneğin. Yine de başrol oyuncusu Nebojsa Glogovac’in başarılı oyunu ile canlandırdığı adamın yapmak zorunda kaldığı işin öncesi ve sonrasında yaşadığı ikilem, çok iyi bağlanmış bir final ve etki gücü yüksek dramı ile ilgiyi hak eden bir film bu. Macbeth’i hatırlatan el yıkama sahnesinden Suç ve Ceza’yı hatırlatan anlarına, film kimi göndermeleri de ilginç olmayı başaran bir çalışma özet olarak.

(“The Trap” – “Tuzak”)