The Pride and the Passion – Stanley Kramer (1957)

“Topun katedralin içinde yerinin olmadığını söylemeniz yeterli değil. O, bir top değil; o, İspanya’nın direnişinin sembolü! O topu buraya getirmek için kaç kişi hayatını verdi biliyor musunuz? Keşke geriye bakıp, ölümle ve kanla çevrili bir dağ geçidinde olanları görebilseydiniz”

Napolyon’un ordularının İspanya’yı işgal ettiği 1810 yılında, geri çekilen İspanyol ordusunun terk etmek zorunda kaldığı devasa bir topu kendi amaçları için ele geçirmeye çalışan İspanyol direnişçiler ve bir İngiliz subayının hikâyesi.

İngiliz romancı C. S. Forester’ın 1933 tarihli “The Gun” adlı romanından Stanley Kramer’ın çektiği bir ABD yapımı. Senaryosu Edna ve Edward Anhalt (ve jenerikte adı geçmeyen Earl Felton) tarafından yazılan film, prodüksiyon sırasında yaşanan ilginç gelişmelerle dikkati çeken ama kendisi o kadar da ilginç olmayan bir çalışma. Kramer’in yönetmenliği ve prodüksiyonu ile öne çıkan çalışma, hikâyesinin pek de başarılı olmaması nedeni ile vasatın üzerine pek çıkamıyor. Romanın adı silahı vurgularken, sinema uyarlamasının -aslında yine silahı anlattığı halde- üç baş karakter arasındaki gurur çatışması ve tutkuya gereğinden fazla odaklanması filmin problemini de işaret ediyor bir bakıma. Ne gururun ne de özellikle tutkunun sinema karşılığını yeterince hissedebildiğimiz çalışma, üç ünlü oyuncusu (Cary Grant, Frank Sinatra ve Sophia Loren) ile yine de belli bir cazibeye sahip. Karakterlerine pek uymuş görünmeseler de bu üç ünlü isim klasik sinemedan izleri getiriyorlar karşımıza ve Kramer’ın yönetmenliği ve kalabalık figürasyonun da katkısı ile filmi izlenebilir düzeye çıkarıyorlar.

Hikâye devasa bir topun yüzlerce insan tarafından İspanya içinde çıkarıldığı uzun yolculuk sırasında yaşananları anlatıyor bize. Romanın konusu buymuş daha doğrusu ama Hollywood buradan yola çıkıp nerede ise topun hikâyesi kadar önemli bir aşk üçgeni de eklemiş senaryoya ve filmin hemen tüm zayıf noktalarının da doğmasına neden olmuş. Oysa bu koca topun insanüstü çabalarla, adeta bir mucize yaratılarak onlarca kilometre taşınması epik bir hikâye zaten ve Stanley Kramer’ın yönetmenliği sayesinde bu destansı yolculuk çekici olabiliyor tek başına. Fena oynamasa da İspanyol gerilla liderinde pek de gerçekçi görünmeyen Frank Sinatra, İngiliz yüzbaşı rolünde klasik oyunlarından birini çıkaran Cary Grant ve bunların ilkine olan minnettarlığı ve ikincisine olan tutkusunun arasında kalan ve performansı aksamayan, direnişçi rolündeki Sophia Loren gibi üç yıldız oyuncunun varlığına rağmen karakterleri topun kendisinin önüne geçemiyor ne yazık ki (ya da iyi ki!). Dağlardan, nehirlerden, dağ geçitlerinden aşırılan ve yüzlerce insanın müthiş bir dayanışma ile hareket ettirdiği top hikâyenin asıl yıldızı olmuş bir bakıma, olması gerektiği gibi. Kendisine önerilen rolü senaryoyu okuyunca reddeden Marlon Brando’ya hak vermemek mümkün değil açıkçası senaryonun vasatlığını görünce.

Saul Bass’ın tasarladığı basit ama güzel açılış jeneriği ile başlayan filmin dış çekimlerinin tamamı ve iç çekimlerinin önemli bir kısmı İspanya’da gerçekleştirilmiş. Beş kez Oscar’a aday olan ama hiç kazanamayan görüntü yönetmeni Franz Planer’ın başarılı çalışması her anında olmasa da topun yolculuğuna epik bir hava kazandırıyor ve İspanya halkının döktüğü terin ve kanın hakkını veriyor çoğunlukla. Topu nehrin karşı yakasına geçirme, bir tepeden önce yukarı çıkarma ve sonra da aşağı indirme sahneleri hayli başarılı örneğin. Çok kalabalık bir figüran kadrosu ve onların doğru bir şekilde yönetilmesi de bu sahnelerin başarısına katkıda bulunmuş görünüyor. Stanley Kramer’ın yönetmenliği bu sahnelerde ne kadar başarılı ve “yeni” duruyorsa, hayli zorlama görünen tüm o romantik sahnelerde o denli “eski” görünüyor. Üç yıldız oyuncu bile bu sahnelerde seyirciye gerçek anlamı ile bir tutku ve rekabeti yansıtamıyor senaryonun vasatlığı nedeni ile. Senaryoyu yazan karı koca Edna ve Edward Anhalt’ın boşanma sürecinde olmasının (ki çekimlerdeki sorunlardan sadece biri bu) filme yansıdığı görülünce destek için Earl Fenton’a başvurulmuş ama o da kurtaramamış bu anları. Sinatra’nın çekimleri erken bitirmek istemesi ve ekibi zorlaması da Kramer’e epey sıkıntı yaratmış. Ciddi kusurları olan senaryonun başardığı ise, iki erkek arasındaki farklılığı konuşmalarına, kararlarına ve duygularına yansıtabilmesi. Zekî, bilgili ve profesyonel İngiliz subayı ile güçlü, cesur ve kararlı İspanyol gerillanın, içine bir kadının da karıştığı çekişmelerini -yeterince güçlü olmasa da- hissettirmeyi başarıyor film.

Bıçaklarla yapılan dövüş veya Fransız birliğinin üzerine yanan saman balyalarının atılması gibi sahnelerle belli bir heyecanı yaratmayı başaran filmde, bu sahnelerin ilkinde adeta bir boğa güreşini hatırlatan bir koreografinin, müziğin ve rüzgâr değirmeninin dönen kanatlarının eşliğinde çekici anlar yaratmış Kramer. George Antheil’in zaman zaman marş havasına bürünen ve bir parça fazla kullanılan ama başarılı müziği, yukarıdakilere ilave olarak katedraldeki dinsel kutlama görüntüleri ve finaldeki ölüme gidildiğini bilmenin neden olduğu sessizlik anları gibi ilginç öğeleri de olan film, finalde “surların önünde öpüşme” sahnesinin sembolü olabileceği zorlama romantizmi, ucuz numaraları ve senaryo problemleri ile vasatın üzerine çıkamıyor ve zaman zaman hantal bir havaya da bürünüyor üstelik.

(“Gurur ve İhtiras”)

The Secret of Santa Vittoria – Stanley Kramer (1969)

“Her Santa Vittorialı’nın binlerce yıldır bildiği gibi, ne cesur erkekler ne de iyi şarap çok dayanır”

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Mussolini’nin düşüşünden hemen sonra Almanlar’ın işgal ettiği bir İtalyan kasabasındaki halkın ürettikleri şarabı Almanlar’dan saklamaya çalışmasının hikâyesi.

Robert Crichton’un aynı adlı romanından ABD’li sinemacı Stanley Kramer’ın çektiği bir film. Filme adını veren kasabanın orijinal görünümünü yeterince korumamış olması nedeni ile Anticoli Corrado adında başka bir kasabada, İtalya’da çekilen filmde başroldeki Anthony Quinn ve Nazi subayını oynayan Hardy Krüger dışında İtalyan oyunculardan oluşan bir kadro var. Hollywood’un İtalya’ya alışılagelen bakışının kimi izlerini taşıyan film popüler sinemanın kalıplarında ilerliyor ve ilk yarısında komedinin, ikinci yarısında ise dramın ağır bastığı bir eğlencelik olmayı başarıyor. Yerli halktan yüzlerce İtalyan’ın oluşturduğu figüran kadrosunun yer aldığı kalabalık sahnelerin ustaca yönetildiği film süresinin gereksiz uzunluğu ve senaryosundaki bazı sıkıntılar nedeni ile her anında sıkı bir komedi/dram olamıyor.

İtalya’nın o tepeye kurulu, taş binalı ve ne mutlu ki bugün bile çoğu iyi bir şekilde korunmuş olan kasabalarından birinde geçen hikâye Mussolini’nin devrildiği haberi ile başlıyor. Su kulesinin üzerine yine kendisinin yazdığı Mussolini’nin “Bir koyun olarak yüz yıl yaşamaktansa, bir aslan olarak bir gün yaşamayı tercih ederim” cümlesinin altına şimdi “Yüz yıl yaşamak daha iyidir” yazan Bomboli karakterinin bir yanlış anlama ve tesadüf sonucu belediye başkanı olduğu bir kasabada geçiyor filmimiz. Ernest Gold’un Akdeniz esintileri de taşıyan müziği eşliğinde ve kasaba halkının biraz hüzünlü yüzlerinin görüntüsü ile başlıyor film. Ben Maddow ve William Rose tarafından yazılan senaryonun Hollywoodvari numaralara başvurmadığı ve komedisinin dozunu ayarlayabildiği zamanlarda, hikâye uzun süresine rağmen iyi akıyor ama ne var ki bunu tüm zamana yayamıyor film. Anthony Quinn’in eğlenceli bir şekilde oynadığı ama senaryodan kaynaklanan kimi klişe İtalyan görüntülerini sergilemekten de kaçınamadığı film ağırlıklı olarak bir komedi olduğu ve komedisi her zaman yeterince güçlü olamadığı için bir sıkıntı yaşıyor doğal olarak. Anna Magnani’nin senaryonun klişeleri ile perdelenmiş olsa da ustaca oynadığı karakteri de komediyi her zaman ayakta tutmaya yetmiyor. Kimi sahnelerin bir parça uzamış görünmesi de (örneğin su kulesinde geçen sahne çok daha kısa tutulabilirmiş, eğlenceli olsa da) filmin ritmini zaman zaman bozmuş açıkçası.

Filmin tartışmasız en eğlenceli ve sinema olarak en başarılı bölümü 1 Milyon şarap şisesinin Almanlar’dan saklanması için tüm kasaba halkının el ele verdiği sahnelerden oluşuyor. Yönetmen Kramer bu sahne başta olmak üzere, yüzlerce figüranı sık sık kullanıyor filmde ve epey keyifli anlar yaratmayı başarıyor. Tüm bu figüranların yer aldığı kalabalık sahnelerin yönetimi gerçekten bir ustalık eseri ve filmin “çılgın” havaya büründüğü o en çarpıcı anların da asıl yaratıcısı olmuş görünüyor. Sözünü ettiğim bu şişe taşıma sahnesinin bir finali var ki tek başına filmi “görülmeli” sınıfına sokabilir kesinlikle. Kramer gerek bu bölümde gerekse diğer pek çok sahnede yerli halkın ve özellikle yaşlıların benzersiz yüz ifadelerinden de akıllıca yararlanıyor ve komedi anlarında bile bir hüzün/dram karışımı eklemeyi başarıyor filmine.

Robert Chricton’un çok satan romanından uyarlanan film gişede beklenen başarıyı sağlayamamış, Amerikalılar’ın görmeye alışık olduğu ve görmeyi beklediği kimi unsurlara rağmen üstelik. Hollywood İtalyanlar’ı sıklıkla gamsız, yaşamayı bilen, çok konuşan, hareketli ve eğlenceli karakterler olarak resmeder ve burada da işgal altındaki bir halk olarak Santa Vittorialılar bu klişelere uygun olarak gösteriliyorlar sürekli olarak. İlginç bir şekilde veya tam da bu nedenle, Kramer’ın dozunda tuttuğu dramatik anlar da etkiliyor seyredeni. Sadece seslerin duyulduğu işkence sahnesi veya başkanın dövülmesi örneğin, hayli başarılı. Almanlar’a kurban olarak iki faşist İtalyan’ın gönderilmesi ise içerdiği hem komik hem dramatik öğeler ile çok keyifli. Keşke bu başarı senaryoda da kendisini gösterseymiş: Kasabalı iki genç arasındaki aşk veya bu çiftten kızın “şehvet ve aşk” dolu sözleri hem hikâyeye hiçbir şey katmadığı için hem de konuyu dağıttığı için senaryodan tamamen atılabilirmiş örneğin. Böylece filmin problemlerinden biri olan uzun süresi de bir parça çözülürmüş üstelik. Filme “erotizm” katma amaçlı görünen ve genç kızın ağzından çıkan sözler abartılı ve filme hiç uymuş görünmeyen içerikleri ile oldukça sakil duruyor. Asıl hikâye ile hiçbir ilgisi olmayan bu karakter ve söyledikleri bir parça ucuz bir numara gibi görünüyor filmin yaratıcıları adına. İki genç arasındaki aşk hikâyesi filmden ne kadar ayrı duruyorsa, kasabanın dul zengin kadını ile İtalyan asker arasındaki aşk da o kadar filmin parçası olmuş. Bu ikinci aşkın karakterleri ve aralarındaki aşk hem asıl hikâyeye bir zenginlik katıyor hem de kendi başına bile ilgiyi hak ediyor.

Fellini filmlerinden hatırlayacağımız görüntü yönetmeni Giuseppe Rotunno’nun kamerasının yakaladığı güzel (zorlama değil, hikâyenin geçtiği bölgeye ait olan ve karakterlerle iç içe geçen doğal güzellikleri kastediyorum) görüntüler ve özellikle kalabalık sahnelerdeki başarısı ile dikkat çeken ve William A. Lyon/ Earle Herdan imzalı kurgu çalışmasının takdiri hak ettiği film hedefini tam anlamı ile tutturamış olsa da dayanışmanın ve doğallığın güzelliğini hatırlatması ile de önemli ve ilgiyi hak eden bir çalışma. Kişisel olarak, şarabın gizleneceği yere kasabanın merkezinden dört ayrı koldan taşınmasının adeta kalpten pompalanan kanın vücuda yayılmasının sembolü olduğunu ve şarabın kan ile eşleştirilerek kutsandığını düşünmekten keyif aldığımı da belirtmeliyim Virna Lisi’nin de güzelliği ile keyif verdiği filmden.

(“Kasabanın Sırrı”)

The Defiant Ones – Stanley Kramer (1958)

“Bana teşekkür etme. Sonra benim de sana teşekkür etmem gerekir ”

Birbirlerine zincirli bir durumda hapishane aracından kaçan biri beyaz diğeri siyah iki adamın hikâyesi.

Hollywood’un liberal eğilimli ve yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği filmlerde sosyal konulara dokunması ile bilinen Stanley Kramer’den bu kez ırk ayrımını gündemine alan bir film. Bu filmden dokuz yıl sonra çekeceği “Guess Who’s Coming to Dinner” filminde olduğu gibi yine Sidney Poitier’ın rol aldığı bir hikâye ile siyahlara karşı ırkçı yaklaşımların ele alındığı çalışmanın senaristlerinden biri McCarthy soruşturmaları döneminde Hollywood’da kara listeye alınanlardan biri olan Nedrick Young. Amerikan tarihinin o kara (veya bir başka deyişle her zamankinden daha kara) döneminde Hollywood içinde onurlu davrananlardan biri idi Stanley Kramer ve mesaj kaygısını bir parça fazla açık eden bu filminde diğer öne çıkan filmlerinde olduğu gibi hikâyesini başarılı bir profesyonellik içinde anlatmayı başarıyor ve sinema dilinde özel bir yaratıcılık olmasa da vicdanlara seslenmeyi başarıyor.

Siyahların ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesinin hâlâ kalıcı olarak izlerini sürdüğü bir dönemde eşitlik mesajları ile dolu bir filmi çekmek öncelikle ve elbette takdire değer bir çaba. Tony Curtis’in sinema kariyerindeki en iyi oyunlarından birini verdiği filmde Sidney Poitier onun da önüne geçiyor ve asıl yıldızı oluyor filmin. Her iki oyuncunun da tüm yüreklerini ortaya koyduğu açık olan film tümü ile sembolik bir anlatımın üzerine kurulu aslında. Kurtulamadıkları zincirler ile birbirlerine bağlı iki farklı ırktan insanın bu zorunlu beraberliğinin taşıdığı mesaj çok açık şüphesiz. Birbirlerinden hoşlanmasalar da karşısındakine zarar verme şansı olmayan ve sonsuz bir uyum içinde hareket etmesi gereken insanlar karşımızdaki. Beraberlikleri boyunca başka koşullar altında asla düşünmeyecekleri bir şeyi başarıyorlar ve ön yargılarından sıyrılıp birbirlerini tanıyıp sevmesini öğreniyorlar. Senaryo seyirciye de aynısını öneriyor ve farklılıklarımızın değil uyumumuzun öne çıkması gerektiğini söylüyor. Tüm bu mesajlar belki fazla derin değil veya mesajların verilmesi için oluşturulan hikâyenin bir parça fazla “saf ve liberal Amerikalı” yaklaşımı içerdiği söylenebilir ama ne fark eder? Sonuçta o dönem Amerikan sinemasında çok az rastlanan bir tavıra sahip olan bir film karşımızdaki.

Filmin/senaryonun kayda değer yanlarından biri de karakterlerini yoksul ve alt sınıflardan seçmiş olması. Bu tercihin sınıfsal bir duyarlılık içeren bir yaklaşımın sonucu olduğu kuşkulu belki ama yine de dayanışmanın güzelliğini anlatmaya soyunan bir filmde karakterler için yapılan bu tercih filme ayrı bir keyif katıyor. Ardı ardına üç yıl Oscar’a aday olan ve ilk adaylığında bu film ile ödülü kazanan Sam Leavitt’in başarılı siyah-beyaz görüntülerinin estetiğinin ve şerif rolündeki Theodore Bikel’in sağlam oyununun da çok şey kattığı filmde şerif karakteri için de bir parantez açmak gerek. Senaryo bu karaktere oldukça idealist bir açıdan yaklaşıyor ve onun hümanizmini, duyarlılığını ve genel olarak olan bitene karşı takındığı tavrı bir model olarak sunuyor seyredene. Amerikan sinemasındaki ve genel olarak toplumundaki liberal bakışın sahip olduğu dönüşümü hümanizmin sağlayabileceği veya temel olarak sistemde değil onun aktörlerinde sorun olduğu yaklaşımının bir uzantısı bu karakter ama ülkede alttan alta hâlâ devam eden ayrımcılığın en azından yasal olarak ortadan kaldırılmasının baş aktörlerinin bu “iyi niyetli pasif insanlar” olmadığı açık.

Curtis ve Poitier’in birbirlerini ilk kez tanımaya çalıştıkları tek çekimlik sahnede karşılıklı döktürdükleri, her iki oyuncunun da örneğin saklandıkları temel çukurundan kaçmaya çalıştıkları sahnede olduğu gibi başarılı oyunculuklar sergilediği film bir kaçış hikâyesi anlatır gibi olsa da bunu aksiyona değil iki farklı insanı anlatmaya ve onları analiz etmeye soyunarak yapması ile de takdiri hak ediyor. Liberal, profesyonel ve sağlam bir klasik.

(“Kader Bağlayınca”)

Guess Who’s Coming to Dinner – Stanley Kramer (1967)

“Yaptığınız on altı eyalette suç ve yasalar değişse bile insanların düşünceleri değişmez”

Beyaz bir kadının ve siyah bir adamın evlenmeye karar vermeleri ile ailelerinde ortaya çıkan karışık tepkilerin hikâyesi.

Amerikan sinemasının liberal filmleri ile tanınan yönetmenlerinden Stanley Kramer’den ırk ayrımı sorununa değinen bir film. 1958 yılında biri beyaz biri siyah iki erkeğin “gönülsüz birlikteliklerini” konu alan bir filmle ırk ayrımı sorunu üzerine bir film yapan Kramer bu filmden dokuz yıl sonra bu kez bir kadın ile bir adamın “gönüllü birlikteliklerinin” ailelerindeki ve aslında toplumdaki ön yargılar karşısında tökezlemesini konu ediniyor. Her iki filmin ortak oyuncusu olan ve bu filmde de hayli başarılı oynayan Sidney Poitier’in yanısıra Katharine Hepburn ve Spencer Tracy gibi iki olağanüstü oyuncunun varlığı ve onlara başarı ile eşlik eden yan kadro orijinal bir senaryoya dayanan ama bir tiyatro oyununun tadını da içeren filmi sinemanın beğeni duygusu ile hatırlanan örneklerinden biri yapıyor.

Jacqueline Fontaine’in söylediği “Glory of Love” şarkısı ile açılan ve kapanan film kimi eyaletlerde ırklar arası evliliğin yasak olduğu bir dönemin Birleşik Devletler’inde ve ırkçılığın henüz taze izlerini koruduğu yıllarda bir aşk hikâyesini başka bir aşk hikâyesi üzerinden anlatıyor ve doğruluyor aslında. Kadının anne ve babasının birbirlerine duyduğu aşk hikâyenin finalindeki asıl belirleyici unsur olarak filmin odağını ırkçılıktan da bir parça kaydırıyor aslında ama bu aşkın tarafları Hepburn ve Tracy olunca durup bir düşünmek gerekiyor. Tracy çekimlerinin bitiminden hemen sonra hayatını kaybettiği bu son filmde kelimenin tam anlamı ile döktürüyor. Ömrü boyunca savunduğu liberal değerlerin şimdi kendi hayatına alışılandan farklı bir şekilde sızmaya çalışması karşısında hissettikleri ile baş etmeye çalışan adamı kariyerinin tüm birikimi ile dokunaklı bir şekilde canlandırıyor. Yine de filmin asıl yıldızı Hepburn. Tracy ile aralarında uzun yıllara yayılan gerçek bir aşk olan sanatçı bu filmde adeta Tracy’yi gözleri ile koruyor, esirgiyor. Birlikte oldukları her karede veya her ona baktığında gözlerinden adeta dışarı akan sevgiyi hissetmemek imkânsız. Hepburn usta oyunculuğunu işte gerçek aşkın getirdiği bu “avantajı” da sonuna kadar kullanarak benzersiz bir biçimde sergiliyor. Müstakbel damadı ile ilk karşılaştığındaki oyunculuğu günümüzde sadece Merly Streep tarafından devam ettirilen bir yoğunluk ve inandırıcılık içeriyor ve sizi kendisine çekiyor. Sanatçının ustalığını gösterdiği bir başka sahne de işteki yardımcısını kovduğu bölüm. Tracy ise bugün sinema tarihinin usta oyunculuk anlarından biri olarak gösterilen final bölümündeki konuşma sahnesinde adeta gizemi çözen bir Hercule Poirot edası ile tüm kendisini dinleyenlerle ortamın hâkimi ve gerçeği tek bilen olmanın verdiği bir güçle oynuyor ve elbette biz seyredenleri de kendisine bağlıyor.

Yönetmen Stanley Kramer hikâyeyi hak ettiği yalınlık içinde ve örneğin evdeki siyah hizmetçinin kendisi gibi siyah olan damat adayına çıkıştığı sahnede olduğu gibi gerektiğinde kamera oyunları ile aktarmayı başarıyor. Hikâye Kramerin diğer liberal filmlerinde olduğu gibi bir parça naif kalabilir ama o dönem için tabu olan bir konuyu ustalıkla ele alması ve durmayı seçtiği noktanın doğruluğu ile takdiri hak ediyor. Senaryo evlenme kararlılığındaki iki insanın arasındaki yaş farkı, aileler arasındaki sınıf farkı ve on gün içinde tanışıp evlenme kararı almaları gibi ailelerin normalde tepkilerini alabilecek hususların işte bu ırk farklılığı karşısında nasıl da onların gözünde önemini yitirdiğini göstererek ırk ayrımının nasıl bir hassas konu olduğunu ortaya koyuyor ve etkisini artırmayı başarıyor. Yine de şunu eklemek gerek: San Fransisco’daki muhteşem bir evde yaşanan bu hikâyede aşkın galip gelmemesi mümkün mü diye düşünüyorsunuz seyrederken. Hikâyenin Birleşik Devletler’in özgürlük başkenti bir eyaletteki bir zengin evinde geçmesi ister istemez şunu da düşündürtüyor. Neden “farklı” aşkların kahramanlarının en azından bir tarafı hep zengin/sanatçı vs. gibi gücü veya yaptığı iş nedeni ile kendisine hoşgörü ile bakılacağını bilen karakterlerden olur? Özellikle de Hollywood sinemasının örneğin eşcinsel aşklarda sık takındığı bir tavırdır bu. İşte tam da bu nedenle “Brokeback Mountain” kahramanlarını sıradan insanlardan seçmesi ile çarpıcı bir başarı yakalamıştı. Hayat Hollywood’un empoze ettiği gibi zengin evlerinde yaşanan hikâyelerden ibaret değil çünkü.

Çok iyi oynanmış ve anlatılmış bir Hollywood klasiği. Aşk ve tüm ön yargılar üzerine keyifli bir sinema örneği. Tüm diğer özelliklerinden de öte Hepburn adındaki muhteşem kadın için.

(“Beklenmeyen Misafir”)