The Sugarland Express – Steven Spielberg (1974)

“Beni dinleyim, bayım. Şimdiye kadar araç çalma, aşırı hız, tehlikeli araç kullanma suçlarını işlediniz. Polise direndiniz ve tehdit ettiniz; görevini yapmasına engel oldunuz. Ruhsatsız silah bulundurma ve saldırı suçları da var; ama eğer beni bu araca girmeye zorlarsanız, adam kaçırmış olursunuz ki o da federal bir suç…”

Koruyucu aileye verilen çocuklarını ele almak için yasadışı yollara girişen ve bir polisi rehin almaları üzerine tüm güvenlik güçlerinin peşine düştüğü genç bir çiftin hikâyesi.

Senaryosunu Hal Barwood ve Matthew Robbins’in yazdığı, Steven Spielberg’in yönettiği bir ABD yapımı. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan film popüler sinemanın usta ismi olan yönetmenin gişede en az gelir getiren yapıtı olmuştu. Komik bir havası da olan bu suç filmi; pek de becerikli olmayan iki genç insanın tüm bir eyalet polisini (ve hatta sivil militanlarını) peşlerine takan maceralarını, Spielberg’in maharetli zanaatkârlığının sonucu olan akıcı bir dil ile anlatması ve temposunu hiç yitirmemesi sayesinde kendisini ilgi ile izletiyor. Buna karşılık, tüm o kaos ve kargaşaya fazlası ile kapılınması, hikâyenin derinleşmesine ve karakterleri yeterince anlamamıza engel olmuş görünüyor. Cannes’da senaryo ödülünü kazanan, halkın ve medyanın kahraman yaratma ve peşine takılma (kısa bir süre sonra unutmak üzere kuşkusuz) alışkanlığını eleştirmesi ile de dikkat çeken yapıt, biraz eğlenerek biraz heyecanlanarak keyifle seyredilebilir yine de.

“Bu film 1969’da Texas’ta yaşanan gerçek bir olaya dayanmaktadır” ibaresi ile açılıyor hikâye. Geçmişlerinde bolca küçük suçlar olan bir çift bir çocuk için gerçekten de ortalığı birbirine katmış o tarihte Texas’ta ama o zaman yaşananlar ile filmde seyrettiklerimiz arasında elbette farklılıklar var. Örneğin gerçekte olay sadece birkaç saat sürmüşken, Spielberg’in filmi iki üç güne yaymış olan biteni; baştaki firar sahnesi ise tamamen senaristlerin hayalinden doğmuş ve finalde bir karakter polis tarafından vurulduğunda, filmde gördüğümüz gibi etkileyici sahnelere konu olamayacak kadar kısa bir sürede ve farklı bir yerde kaybetmiş hayatını. Sonuçta bir anaakım filmi için oldukça alışılagelmiş ve sık rastlanan bir uygulamanın sonucu bu değişiklikler ve gerçeği bir kenara koyarsanız, hikâyeye çekicilik de katmışlar açıkçası.

Hikâye, cezasının bitmesine 4 ay kalan kocası Clovis’i (William Atherton) ziyaret etmek için açık cezaevine gelen Lou Jean (Goldie Hawn) ile açılıyor. Kendisi de 3 hafta önce çıkmıştır cezaevinden ve 2 yaşındaki çocukları kendisi hapisteyken bir koruyucu aileye verilmiştir. Çoğu hırsızlık olan sayısız küçük suça karışmış ve bu eylemlerinde hiç silah kullanmamış olan genç çiftin geçmişi yetkililerin çocuğu onlara geri vermesine engel olmuştur ve genç kadın oğlunu alabilmek için içine düştüğü bürokratik süreçten yılmıştır. Kadın kocasını da ayartır ve ikili çocuklarını kaçırmak üzere yola koyulurlar. Ne var ki genç bir polis memuru (Slide rolünde Michael Sacks var) onların bu yolculuğunun zorunlu ortağı olunca işler çok büyür ve sinema tarihinin “en yavaş” takiplerinden (peşlerine düşen polislerin başındaki Tanner’ı Ben Johnson oynuyor) birini izleyeceğimiz eğlenceli hikâye başlar. Kaçırma planını yapan kadına direnemez kocası ama aslında yaptıkları büyük bir aptallıktır; çünkü hem cezasının bitmesine bu kadar kısa süre kalmışken cezaevinden kaçmak büyük bir hata olacaktır, hem de hikâye hiç de bekledikleri gibi sona ermeyecektir, final hariç biz bu hikâyeyi seyrederken eğleniyor olsak da.

Texas’ta geçen bir hikâyeyi elbette country şarkıları süslüyor sık sık: Conway Twitty ve Loretta Lynn ikilisinin seslendirdiği “Living Together Alone” (şarkı 1973 tarihli ama gerçek hikâye 1969’da yaşanmıştı) adlı şarkıdan Hawn, Atherton ve Sacks’ın arabada birlikte söyledikleri “When My Blue Moon Turns to Gold”a (aralarında Elvis Presley ve Emmylou Harris’in de bulunduğu pek çok sanatçının yorumladığı şarkı ilk kez 1944’te Cindy Walker tarafından kaydedilmiş) country melodileri hikâyenin Texas havasını destekliyorlar bolca. Filmin John Williams imzalı orijinal müzikleri ise onun Spielberg ile bugüne kadar süren ve yönetmenin sonraki pek çok filminde tekrarlanan işbirliğini başlatan ve ona özgü güçlü dramatik öğelerle değil, country motiflerinden beslenen hoş bir çalışma olmuş.

Yönetmenin 1963’te çektiği, tek bir sinemada ve çok kısıtlı bir süre gösterime giren “Firelight”tan sonraki ilk sinema filmi bu; ona ilk büyük başarıyı getiren 1971 yapımı ”Duel” televizyon için çekilmişti. Spielberg burada kahramanlarımızın cezaevinden kaçmak için kullandığı yaşlı çiftten başlayarak hafif bir mizahı hep canlı tutuyor ve aşırı hızlı değil, aşırı yavaş gidildiği için polisin dikkatinin çekilmesinden bu durumun sinema tarihinde görülen muhtemelen en yavaş takibe dönüşmesine, senaryo aksiyonun içinde seyircisini sık sık da gülümsetmeyi başarıyor. “Biz akıl hastası değiliz; aptalca şeyler yaptık ama akıl hastası değiliz” diyor bir sahnede Clovis peşine düşen polislere ama giriştikleri teşebbüsün aptalca olduğunu görmezden gelmeyi tercih ederek komedi unsurunun odak noktası oluyorlar. Benzincide geçen ve onlarca polis aracının karıştığı kaos sahnesi, rehine alınan polisin ikili ile bir süre sonra ister istemez bir “aile” oluşturması, Lou Jean’in indirim kuponu tutkusunun neden oldukları ve seyyar tuvalet sahnesi gibi farklı örnekler verilebilir filmin eğlendirici yanına. Biraz da bu nedenle final bir parça sert görünüyor ama bu eleştirel olarak tanımlanabilecek bölüm hikâyeye ek bir zenginlik katıyor.

Film çeşitli eleştiriler de barındırıyor ki -takibin yavaşlığına rağmen- tempolu ve eğlencesi de olan hikâyenin Cannes’dan aldığı ödülde bunun da payı olsa gerek. ABD’nin özellikle muhafazakârların çoğunlukta olduğu ve aralarında Texas’ın da olduğu eyaletlerinde silahın kutsal bir nitelik kazandığı ve “mahallesini” korumak için silah kuşanmaya hazır sivil militanların varlığı bir gerçek. Film bu tuhaf ama gerçek durumu epey alaya alıyor ve hikâyenin en sert eleştirilerinden birinin de konusu yapıyor. Bu sivil miltanlarının birinin aracının arkasındaki yazı da (“Komünistlerin kaydını tutun, silahların değil”) tıpkı silah gerçeği gibi günümüz ABD’sinin sıradan bir gerçeği. Hikâyenin eleştirisi bununla sınırlı da değil; keskin nişancıların soğuk profesyonelliklerinden (ki bu durum polis amirinin vicdanı ile dengelenmiş tam da bir Spielberg filminden beklenmesi gerektiği gibi) halkın kahraman yaratma huyuna (hayli çılgın ve eğlenceli bir hediye yağmuru sahnesi var filmde) Spielberg filmini aksiyon ve komedi ile sınırlamayarak doğru bir seçim yapmış.

Yine Spielberg ile çalıştığı “Close Encounters of The Third Kind” (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, 1978) ile Oscar kazanan Vilmos Zsigmond’un kamerasının hikâyenin temposunu çok iyi destekleyen çalışması ile önemli bir katkı sağladığı filmin ilginç bir görsel tercihi olan ve hüznü yakalayan son sahnesi Texas’taki Amistad Barajı’nın kıyısında çekilmiş. Bu isim pek çok sinemasevere Spielberg’in 1997’de çektiği “Amistad”ı hatırlatacaktır hemen şüphesiz; tam 23 yıl sonra bu isimde bir film çekeceğini herhalde yönetmenin kendisi de hayal etmemiştir o tarihte. İki (anti)kahramanımızın ve yanlarındaki polisin peşlerine düşen kalabalık arttıkça heyecanın ve aksiyonun da arttığı ve paralelde hikâyenin de gerçeklikten iyice koptuğu (film asıl olarak bir yergi olmayı seç(ebil)seydi bir sorun yaratmazdı bu durum) fimde özellikle Goldie Hawn hayli eğlenceli bir performans sergiliyor ama William Atherton ve kısa süren oyunculuk kariyerinden sonra hayatına bilgi işlem dünyasında devam eden Michael Sacks de ondan hiç geri kalmıyorlar. Spielberg’in en güçlü yapıtlarından olmasa da kesinlikle eğlenceli ve sürükleyici bir film olarak, izlenmeyi hak ediyor.

Schindler’s List – Steven Spielberg (1993)

“Kim ki bir can kurtarır, tüm dünyayı kurtarır”

İkinci Dünya Savaşı sırasında fabrikasında yahudileri işçi olarak istihdam ederek hayatlarını kurtaran Alman iş adamı Oskar Schindler’in hikâyesi.

Avustralyalı yazar Thomas Keneally’nin 1982 tarihli ve Booker ödüllü biyografik romanı “Schindler’s Ark”dan uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Steven Zaillian’ın yazdığı ve yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı film toplam 12 dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve bunlardan aralarında En İyi Film’in de olduğu 7’sini kazanmıştı (Diğerleri: Yönetmen, Uyarlama Senaryo, Görüntü Yönetimi, Sanat Yönetimi, Kurgu ve Müzik). Gerçek bir hikâyeyi anlatan filme esin kaynağı olan kitap olayın kahramanlarından biri olan Poldek Pfefferberg’in gayretleri ile yazılmış. Liam Neeson (Schindler), Ralph Fiennes (SS Subayı Amon) ve Ben Kingsley’in (Yahudi muhasebeci Stern) başrollerdeki sağlam performanslarından önemli bir destek alan yapıt Spielberg’in hikâye anlatmaktaki becerisi, dönemi ve Krakow şehrinin Yahudiler için korkutucu atmosferini başarı ile oluşturması, başta kırmızı paltolu küçük kız olmak üzere artık birer klasik olan sahneleri ve elbette hiç unutulmaması gereken bir insanlık suçunu hak ettiği özenle beyazperdeye taşıyabilmesi ile önemli bir yapıt. Özellikle son bölümlerinde Hollywood tarzı numaralara başvurmak ve Schindler’in dönüşümünü yeterince inandırıcı kılamamak problemleri olsa da ve aslında sinema sanatı açısından dikkate değer bir orijinallik içermese de görülmeyi kesinlikle hak eden bir sinema eseri.

Bir Yahudi ailenin evindeki dinsel bir törende yakılan mumlardan çıkan dumanın bir lokomotifin dumanına bağlanması ile başlıyor hikâye. Bu renkli sahne ile açılan film hikâyesinin çok büyük bir kısmını siyah-beyaz olarak anlatıyor, yönetmenin “Soykırım ışığın olmadığı bir hayattı. Bana göre hayatın sembolü renktir. Soykırım hakkındaki bir film bu nedenle siyah-beyaz olmak zorundadır” sözleri ile açıkladığı tercihinin sonucu olarak. Finalde, Schindler’in hayatlarını kurtardığı Yahudilerin bir kısmının onun mezarını ziyaret ettiği sahnede tekrar renkleniyor film ve açılış ve kapanış dışında sadece bir iki kritik sahnede çıkıyor karşımıza renk. Yönetmenin hikâyeye doğru bir şekilde hizmet eden mizanseni, kendisini özellikle öne çıkarmaması ve belgesele yakın bir havaya sahip olması da bu siyah-beyaz seçimi ile uyum göstermiş görünüyor. Küçük kız sahnesinde, yönetmenin kızın paltosunu tüm o siyah-beyaz vahşetin içinde kırmızı ile vurgulaması -Spielberg’in kendi ifadesine göre- yine sembolik bir anlam taşıyor; yönetmen herkesin gözü önünde olup biten soykırımı Amerikan hükümetinin uzun süre görmezden gelmesine bir gönderme olduğunu söylüyor bu tercihinin. Burada eleştiriye açık olan konu ise şu: Kızın kırmızı paltosu başta sadece Schindler karakterinin algısı gibi yansıtılıyor ama sonradan kameranın olan bitene onun gözünden bakmadığı bir çekimde de biz seyirci olarak görüyoruz paltonunun kırmızı rengini yine. Bu doğru bir tercih olmamış açıkçası; çünkü seyirciyi bu görmezden gelmenin faillerinden biri olarak ne o sahneye kadar ne ondan sonra konumlayan bir içeriği var filmin. Dolayısı ile, Schindler’in gözünden kalmalıydı bu renkli görüntü.

1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgalinden hemen sonra başlayan filmde yeni yönetim önce tüm Yahudileri şehirlerde kendilerine ayrılan gettolara yerleşmeye zorluyor ve savaş ilerledikçe ya burada, ya da gönderildikleri toplama kamplarında sonları ölüm oluyor Yahudilerin. Oskar Schindler ise bir Alman ve Nazi Partisi üyesi; derdi ideolojik değil, tamamen ticarî onun. İflasını ilan eden bir fabrikayı, varlıklarını başka türlü değerlendirme imkânları bulunmayan Yahudilerin sermayesini ve kendi pazarlama tecrübesini kullanarak satın alıyor ve Alman ordusu için çalışmaya başlıyor. Fabrikanın yöneticisi olarak bir Yahudi muhasebeciyi seçerken, Polonyalılardan daha düşük ücret ödeme hakkı olduğu için işçi olarak da Yahudi getto halkını tercih ediyor. Bu pragmatik yönetim şekli yavaş yavaş ve Yahudilerin karşı karşıya kaldıkları nedeni ile çok farklı bir akışı takip edecek ve sonuç Schindler’in 1,200’e yakın Yahudinin hayatını kurtarması olacaktır.

Spielberg bu hikâyeyi anlatırken, kendisinden bekleneceği gibi etkileyici anlar yaratmayı başarıyor. Yahudilerin evlerine yapılan baskınlar, tüm o korkunç infazlar, çırılçıplak bir halde bir hangara kapatılan kadınların gaz korkusu veya cesetlerin yakılması gibi pek çok farklı bölümde insanlık tarihinde işlenmiş en büyük suçlardan birini net bir şekilde anlatıyor film. Gördüklerimizden etkilenmemek, yirminci yüzyılda insanların nasıl böylesine bir vahşetin failleri olabildiklerini hatırlayarak kaygılanmamak ve günümüzde hâlâ nasıl Nazilerin veya ırkçı türevlerinin dünya üzerinde var olabildiklerini düşünerek korkmamak mümkün değil. Spielberg’in filminin en önemli yanlarından biri de bu olsa gerek: Sanatın uyarıcı ve düşündürücü yanına sahip olabilmek. Film Polonya’daki Yahudilerin yüzlerece yıldır yaşadıkları topraklarda başlarına gelenleri anlatırken, birkaç karakter üzerinden de olsa Yahudilere de eleştiri getirerek doğru bir seçim yapıyor ama buna karşılık sadece kısa bir an ile kısıtlı kaldığı için bir diğer fırsatı da kaçırıyor. Büyük konaklarını terk ederek sefil bir eve yerleşmek zorunda kalan zengin Yahudi ailenin içine atıldıkları yoksulluk karşısındaki şaşkınlıkları ile yoksul Yahudilerin aynı ortama doğal adaptasyonları aslında bir sınıf boyutu da ekliyor hikâyeye ama bir Spielberg filminde elbette ve kesinlikle bu boyutun üzerine gidilmesi beklememeli.

Schindler’in yaptığı kahramanlık dışında, özellikle iyi bir adam olarak resmedilmemesi filmin doğrularından biri. Sonradan dönüştüğü ne olursa olsun, onun başta sadece kazancını düşünen bir iş adamı kimliği taşımasını ve eşine yaptığı haksızlığı olduğu gibi gösteriyor hikâye ve Hollywoodvari bir kaba iyi/kötü ayrımını en azından bu karakter için kullanmıyor. Buna karşılık Amerikan sinemasının -alt yazı oku(ya)mayan ortalama Amerikan seyircisini düşünerek başvurduğu konuşulan dil seçimi burada yine bir problem olarak ortaya çıkıyor. Hikâyede Polonya’da geçiyor ve karakterlerin hemen tamamı ya Alman ya da Polonyalı ama filmin de hemen tümü İngilizce. Almanlar kendi aralarında bazen Almanca konuşurken, bazen de ve çoğunlukla İngilizceye dönüyor dil. Üstelik zaman zaman aksanlı bir İngilizce bu; çünkü Polonya’da çekilen filmde yardımcı karakterlerde oynayanların çoğunluğu Leh aktörler ve doğal olarak da aksandan kaçınılamamış. Belgesel gerçekliğine yakın durmayı seçen ve buna özen gösteren bir filmde, bu tutumun tam tersi bir hava yaratan bir dil tercihi elbette kesinlikle eleştirilmeyi hak ediyor.

1940’lı yılların Krakow’unu yaratabilmek -bizdekinin aksin, Avrupa şehirlerinin korunmasına özen gösterilmesine rağmen- kolay bir iş olmasa gerek. Kalabalık bir figüran ordusunu o başarılı set tasarımları üzerinde yönetebilmek kuşkusuz oldukça güç ve bu sınavdan tam bir başarı ile çıkıyor film. Görüntü yönetmeni Janusz Kamiński’nin İtalyan Yeni Gerçekçilik akımından etkilenerek oluşturduğunu söylediği çalışması bu başarılı setlerdeki görüntüleri oldukça çekici bir biçimde getiriyor seyircinin karşısına. Schindler’in Nazi Subay Amon’a anlattığı imparator hikâyesi üzerinden gücün anlamı ve gerçek gücün bağışlayabilme gücü olduğunu öne süren film bu bakımdan bir Spielberg filminden bekleneceği gibi bir dinsel içeriği de işaret ediyor ve subayın o gücü kullan(ama)ması da bir bakıma onun şeytanî kötülüğünün uzantısı gibi görünüyor. Ralph Fiennes’in, Oscar’a aday olan performansı (Liam Neeson da aday gösterilmiş aynı ödüle) ile, senaryo nedeni ile kolayca abartılı bir tiplemeye dönüşebilecek karaktere özenle hayat verdiği subayın, Yahudi olduğu için nefret ettiği ama bir yandan da tutku ile bağlandığı hizmetçisi ile olan aşk/nefret sahnesini ise insanın içindeki iyilik ve kötülüğün çatışması olarak görebiliriz aynı dinsel bağlamda.

Amerikalı Roger Ebert eleştirisinde filmin gücünün, “Kötülüğü açıklamasından değil, kötülükle yüz yüze kalan insanın iyi olabileceğinde ve iyiliğin üstün gelebileceğinde ısrar etmesi”nden kaynaklandığını söylemişti. Faşizm gibi korkunç bir kötülükle sadece bireysel kahramanlarla mücadele edilemeyeceği ve bu mücadelede faşizmle “gizli” bir bağlantısı olan kapitalizmin ve temsilcilerinin anlamlı bir yeri olamayacağı açık şüphesiz. Yine de, gerçek bir hikâye seyrettiğimiz ve bir şekilde bir “girişimci güzellemesi de olsa da”; iyi çekilmiş, iyi oynanmış ve zaman zaman seyircide vurucu etki yapabilen önemli bir Spielberg yapıtı bu.

(“Schindler’in Listesi”)

The Post – Steven Spielberg (2017)

“Halka ve kongreye yalan söylediler. Kazanamayacağımızı bile bile çocukları ölüme gönderdiler”

Dört ayrı ABD başkanının Vietnam Savaşı ile ilgili olarak gerçekleri gizlediğini ve halka yalan söylediğini gösteren kanıtları ele geçiren Washington Post’un bu belgeleri yayınlamak konusunda yaşadığı iç çatışmaların ve hükümete karşı verdiği mücadelenin hikâyesi.

Liz Hannah ve Josh Singer’ın yazdığı, Steven Spielberg’in yönettiği bir ABD ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Başrollerde iki ağır topun, Tom Hanks ve Meryl Streep’in yer aldığı film Spielberg’e özgü bir ustalıkla anlatılan, en basit ifade ile basın özgürlüğü olarak tanımlanabilecek konusu ile dikkat çeken ve konusu üzerine de seyirci için düşünme olanağı sağlayan bir yapım olarak elbette izlenmeyi hak eden ama bir Hollywood ürünü olarak ABD’nin kendini aklamaya odaklı eleştirisinden de bolca nasiplenen bir çalışma. “Evet, kusurları olan bir sistemimiz var ama bu kusurların temel kaynağı yozlaşmış bireyler” hikâyesi anlatan ve bunun sonucu olarak da Amerikan demokrasisinin övgüsüne dönüşen bir film bu ve dinamik yapısı, temposu ve oyunculukları ile dikkati çeken bir sinema yapıtı.

1966’da Vietnam’da başlayan film kısa süren bu bölümden sonra 1971 yılına atlıyor ve New York Times’ın, yayınladığı Vietnam belgelerinin ortalığı karıştırdığı ve hükümetle karşı karşıya kaldığı dönemde rakip Washington Post’un da aynı belgeleri ele geçirme ve yayınlama mücadelesinin sonuçlarını aktarıyor bize. Meryl Streep’in Post’un sahibini, Tom Hanks’in ise gazetenin yürütücü editörünü oynadığı film basın özgürlüğünden halkın haber alma hakkına, vatanseverlik ile özgürlüklerin çatışmasından kadınların iş dünyasındaki varlıklarına ve haklarına uzanan konuları ile ilgi çekici bir hikâyeye sahip olmanın avantajını başından sonuna kadar kullanıyor. Spielberg’in ticarî zekâsı filmi tam da Trump’ın Amerikan basının başta New York Times olmak üzere kendisini desteklemeyen tümünü yalan habercilikle suçlamasını her gün twitter üzerinden tekrarladığı bir dönemde gösterime sokması ile de kendisini gösteriyor. Burada, elbette olumlu düşünüp bu tür bir hikâyeye tam da böyle bir dönemde ihtiyaç duyulduğunu ve dolayısı ile Spielberg’in çok doğru bir iş yaptığını söylemek de mümkün ama “ürünü pazarlamak için doğru zaman”ı kaçırmama telaşını inkâr etmek de anlamsız olur. Sonuçta Hollywood bu ve Amerikan sisteminin en sembolik kurumlarından biri olarak ürününü satmanın birinci amacı olması gayet doğal.

Belki de filmin en önemli özelliği gazeteciliğin heyecanını seyirciye yansıtabilmesi. Diğer bütün öğelerden bağımsız olarak, hikâyenin sadece bu yanı bile filmi görülmeye değer kılıyor. Haber peşinde koşma, toplanan bilgileri analiz etme ve doğrulama, zamana karşı yarış, gerçekleri halka söyleme ve tüm bunları yapabilme özgürlüğünü savunma mücadelesi hikâyenin her anına siniyor ve Spielberg de -sinema için yeni ve özel bir dil kullanmasa da- bu hikâyeyi tempoyu düşürmeden, zaman zaman “konuşmalı bir aksiyon” havasında anlatmayı iyi beceriyor. Gazetecilerin haber yakaladığında yüzlerinde beliren heyecan, gazete binasının içindeki atmosfer veya matbaada basılmakta olan nüshaların görüntüsüne tanıklık etmek gibi unsurları bu mesleğin olması gereken ve bugün ne kadar var olduğu hayli tartışmalı doğasını hatırlatıyor bize. Bir başka ifade ile söylersek, hikâyenin tümü gazetecilik ve basın özgürlüğü için bir güzelleme.

Gazeteler ile iktidar arasındaki ilişki hikâyenin bir diğer önemli teması. Ne kadar iyi niyetli olunursa olsun, bu ilişkinin profesyonel bir çerçeve içinde kalmadığı sürece tek sonucunun yandaşlık ve basın özgürlüğünün zarar görmesi olacağını -bir parça yumuşak olarak- anlatıyor film bize. En azından bu hikâyedeki gazetecilerin kendilerinin bu tür ilişkilerini sorgulamalarını ve sonuçları ile yüzleşmelerini göstermesinin önemini kabul etmek gerek. Babasının kocasına devretttiği, onun ölümü ile de kendisine kalan gazete sahipliği sırasında bir kadın olarak yaşadığı ve kendisine yaşatılan zorluklarla baş etmeye çalışan karakteri üzerinden film bir kadın mücadelesi hikâyesi de aynı zamanda. Streep’in bir kez daha Oscar adaylığı kazanan güçlü oyunculuğu ile canlandırdığı bu karakteri hikâyenin önemli kozlarından biri yaparak düzeyini yükseltiyor film.

1970’lerin atmsoferini başarı ile yansıtan setleri ve kostümleri ile dikkat çeken film, Amerikan hükümetlerinin Vietnam savaşını -kaybettiklerini bildikleri halde- sürdürmelerinin nedenini -sızan bir belgedeki yoruma dayanarak- “%10 Güney Vietnam’a yardım, %20 komünistlere engel olmak ve %70 savaşın kaybedildiğini kabul eden kişi olma utancını yaşamamak” olarak açıklaması ile de önemli. Ne var ki burada hikâyenin hiç üzerinde durmadığı, bu savaşın neden başlatıldığı; böyle olunca da halka söylenen temel yalan ve asıl suç kaybedileceği kesin olan bir savaşın sürdürülmesi oluyor, o savaşın başlatılması değil! Filmin gazetenin sahibi olan kadının yakın dostu ve Vietnam savaşının en büyük suçlularından biri olan Robert McNamara’ya yönelik eleştirisi de kadının ona yönelttiği sitem kadar yumuşak olmuş; olması gereken bir savaş suçlusunu tüm çıplaklığı ile deşifre etmekti oysa. Halka açılan Washington Post’un kurumsal yatırımcılarının gazetenin hükümetle çatışmasından hoşlanmamasının kapitalizmde sermayenin iktidar üzerindeki güçlü etkisini ortaya koymak ve eleştirmek çin değil de, temel olarak gazete yönetiminin karşılaştığı zorluklardan bir diğeri olarak kullanılması da aynı yaklaşımın sonucu ve hikâyenin özgürlük savunuculuğunun ne kadar samimi olduğunun (ya da olmadığının) da bir göstergesi kuşkusuz.

Steven Spielberg’in zanaatkârlığını ortaya koyduğu ama hedeflediği gücü de yakalayamamış göründüğü film yine de aksamayan temposu ile kendisini ilgi ile seyrettiriyor ve Watergate’e bağlanarak tarihsel konumu da belirlenen hikâyeyi çekici kılıyor. Meryl Streep ile Tom Hanks’i ilk kez birlikte gösterdiği sahnede tek planlık çekimle iki usta oyuncuya “Oscarlık” performans için özel bir sahne yaratmasının da gösterdiği gibi Hollywood’un ve ticarî sinemanın kurallarını çok iyi bilen ve uygulayan bir sinemacı Spielberg ve sondaki “zaferlerini kutlamak için birbirlerine sarılanlar” sahnesinin de bir göstergesi olduğu gibi naif felsefesini de hep koruyor. Kusurlarına ve yüzeysel kimi yanlarına rağmen, basın özgürlüğünün ve düzeyinin hızla azaldığı günümüzde, tüm Amerikanvari ve naif yaklaşımlarına ve fazlası ile yumuşatılmış/hafifleştirilmiş içeriğine rağmen yine de önemli bir çalışma bu, özetle söylemek gerekirse.

Indiana Jones and the Temple of Doom – Steven Spielberg (1984)

“Damarlarını şeytanın kanı ile dolduracağım! Damarlarını şeytanın kanı ile dolduracağım!”

Kana susamış bir tarikatın kaçırdığı Hintli çocukların ve çaldığı değerli kutsal taşların peşine düşen Indiana Jones’un hikâyesi.

1981 tarihli ve ilk Indiana Jones filmi olan “Raiders of the Lost Ark – Kutsal Hazine Avcıları”nın gördüğü ilgi üzerine çekilen bu ikinci Indy filmi, George Lucas’ın yazdığı hikâyeye dayanan Willard Huyck ve Gloria Katz’ın senaryosu ve Steven Spielberg’in yönetmenliği ile oluşturulmuş. İlk filme göre daha karanlık bir havası olan film Indiana Jones’un arkeologluğu ile değil, aksiyon kahramanlığı ile ilgileniyor ve zaman zaman hayli yüzeyselleşen bir içerik ile seyircisini eğlendirmeyi hedefliyor. Yönetmenin kendisinin de diğer Indy filmleri kadar sevmediğini söylediği filmde baş kadın karakteri canlandıran Kate Capshaw da rolü için -oldukça doğru bir tanımlama ile- “çığlık atıp duran aptal bir sarışın” ifadesini kullanmış. Serinin en zayıf filmi bu ve arsızca kabalaşmaktan hiç çekinmeyen içeriğinden çok, Spielberg’in zanaatkârlığını konuşturduğu, dur durak bilmeyen temposu ve canlılığı ile ilgi çekiyor.

Bir önceki Indiana Jones filminin senaristi olan Amerikalı sinemacı Lawrence Kasdan bu filmin de senaryo çalışmasına katılması istendiğinde teklifi ret etmiş ve hikâyeyi “Korkunç, hoş tek bir yanı yok” gibi ifadelerle eleştirirken, filmi de “çok çirkin” olarak tanımlamış. Gerçekten de oldukça yüzeysel bir hikâyesi var filmin ve Spielberg’in bakışı da her zamanki “ergen” bakışının çok gerisinde bir kabalığa sahip. Haftalık bir çizgi romanda okuyacağınız türden bir hikâye bu ve üstelik onların da en vasat olanlarından. Bir yandan hayli karanlık olan, bir yandan da adeta bunu dengelemek istercesine derinliksiz bir mizah da yaratmaya çalışan film, hedeflediği bu dengeyi bulamadığı gibi iki zıt uçta kabalıkla karşı karşıya bırakıyor seyirciyi. Daha rafine, daha derin bir hikâye ve olay örgüsü ile içerik açısından en azından bu kadar vasat bir seviyede kalmazdı film ve ortaya sadece tekniği ile değil, anlattığı ile de ilgiyi hak eden bir sonuç çıkardı.

Film bir gece kulubündeki şov ile açılıyor. Bir Cole Porter eseri olan “Anything Goes” adlı şarkının tam bir klasik Amerikan müzikali sahnelemesi ile sergilendiği film bu açılış ile bir umut vaat ediyor. Daha sonra kulüpte yaşananlar ise bir James Bond filmine gönderme havasında çekilmiş. Indiana Jones’un görüntüye ilk girişi, mizah da içeren diyaloglar, kötü ve iyi karakterlerin fiziksel ve sözlü atışmaları, kadın karakterin hikâyeye girişine olanak sağlaması ve Indy’nin düştüğü tuzaktan kurtulabilmesi gibi ögelerin tümü rahatlıkla bir Bond filmine yakışacak içerik ve biçime sahipler. Ayrıca filmdeki tarikatın hedefinin sadece Hint köylüleri olmadığını; amaçlarının Musa, İsa ve Muhammed’e inananları da ortadan kaldırmak olduğunu düşünürsek tıpkı Bond filmlerindeki gibi yerel değil, evrensel bir kötülükle karşı karşıya olduğumuzu da söyleyebiliriz rahatlıkla. Bu sahne filmin geneline hâkim olan karanlığın aksine hayli eğlenceli ve çekici; tüm karakterlerin ve hatta objelerin parçası olduğu, bir elmas ve bir panzehir şişesinin ayaklar altında dolaştığı bu sahne filmin en başarılı bölümlerinden de biri.

“Anlaşılabilir” bir şekilde bir “Asyalılar arasında kahraman bir beyaz adam” hikâyesi anlatan ve egzotizme başvurmaktan elini hiç sakınmayan film, Spielberg’e özgü bir şekilde bir baba figürüne ve baba-oğul ilişkisine de sahip Indy ve yardımcısı rolündeki küçük Çinli çocuk üzerinden. Set tasarımının, efektlerin ve ses kurgusunun takdiri hak ettiği filmde İngilizlere de lâf atılıyor. Kötü karakterin Oxford’da okumuş olması ve İngiliz subayın girip çıktığı sarayda çevrilen dolaplar ve işlenen suçlardan hiç haberinin olmaması İngilizlere sataşılmasının örneklerinden en önemlileri olarak gösterilebilir. Indiana Jones’un başlattığı “köleler isyanı” ise bu Amerikalı karakteri adeta bir Spartaküs havasına sokuyor. Bir “fantezi” hikâyesi olarak bile, inandırıcılıktan oldukça uzak düşen yanları (büyünün panzehiri, kadının “cehennem kuyusu” havalı yere atılmadan önce diğerleri gibi kalbinin neden sökülmediğinin bir açıklamasının olmaması, kahramanımızın neden en başından bir çocuğu tüm bu tehlikenin içine attığı, amaca büyüklerin fiziksel gücü daha çok hizmet edecekken neden köle olarak sadece çocukların çalıştırıldığı vs.) olan film, hayli uzun tutulmuş olsa da yer altında ve tünellerde geçen sahnelerinin adrenali ile de aksiyon ve eğlence meraklılarının ilgisini çekecektir kesinlikle.

Hedeflerini yakalayan ama bu hedeflerin kabalığı ve yanlışlığı nedeni ile vasat sularda gezinen filmde başroldeki Harrison Ford aksiyon sahnelerinde parlarken, diğer sahnelerde hikâyeye ve karakterine pek de inanmış görünmeyen bir performans sunuyor. Ona eşlik eden Kate Capshaw ise kendisine biçilen rolü, sinir bozucu olmayı, başarı ile yerine getiriyor. Zaman zaman çılgınlaşan temponun meraklılarına ve müzikalden Bond filmlerine, egzotik maceralardan “slapstick” komedilere farklı türler arasında gezinmekten hoşlananlara önerilebilir.

(“Indiana Jones: Kamçılı Adam”)