En Chance Til – Susanne Bier (2014)

“Seninle tanıştığımızda tek isteğinin çocuk sahibi olmak istediğini söylemiştin. O, artık bizim!”

Bebeklerini kaybeden bir çift, polis olan adamın ebeveynlerinin ciddi ihmaline maruz kalmış bir bebekle karşılaşması ve onun aldığı cüretkâr kararın hikâyesi.

Anders Thomas Jensen’in senaryosundan Susanne Bier’in çektiği bir Danimarka – İsveç ortak yapımı. Annelik, çocuk sahibi olmak, fedakârlık gibi temalar üzerinden ilerleyen hikâyesi ile ilginç ama bu hikâyeyi anlatan senaryosu ile sık sık da aksayan bir çalışma. Oyuncuların dört dörtlük performansları, Bier’in her bir sahne için en uygun olanı yakalamış görünen yönetmenlik çalışması ve Michael Snyman’ın görüntülerinin yaratmayı başardığı tedirgin edici atmosfer ile önemli olan çalışma, gereksiz bir rahatsız ediciliğe sahip olması ve hikâyeyi fazla zorlayarak gerçekçiliğe zarar vermesi ile kendi kendini yaralıyor. Bu kusurlarına rağmen, filmin özellikle “herkes çocuk sahibi olabilir mi/ olmalı mı” sorusunu sormaktan ve cevabı üzerinde düşündürtebilmesinden kaynaklanan bir çekiciliği de var kesinlikle.

Genç bir çift ve uykusunda ölen bebekleri, polis olan adamın ne yapacağını şaşırması ve o sırada karşısına çıkan “fırsat”ı değerlendirmek gibi çılgın bir fikire kapılması ile gelişen olayları anlatıyor bize film. Bunu yaparken zaman zaman bir polisiye havasında ilerliyor, sık sık trajedinin rotasını izliyor ve sert sahnelerden de hiç kaçınmıyor. Sonuç, evet etkileyici ama aynı zamanda da rahatsız edici oluyor doğal olarak. Fazla sallanmayan bir el kamerası kullanımı, sık sık karakterin gözlerine odaklanan kamera ve oldukça doğal görünen ama üzerinde epey düşünüldüğü açık olan yönetmenlik çalışması ile film biçimsel açıdan sınıfı geçiyor kesinlikle. Bebeğin dahi gözlerine odaklıyor kamerayı yönetmen Bier ve yakın plan çekimlerle karakterlerin korkularını, tereddütlerini ve umutlarını bize hayli doğrudan aktarıyor. Zaten trajik olan bir hikâyede bu vurguya ayrıca ihtiyaç olduğu tartışılabilir kuşkusuz ama Bier’in yakaladığı etkileyiciliği de kabul etmek gerek. Sabah uyanan bir kadının yataktan kalkarken odasının güneşin sarı ışıklarına boğulmuş bir halde gösterilmesi (karşı karşıya kalacağı sürprize bir gönderme olarak belki de), doğa görüntülerinin hep bir tedirginlik duygusunu içerecek şekilde karşımıza getirilmesi ve kimi kritik sahnelerinde kameranın karakterlerin duygusal sallantılarını taklit edercesine hareket etmesi gibi tercihleri de filmin “teknik” başarısının örnekleri arasına eklemek mümkün ve filmin yaratıcılarını bunun için tebrik de etmeli kesinlikle. Ne var ki bunların yanında yine görsel açıdan rahatsız edici tercihleri var filmin ki hikâyeye katkısı gerçekten tartışmaya açık bunların. Ölü bir bebek bedeninin defalarca gösterilmesi veya bakımsızlık nedeni ile kendi pisliği içinde yaşamda kalmaya çalışan bir bebeğin görüntüsünün sık sık karşımıza çıkmasının amacı ne olabilir diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi sık sık.

Filmin adındaki ikinci şansın kime tanındığı üzerinde de durmak gerekiyor bir parça: Finalde tanık olduğumuz gibi bir çocuğa mı tanınıyor bu şans, yoksa bir (hatta iki farklı) anneye mi? Kendimize veya bir başkasına ikinci bir şans tanırken, bir başkasının aleyhine yapıyorsak bunu ve ondan esirgiyorsak bu ikinci şansı, yaptığımız ne kadar doğru kabul edilebilir? Sorularını başka alanlarda da soruyor ve sorduruyor film: “Herkes anne olabilir mi?”, “annelik bir kadının mutlaka üstlenmesi gereken bir statü müdür”, “toplumsal beklentiler arzularımızla çatıştığında ne olur?” vs. Açıkçası sorular önemli ve hikâye bu soruların dikkatimizden kaçmaması için elinden geleni yapıyor ve başarıyor da bunu, zaman zaman vurgusunun dozunu kaçırsa da. Bunun yanında hikâye aksıyor da bir yandan epeyce. Adamın kolay kolay kimsenin yap(a)mayacağı bir şeye neden kalkıştığını, buna nasıl cesaret ettiğini anlatamıyor bir türlü bize. Üstelik yaptığı şeyi yapabilmesi pek de gerçekçi değil ki hikâyenin kimi başka sahnelerinde de karşımıza çıkıyor bu problem. Adamın bu korkunç işi yapmak yerine neden başka bir yol denemediğini anlayamıyoruz bir türlü örneğin. Kahramanımızın iş arkadaşının özel hayatındaki problemi ve sonraki “kendini toparlama” yan hikâyesinin neden filmde yer aldığı da sorguya açık epey.

Filmin uzun bir süre polisiye havasında ilerliyor olması hikâyeye bir gerilim katsa da, “ne olacak” sorusu sanki filmi asıl derdinden bir parça uzaklaştırıyor aynı zamanda. Hikâyeyi yönlendiren temel karakter olan adam olmasına rağmen, babalık kavramını hak ettiği ölçüde değerlendirmiyor film. Buna karşılık finale doğru öğrendiğimiz gerçeğin hayli vurucu olması ve o ana kadar tanık olduklarımızı bize yeniden düşündürtmesi hayli etkileyici olmuş kesinlikle. Nikolaj Coster-Waldau ve May Andersen’in oyunculuklarının özellikle çarpıcı olduğu filmde, Ulrich Thomsen (senaryo kendisine yeterili oyun alanı bırakmasa da), Maria Bonnevie ve Nikolaj Lie Kaas da başarılı performanslar sunuyorlar ve filmi oyunculuk açısından zirve diye tanımlayabileceğimiz bir noktaya taşıyorlar.

(“A Second Chance” – “İkinci Bir Şans”)

Hævnen – Susanne Bier (2010)

“O ölmek istemiyordu ama sen pes ettin. Pes eden insanlara tahammül edemiyorum”

İki Danimarkalı aile üzerinden anlatılan bir şiddet, intikam ve dostluk hikâyesi.

Danimarkalı yönetmen Susanne Bier’den 2011’de aralarında En İyi Yabancı Film dalında Oscar’ın da olduğu pek çok ödül kazanmış bir film. Temel olarak şiddetin kendisi ve şiddet karşısında insanların tepkileri üzerine bir hikayesi olan film, kazandığı Oscar’ı açıklayacak şekilde duygusal ve büyük konuları geniş seyirci kitlesi için basitleştiren yapısı ile belki sinemasal açıdan çok önemli değil ama kimi anlarındaki etkileyiciliğine kolay kolay kayıtsız kalınamayacak bir çalışma.

Boşanmak üzere olan bir ailede baba sık sık yoksul halka sağlık hizmeti vermek için Afrika’ya giden bir doktor. Yine doktor olan anne ise iki çocuğunu da büyütmeye çalışıyor bir yandan. İki çocuktan büyük olanı okulunda sürekli olarak arkadaşları tarafından taciz ediliyor ve aşağılanıyor. Diğer ailede ise anne kısa bir süre önce kanserden ölmüş ve baba kendisini annesinin hastalığı döneminde pes etmekle suçlayan oğlu ile arasını düzeltmeye çalışıyor. İki çocuğun arkadaşlığı ile birlikte gelişen olaylar ise ana akım bir Amerikan filminde anlatılandan çok da farklı değil aslında ve sık sık kolaya kaçması ile eleştirilebilecek bir senaryosu var filmin. Anders Thomas Jensen’e ait olan ve temelini yönetmen ile birlikte attıkları senaryonun ciddi bir farkı var yine de ki filmi yönetmenin zarif ve dokunaklı anlatımı ile birlikte asıl ayakta tutan da bu. Hikâyede şiddet hem karakterlerin kişisel hayatındaki yeri ile hem de doktorun Afrika’da gözledikleri üzerinden daha üst ve toplumsal bir düzeydeki yeri ile ele alınıyor. Filmin hikayesini Danimarka gibi genel olarak toplumsal uyumun üst düzeyde seyrettiği ve şiddetin karşılıklı hoşgörü nedeni ile düşük bir orana sahip olduğu ülkede geçirmesinin, toplumun daha doğrusu onu oluşturan insanların, genlerinde gizli olan şiddet duygusunu ortaya koymak açısından ilginç ve doğru bir tercih olduğunu söylemek gerek. Çocukların kendisine şiddet uygulayan adama pasifist ve hani nerede ise entelektüel bir çıkış ile karşı koyan babayı eleştirdiği sahne ve burada babanın yaşadığı ikilem aslında oldukça ilgi çekici. Şiddete aynı şekilde karşılık vermenin sadece yeni bir şiddeti doğuracağını savunan babanın tarafında duruyor film ama okulda geçen benzer bir olayda, gördüğü şiddete çok daha fazlası ile karşılık veren çocuğun elde ettiği konumu da göstererek toplumda güç kullanımının bireye sağladığı artıları da sergiliyor. Yine bu kapsamda, doktorun Afrika’da şiddetin baş uygulayıcısı olan bir çete reisini tedavi etmesi gerektiğinde yaşadığı ikilemi ve sonunda kendisinin de payının olduğu trajik sonu da karşımıza getiren film bu sorunun kolay bir cevabı olmadığını ortaya koyarak üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir alanı da açıyor seyircinin önünde. Ne var ki film tüm bunları yaparken sık sık oldukça ana akım tarzı bir anlatıma sapıyor ve oldukça derinleşebilecek bir temayı popülerliğe kayarak zayıflatıyor. Avrupalı bir sanatçı ile olarak çıkılan yolda ilk gördüğü sapakta Amerikan tarzı bir yaklaşıma kayan bir tavrı var filmin özet olarak.

Şiddete yine şiddet ile karşı koymayan bireyin hayatının epey güç olduğu günümüz toplumunda Gandhi türü pasifist yaklaşımların ne derece işe yaradığının sorgulanmasını gerektiren olaylar zincirinin finalde geldiği nokta, bu derece ciddi bir toplumsal sorun üzerinde düşünceler üreten bir entelektüelin yüzeysel bir iyimserlik ile sıyrılması olmuş bu işten ama yine de film kesinlikle kendisini ilgi ile seyrettirmeyi başarıyor. Doktorun kendisine vuran adamın yanına çocuklarını da alarak gitmesi ve çocuklarına kendi yaklaşımının doğruluğunu göstermeye çalışması ve yine aynı adamın Afrika’da onun hümanist yaklaşımının bile anlamsız kaldığı bir trajedi karşısında halkın intikamına nerede ise aracılık etmesi gibi sahneler filmin seyirciyi kolayca eline geçirdiği anları olarak dikkat çekiyor. Başta doktor ve eşi rolündeki Mikael Persbrandt ve Trine Dyrholm olmak üzere başarılı oyuncular da filmin çekiciliğine destek sağlıyorlar. Johan Söderqvist imzalı müzikler ve Morten Søborg’ ait görüntüler de başarılı ama yönetmenin güzel Afrika görüntülerinden kaçınamamış olmasını da eleştirmek gerek. Yine de Bier’in hikâyesini anlatırken sahnelerin arasına yerleştirdiği bu ve benzeri doğa görüntülerinin seyirciye seyretmekte olduğu hikâyedeki şiddet teması üzerine düşünme fırsatı verdiği ve eşlik eden müzik ile birlikte konunun derinliğini hatırlatan bir yapıya sahip olduğu söylenebilir.

Orijinal adı “İntikam” anlamına gelen filmin İngilizce adını “Daha İyi Bir Dünyada” olarak belirleyenler herhalde ilk adın fazla sert olduğunu düşünmüşler ama tercih ettikleri isim de sadece filmin sondaki gereksiz ve anlamsız iyimserliğini desteklemekten öteye geçemiyor. Senaryosundaki kimi boşluklar (örneğin çocuklardan biri olan Christian’ın nerede ise kötücül bir karakter olarak algılanmasına yol açacak şekilde, şiddet eğiliminin arkasında ne olduğunun yetersiz bir şekilde izah edilmesi), rahatsız etmekten çok rahatlatıcı bir finali tercih etmesi ve Danimarka’daki şiddet ile Afrika’dakini derdini anlatabilmek için biraz zorlama bir biçimde paralel biçimde anlatması ile de eleştirilebilecek olan film tüm bunlara rağmen ilgiyi rahatlıkla hak ediyor.

(“In a Better World” – “Daha İyi Bir Dünyada”)