The Amityville Horror – Stuart Rosenberg (1979)

“Evde daha önce olanlar elbette beni de rahatsız ediyor ama evlerin hafızaları yoktur”

Bir katliamın işlendiği büyük bir eve yerleşen bir çiftin ve çocuklarının başına gelen tuhaf olayların hikâyesi.

1974 yılında ABD’de yaşanan gerçek bir olayı anlatan, Jay Anson’un aynı adlı kitabından uyarlanan bir film. Senaryosu Sandor Stern tarafından yazılan ve yönetmenliğini Stuart Rosenberg’in üstlendiği film Amityville’de yaşanan olayı sinemada anlatan ilk çalışma olmuş ve 2005 yılında Andrew Douglas tarafından da yeniden çekilmiş. Bu iki film dışında, bu olayı konu edinen ve bazıları devam niteliğinde olan on bir film daha var; üstelik 2017’de gösterime girecek bir film daha çekiliyor bugünlerde. Sonuçta sinema için oldukça bereketli olan bir hikâye bu anlaşılan; ne var ki bu film dahil ortaya sinema sanatı açısından çok parlak, hatta parlak diye tanımlanabilecek bir sonuç çıkmamış. Oyunculuklar açısından da sıkıntılı olan bu çalışma, korkutan öğelerden çok onların korkuttuklarına ve tepkilerine ağırlık veriyor ama bunu sağlam bir korku filmi atmosferi inşa ederek yapamayınca gerilimi de tatmin edici olamıyor. Lalo Schifrin’in çok başarılı olan ve Oscar’a aday da gösterilen müzik çalışması belki de filmin en değerli yanı; bir de elbette aynı konuyu ele alan diğerleri ile kıyaslandığında öne çıkıyor olması ne olursa olsun filmi bir korku klasiği olarak görülmeye değer kılıyor.

Düşük bir bütçe ile çekilmiş film ve bunu da sık sık hissediyorsunuz hikâye boyunca. Belki bütçe kısıtı nedeni ile de, yönetmen Stuart Rosenberg karakterlerin yaşadıkları dehşet ve verdikleri tepkilere odaklanmış çoğunlukla, gerilimi seyirciye yansıtabilmek için. Ne var ki bu amacına pek de ulaşamamış görünüyor. Bunun da iki temel nedeni var: Birincisi oyunculuklarda oldukça aksaması filmin, diğeri ise Rosenberg’in güçlü bir sinema dili üretememesi bir türlü. Başrolleri paylaşan isimlerden Margot Kidder fazla aksamıyor ama hikâye için doğru bir tonu da bir türlü yakalayamıyor performansı ile. James Brolin ise vasat ve hatta kimi kritik sahnelerde kötü oynuyor; böyle olunca da onların başına gelenler üzerinden yaratılmaya çalışılan gerilim bir türlü etkileyici olamıyor çünkü kendinizi onlara çok da yakın hissedemiyorsunuz bir türlü. Elbette düşük bütçenin de olumsuz etkisi var ama bu durum Rosenberg’in kimi sahnelerdeki gereğinden fazla düz ve doğrudan bir havası olan, ve inceliklerden yoksun görünen mizansenini affettirecek bir neden değil kesinlikle. Örneğin açılış sahnesinde, çakan şimşeklere eşlik eden silah sesleri çok daha iyi ve şık çekilmiş bir sahne ile çok daha sıkı bir giriş sağlayabilirmiş filme. Oysa burada kurgu (görüntü ve ses) hayli kaba bir çalışmanın sonucu sanki.

Gerçek bir olaya dayanması, daha doğrusu çiftin gerçekten yaşandığını iddia ettiği bir olaya dayanması bir avantaj sağlıyor hikâyeye aslında. Çünkü doğaüstü hikâyelerin kolaylıkla yakalanabileceği inandırıcılık problemine karşı güçlü bir kozu oluyor film çekenlerin bu durumda. Sinemada defalarca anlatılmış bir hikâye (korkunç olayların yaşandığı lanetli bir eve gelen aile) karşımızdaki ve olayın gerçek olması (ya da gerçek olduğunun iddia edilebilmesi) bu açıdan bir farklılık sağlayabilirmiş filme ama bu yeterince değerlendirilememiş ne yazık ki. Hikâyeye hiçbir şey katmayan dedektif karakterine karşılık önemli bir yeri olan rahip karakterinden duvara asılan haça, yeni evlerinin kutsanmasını isteyen çiftten arabadaki Meryem Ana biblosuna ve kilisedeki sahnelere hikâyede hayli önemli bir yeri olan din olgusu da yeterince değerlendirilememiş görünüyor ve bu da galiba filmin temel problemlerinden bir başkasını işaret ediyor bize: Senaryonun biraz dağınık olması ve sık sık “işte başlarına korkunç şeyler gelen bir hikâye, hadi korkun” der bir havada işliyor gibi görünmesi. Daha güçlü olmalıydı senaryo ve doğaüstü olayları ilk sezenlerin çocuklar, köpekler ve din adamları olması klişesini örneğin daha iyi kullanabilmeliydi. Yine de son on dakikasında hayli hareketlendiğini ve çok yeni şeyler anlatıyor/gösteremiyor olsa da etkileyici olmayı başardığını söylemek gerekiyor filmin.

Filmin başka artıları da var neyse ki: Brolin’in vasat performansına rağmen, adamın yavaş yavaş çökmesi oldukça etkileyici örneğin. Baltanın bir tehdit ve gerilim öğesi olarak kullanılması da, ertesi yıl çekilen “The Shining – Cinnet” filminde tekrarlanacak bir başarı sağlıyor filme. Rahip rolündeki Rod Steiger’ın bir parça abartılı performansının ve aniden gelivermesi ile tatmin edemeyen finalinin de yardımcı olamadığı film kusurlarına karşın ilgiyi hak ediyor yine de. Sonuçta “gerçek” bir hikâye karşımızdaki ve vasatlığına rağmen zaman zaman geriyor da seyredeni. Kaldı ki bu film, kendisinden sonra aynı konu üzerinde ondan fazla filmin çekilmesine yol açtığına göre, görmeye değer olmalı!

(“Kuşku”)

The April Fools – Stuart Rosenberg (1969)

“Haftada kaç boşanma davasına bakıyorum, biliyor musun? Her defasında, Tanrım bu benimki olsun diyorum”

İkisi de evli ve mutsuz olan bir adam ve bir kadının mutluluğu yakalamaya çalışmalarının hikâyesi.

“Cool Hand Luke” ve “Brubaker” gibi başarılı filmlerin yönetmeni Stuart Rosenberg’in bir romantik komedi denemesi. Başrollerdeki iki ünlü isme rağmen ne komedisi ne de romantizmi ikna edici bir düzeye ulaşabilen ve bunun da temel nedeni senaryosu gibi görünen bir film bu.

Senaryosu birbirinden bağımsız düşünülmüş biraz romantizm biraz komedi anlayışı ile oluşturulmuş gibi görünen filmde yönetmen Rosenberg de filmin çekildiği yılın özgürlük ve serbestlik modasına uymaya çalışır bir havada serbest stil bir anlatım tarzı benimsemiş sanki. Sık sık kullanılan ve yoran zumlar, sanki Deneuve’ün varlığından ilham alınmış gibi görünen Avrupa sineması esintili kimi kareler ve özellikle Lemmon’ın şov yaptığı sahnelerdeki Amerikan sinemasına has bir anlatım tarzı birbirine karışmış bir şekilde filmde yer almışlar. Hollywood , hiç göstermese de, Paris’i yine bir aşk şehri olarak kullanıyor filmde. Buna karşılık New York garip insanların gittiği garip partiler ve garip kulüplerle dolu ve filmin sürekli bir alay konusu olarak kullandığı (garip heykeller, otomatik makineler ve kapılar vs.) modernizmi ile ürkütücü bir şehir adeta.

Catherine Deneuve belki de kariyerinin en silik oyunlarından birini veriyor film boyunca ama bunun en temel nedeni senaryonun ona adeta oynayacak hiçbir alan bırakmamış olması. Jack Lemmon ise yine çok başarılı. Filmin de en (ve belki de elle tutulur tek) komik ve yaratıcı sahnesinde bir diskotekte kız arkadaşını karanlıkta bulmaya çalıştığı anlarda olduğu gibi tek başına filmin en başarılı ve çekici unsuru oluyor. Öyle ki filmin genellikle vasat sularda gezinen havasını değiştirmek için tek başına kendisini paralıyor sanki. Film Lemmon ve Deneuve’ün geride bırakarak Paris’e kaçmayı planladıkları hayatlarına ait olmadıklarını söylüyor bize ama iki oyuncunun bu filme de ait olmadıkları çok açık.

Yine de açık hava tiyatrosunda tek başına hayatını gözden geçiren Lemmon’ı gösteren kare, yine Lemmon’ın keyiflendiren oyunu ve 60’lı yıllardan getirdiği esintiler ile ilgi çekebilecek bir çalışma. Buna bir de genç bir Catherine Deneuve’ün o yıllardaki saf güzelliğini ekleyince filmi seyretmek için yeterli nedeniniz var aslında. Keşke daha iyi bir senaryo ile Lemmon çabasının karşılığını alabilseymiş diye düşünmemek elde değil.

(“Bana Sevdiğini Söyle”)