The Slender Thread – Sydney Pollack (1965)

“Beni dinle, Inga ve lütfen dediğimi doğru anla. Kafam derslerden patlayacak durumda. Bu gece bu telefonu açmadan önce bir sürü derse girdim. O yüzden başka derse ihtiyacım yok, anlıyor musun? İyi insanlara ihtiyacım var ama. Duvarların üzerine geldiğini hissediyorsun, ben de hissettim bunu. Görmezden gelindin ya da insanlar doğrudan yüzüne bakmadılar bile, ben de yaşadım bunu. Acı çektirdiler veya hoşgörü gösterdiler, bana da oldu. Tamam mı? Kötü zamanlar bunlar, her şey çürümüş durumda. Senin gözünde dünya bir kül yığını. Peki ama alternatifi ne? Sana soruyorum, Inga, tanrının adına, alternatifi ne? Her nefes aldığımda, aldığım her nefes ve her yudumda sanki kabarcıklar var, sanki katılar. Neden elini uzatıp bana yaslanmıyorsun ve benim hissettiğimi hissetmiyorsun? Neden benim dünyama gelemiyorsun?”

İntihar amacı ile hap alan bir kadın ve onun son bir sohbet için aradığı acil yardım hattındaki gönüllü bir öğrencinin hikâyesi.

ABD’li gazeteci Shana Alexander’ın Life dergisinde yayımlanan ve gerçek olaylara dayanan bir makalesinden uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Stirling Silliphant’ın yazdığı filmin yönetmenliğini televizyon dizileri ile başladığı kariyerindeki ilk sinema filmini çeken Sydney Pollack üstlenmiş. Başrollerde çekimlerden bir yıl önce Oscar kazanan Sidney Poitier ve iki yıl önce bu ödülü alan Anne Bancroft’un paylaştığı film gösterime girdiğinde gişede başarı sağlayamamıştı. Caz temalı müziklerini Quincy Jones’un hazırladığı film bugün iki başrol oyuncusunun yanısıra, ilk sinema filminde klasik Hollywood’dan uzak bir yönetmenlik araştırması içine girmiş görünen Pollack’ın çalışması ile ilgi çekecektir. Zaman zaman bir melodram havasına bürünse de ve intihar girişiminde bulunan bir insana yardım etmek için ayaklanan tüm kişi ve kurumları bir parça mekanik (bir parça abartı ile söylersek bir “kamu spotu” havasında) bir kurgu ile anlatsa da ilginç bir çalışma bu. İki yıldızını hiçbir sahnede bir araya getirmemek gibi farklı bir tercihte bulunan film, serbest bir havaya büründüğü anlardaki anlatımı ve başrolleri biri siyah biri beyaz olan iki yıldıza verebilme “cüret”ini göstermesi ve bu tercihinin sonucu olan kimi başka unsurları ile de ilgiyi hak ediyor.

Seattle’ın havadan çekimi ile açılıyor film ve açılış jeneriğine eşlik eden görüntüler iki baş karakteri bize ilginç bir şekilde aktarıyor. Quincy Jones’un hikâyenin “şehirli” havasına çok uygun ve fazlası ile “caz” bir hava takındığı zamanlar hariç hayli başarılı müziğinin desteklediği görüntüler fıskiyeli bir havuzun kenarında duran ve suya hüzünlü bir biçimde bakan kadın ile şehrin bir başka noktasındaki bir üniversite öğrencisi arasında gidip geliyor. Kadının mutsuzluğuna, erkeğin ise çalışkanlığına (gönüllü çalıştığı kliniğe arabası ile giderken bir yandan da gözü ders kitabında olan bir öğrenci bu) tanık olduğumuz bu giriş sahnesinde -filmin her anında tercih etmediği- üslupçu bir hava kendisini gösteriyor. Kamera gökyüzünden yere kadar iniyor veya tersine yükseliyor, şehrin bir noktasından diğerine atlıyor vs. Bu üslupçu havayı her zaman takınmıyor film; Sydney Pollack sanki klasik Hollywood anlatım dili ile kendisine özgü bir dili oluşturma çabası arasında net bir tercihte bulunmamış veya bulunamamış gibi görünüyor daha çok. Açılıştaki farklı havanın bir benzerini diskotekteki dans sahnesinde de görüyoruz ki filmin doruk anlarından birisi bu bölüm. Kocasından hep gizlemiş olduğu “günah”ının ortaya çıkmasından tedirgin kadın ve kızgın/kırgın kocasının iki arkadaşları ile birlikte gittikleri bu yerde çılgınca dans eden gençleri izlemeleri, kadın ile kocası arasında dile dökül(e)meyen gerginlik, kadının eğleniyor olduğunu gizle(ye)memesi, kocanın duyduğu rahatsızlık gibi unsurları ve ana karakterlerin ruh hallerinin bulundukları ortamın arsız ve gamsız havası ile çelişiyor olmasını akıllıca kullanıyor Pollack ve gerçekten farklı ve keyifli bir sahne yaratıyor. Kadının dans edenleri seyrederken hayal ettiği “erotik görüntü” hem filmin geri kalan bölümü için taşıdığı önem hem de klasik Hollywood sinemasından uzak mizanseni ile hayli ilgi çekici.

Tecrübeli çalışanın oğluyla vakit geçirebilmek için ayrılması nedeni ile klinikte yalnız kalan genç adamın ilk sözü “Biriyle konuşmalıyım” olan kadının telefonuna cevap vermesi ile başlıyor bir çeşit zamana karşı yarış hikâyesi anlatan bu film. Bu zamana karşı yarış filmde zaman zaman mekanik bir havanın doğmasına neden olmuş ki hikâyenin genel başarısına gölge düşürüyor bu durum. Klinik çalışanları, polis, telefon idaresi (arayan numaranın kimliğini tespit etmenin epey zahmetli ve uzun bir süreç olduğu günler bunlar), sahil muhafız ve hatta itfaiyenin dahil olduğu bu yarış filme Pollack’ın diğer çabalarının aksine klasik bir hava katıyor ki filmin ihtiyacı olan bu değilmiş kesinlikle. Yine de Poitier ve Bancroft’un oyunculukları ve yönetmenin kamera hareketleri ile sağladığı dinamizm bu bölümleri kurtarıyor çoğunlukla. Duvarında “Her iki dakikada bir Amerikalı intihara teşebbüs eder” yazısı (2016 tarihli bir istatistik her on dakikada bir girişim olduğunu söylüyor) bulunan klinikte çalışan acemi ve gönüllü genç rolünde Poitier sahnelerinin büyük bir kısmında bir telefona konuşuyor; çünkü hapları içen bir kadın bir otel odasından arıyor onu ve hikâyenin sonuna kadar da iki oyuncu asla bir araya gelmiyor. İki oyuncu açısından da zor bir durum bu aslında: Poitier çoğunlukla bir ahizeye karşı oynarken, Bancroft da sık sık sadece sesini veriyor hikâyenin emrine ve kesinlikle her ikisi de başarı ile kalkıyor bu yükün altından. Poitier’ın kadının zorlaması ile kahkaha attığı sahne (kahkaha atmanın bir oyuncu için zorluğunun üzerine bunu bir de hikâyenin akışı gereği zorlama ile yapmasının zorluğunu ekleyin) ve öfkeden umutsuzluğa ve umuda gidip gelen anlardaki performansı ile Bancroft’un hep acı çeker gibi görünen gözleri ve örneğin sahilde bir kuşu ölmekten kurtarma telaşına düştüğü andaki oyunculuğu kesinlikle göz dolduruyor.

Temel olarak üç farklı koldan ilerliyor hikâye: Genç adamın kadını kurtarabilmek ve hayatta tutabilmek için gösterdiği çaba, kadının yerini saptamaya ve ona ulaşmaya çalışan tüm görevliler ve öncesinde yaşadıkları ve bugünü ile kadının kendisi. Film bu üç unsuru aksamayan bir kurgu ile karşımıza getiriyor çoğunlukla ve görüntü yönetmeni Loyal Grigss’in siyah ve beyazın çekiciliğinden ve imkânlarından ustaca yararlanan görüntülerinin katkısı ile özellikle geçmişte olanları anlatan sahnelerde yüksek bir sinema düzeyi yakalıyor. Steven Hill’in başarılı bir sadelikle oynadığı kocanın balıktan döndüğü sahnede onunla kadın arasındaki sahne, mizanseni, oyunculuklar ve sessizliğin ya da kesik konuşmaların egemen olduğu diyalogları ile hayli başarılı örneğin. Geçmişine görsel olarak, bugününe ise uzun süre sadece sesi aracılığı ile tanık olduğumuz kadının “bugün” ilk kez göründüğü ânın uzun süre geciktirilmesinin ve sonra çok doğru bir zamanda kullanılmasının takdiri hak ettiğini söylemekte yarar var.

Bir romantik ilişki söz konusu olmasa da “beyaz kadın”ı kurtaranın “siyah erkek” olması ticari açıdan cesur bir seçim olarak görülebilir şüphesiz; benzer şekilde bu yazının girişinde yer alan sözleri söyleyenin o siyah adam olmasını ve bu sözlerin onun rengi nedeni ile yaşadığı zorlukların açık bir ifadesi olmasını da övmek gerekiyor. Belki filmin sonunda adamın kadının yanına gitmeyi ret etmesi “beyaz seyirci”yi rahatlatmış olabilir ama bunun özellikle düşünülmüş bir şey olmadığı açık.

Bazen biri ile, hatta herhangi biri ile konuşabilmenin ne kadar öenmli olduğunu vurgulayan hikâyeye kaynaklık eden makalenin yazarı Shana Alexander’ın kendi kızının filmden kırk yıl sonra, 25 yaşındayken intihar ettiğini ve disko sahnesinde yer alan müzik grubunun 1965 ile 1967 arasında varlığını sürdüren The Sons of Adam olduğunu ama bu sahnede kullanılan müziğin onlara ait olmadığını da söyleyelim ve Pollack’ın bu ilk sinema filmini görmekte yarar var diyelim son olarak.

(“Seni Yaşatacağım”)

This Property Is Condemned – Sydney Pollack (1966)

“Mardi Gras, karnaval demek. Demiryolu üzerinde yürümem gerekse bile gideceğim oraya. Kendi kostümümü tasarlayacağım: Siyah, parlak pullu. Tenim o elbise içinde beyaz görünecek. Yürürken parıldayacağım, dans ederken ışıldayacağım ve maskeli onca erkek… kim olduklarını bilmeyeceğim ve onlar da benim kim olduğumu bilmeyecek. Dans edeceğim, hem de hiç durmadan dans edeceğim”

1930’lardaki büyük ekonomik kriz döneminde, küçük bir Amerikan kasabasında herkesin gözdesi olan bir kadın ve ekonomisinin can damarı olan demiryollarında çalışanların bir kısmını işten çıkarmak için kasabaya gelen bir adamın hikâyesi.

Tennessee Williams’ın 1946’da yazdığı, aynı adlı ve tek perdelik oyunundan serbest bir biçimde uyarlanan bir Amerikan yapımı. Senaryosunu Francis Ford Coppola, Edith Sommer ve Fred Coe’nun yazdığı filmi Sydney Pollack yönetmiş. Başrollerini Natalie Wood ve Robert Redford’un paylaştığı filmde Kate Reid ve Charles Bronson da diğer önemli rolleri üstlenmişler, kadının annesi ve hayranlarından biri karakterlerinde. İlginç bir tesadüf sonucu, o tarihe kadar tümünün kariyerleri televizyon ağırlıklı olan Pollack, Redford, Reid ve Bronson’un sinemaya kaymaya başladıkları dönemin başında çekilen filmin asıl yıldızı Natalie Wood ve önceki birkaç filminin düşük gişe gelirinden sonra hayli önem verdiği bir çalışma olmuş bu. Wood, Redford ve Pollack’ın çıkan sonuçtan mutlu olduğu ama Tennessee Williams’ın, isminin kullanılmasına izin vermemekle tehdit edecek kadar hoşlanmadığı bir film bu ve bugün belki kelimenin tam anlamı ile bir klasik olarak görülmese de kimi özellikleri ile ilgiyi hak eden ve hatırlanan bir çalışma. Hikâyenin ikinci yarısında yer alan ve New Orleans’ta geçen romantik bölümlerin filmin genel havasından -hem içerik hem mizansen olarak- farklı ve bu nedenle de garip durduğu çalışma, başta iki başrol oyuncusu olmak üzere tüm kadrosunun başarılı performansları ve onun en iyilerinden olmasa bile Williams’ın izini taşıyan öğeleri ile izlenmeyi hak ediyor kesinlikle.

Film, üzerine hayli büyük gelen ve sonradan ablasından kaldığını anladığımız dekolte bir elbise giyen ve rayların üzerinde yürüyen genç bir kızın hikâyesini kendi yaşlarında bir erkek çocuğuna anlatması ile başlıyor ve yine aynı gençlerin görüntüleri ile sona eriyor. Dinlediğimiz trajik bir hikâye ve Williams’ın izlerini taşıyan sahneleri ve diyalogları ile de kendisini seyrettirmeyi başarıyor. Kasabanın tüm erkeklerinin “ilgi odağı” olan ve annesinin de bu durumu ailesini ve kendisini ayakta tutmak için arsızca kullandığı kadının tüm o yapay sevgi gösterilerinden ve içine sıkışıp kaldığı küçük kasaba hayatından kurtulmak için bir fırsattır karşısına çıkan ve büyük şehirden gelen yakışıklı yabancı. Ne var ki tüm o “kirlenmişlik”ten sonra bir mutluluk düşü gerçekçi midir ve ne kadar sürebilir bir güzel düş, bunu anlatıyor bize film. Senaryo tamamen bitmeden çekimlerine başlanan film eleştirmenler ve seyirciden beklenen ilgiyi görmeyince, Wood yaklaşık üç yıl boyunca sinemadan uzaklaşmış ama bugün baktığımızda bu ilgi yetersizliğinin bir parça haksızlık olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Evet, hikâyeye kaynaklık eden oyun Williams’ın en parlak eserlerinden biri değil ve film gidebileceği (ve gitmesi gereken) yerlere bir türlü gidemiyor gibi görünüyor ama kendine özgü bir çekiciliği de var açıkçası. Klasik Hollywood’dan esintiler taşıyan ama bunu 1960’lar sinemasının özellikleri ile modern kılmış bir görünümü var öncelikle. Natalie Wood ve Robert Redford başta olmak üzere, tüm kadronun parlak oyunculukları da filme ayrı bir cazibe katıyor. Wood, Altın Küre’ye aday olan performansı ile rolüne epey asıldığını göründüğü her karede kanıtlıyor bize ve karakterinin dinamizmini, çekiciliğini, yaşam arzusunu, sevilmekten aldığı keyfi ve umutlarını ustalıkla geçiriyor seyirciye. Senaryonun Wood’un aksine daha az fırsat tanımış göründüğü Redford ise “gösterişsiz” bir rolün nasıl canlandırılabileceğinin çekici bir örneğini oluşturuyor ve vasat bir oyuncunun gölgede kalmasına engel olamayacağı bir karakteri ayaklandırıp, onu kritik önemde bir konuma yerleştiriyor. Onun bu başarısı olmasaydı, aşk hikâyesi sahip olduğu etkileyicilikten epey bir kısmını yitirebilirdi.

Filmin orijinal adında yer alan “condemned” kelimesi İngilizcede iki farklı anlamda kullanılıyor. Büyük bir suç işlediği için idama mahkum edilen insanlar için olduğu gibi, aynı zamanda içinde yaşanması tehlikeli bulunulan binalar için de kullanılıyor bu kelime. Filmin başında gördüğümüz büyük evin (Wood’un annesinin işlettiği ve kasabanın demiryollarında çalışanların kaldığı bir pansiyon burası) kapısına resmî makamların astığı ve binada oturmanın yasak olduğunu belirten yazı (filmin ismi aynı zamanda bu yazı), Wood’un canlandırdığı Alva karakterinin durumunu da anlatıyor. O da tıpkı bu ev gibi bir “mülk” ve birlikte yaşanması “imkânsız”. Hikâye bu göndermenin bir benzerini iki aşığın gittikleri bir film üzerinden de yapıyor: “One Way Passage” filmindeki kadının ölmek üzere olan bir hasta olması ve filmden çıkışta kadının (Wood’un) adama (Redford’a) filmleri -özellikle de mutsuz bitenleri- her görüşte farklı bir son bekleyerek seyrettiğinden bahsetmesi bizim seyrettiğimiz filmin sonu ile ilgili de epey ipucu veriyor seyirciye.

Bazı sahnelerinin mizanseni ve özellikle de bol diyaloglu olması ile bir oyundan uyarlandığını zaman zaman hatırlatsa da film, Sydney Pollack’ın yönetmenliği hikâyeye kesinlikle bir sinema havası katmayı başarmış ve pansiyonun dışında geçen sahnelerde olduğu gibi hem filmin nefes almasını sağlamış hem de herhangi bir zorlamadan uzak bir hava yaratmayı başarmış. Buna karşılık filmin New Orleans’taki mutluluk bölümü, sanki başka bir filmden alınıp bu filme yedirilmiş gibi bir görüntüye sahip. Bu bölüm hem senaryo hem de yönetmenlik açısından filmin en zayıf anlarına sahip olduğu gibi hikâyenin geneli ile de her açıdan farklı bir yerde duruyor ve açıkçası bir parça zayıf anlatılmış finalle birlikte filme de zarar veriyor. Neyse ki kısa tutulmuş bu bölüm ve büyük/kalıcı bir hasara neden olmuyor.

Oyuncunun sonraki kariyerini düşününce, Charles Bronson’un aslında oyunculuk yeteneği olduğuna şaşırarak tanık olacağınız film, belki de hikâyeyi başlatan ve kapatan genç kızın bir fantezisidir ama fantezi ya da değil, iki baş karakter arasındaki -aslında çok da gerçekçi olmayan- aşkı “elektrikli” bir şekilde anlatmayı başarıyor. Özgürlük ve cinsellik gibi temalara da değinen bu “yetişkin” filmi, Hollywood’un iki büyük ismini gencecik halleri ile karşımıza getirmesi ile bile ilgi görebilecek bir yarı-klasik; olabileceği kadar parlak değil belki ama kesinlikle çekici.

(“Lanetli Kadın”)

The Firm – Sydney Pollack (1993)

The_Firm“İçeride, bir yerlerde, karanlıkta, şirket bizi dinliyor”

Harvard’dan yeni mezun genç ve yetenekli bir avukatın aldığı çarpıcı bir teklif sonucu kabul ettiği işte başına gelenlerin hikâyesi.

Pek çok kitabı sinemaya uyarlanan John Grisham’ın aynı adlı romanından yola çıkılan senaryosu David Rabe, Robert Towne ve David Rayfiel tarafından yazılan ve Sydney Pollack’ın yönettiği bir Amerikan yapımı. Ünlülerle dolu bir oyuncu kadrosu olan film Amerika’nın en çok kazandıran ve en çok nefret edilen mesleklerinden biri olan avukatlığı genç bir avukat ve çalışmaya başladığı tuhaf şirket üzerinden anlatan hikâyesi, hızlı başlayan ve giderek de yükselen temposu ve gerilim ve heyecanı ile dikkat çekiyor ama ciddi inandırıcılık problemlerinin yanısıra, bir türlü yeterince güçlü bir dil üretememesi ve -temposunun da etkisi ile olsa gerek- her şeyin üzerinden öylesine bir durup geçivermesi ile ticari sinemanın da olsa parlak örneklerinden biri olamıyor.

Tom Cruise, Gene Hackman, Jeanne Triplehorn, Holly Hunter, Garry Busey ve Ed Harris gibi Amerikan sinemasının öne çıkan isimlerinin yer aldığı bir film karşımızdaki. Senaryoda ünlü isimlerin imzası var, yönetmen ise sinema tarihine bazı başyapıtlar armağan etmiş bir isim olan Sydney Pollack. Kaynak roman ise sinemaya bereketli bir malzeme sağlayan John Grisham’a ait. Tüm bu isimler bir araya gelince, en azından Hollywood tarzı bir parlak ticari sinema örneği umuyorsunuz ama sonuç öyle olmamış ne yazık ki. Öncelikle filmin “politik” yanı üzerinde duralım: Hikâye kara para aklama, vergi kaçırma, şirketlerin mafya ile ilişkisi, tehdit, cinayet vs. gibi unsurlar üzerinden sistemin kötü bir resmini çiziyor gibi görünüyor ama tüm popüler Amerikan sineması örneklerinde olduğu gibi ve finalin de vurguladığı gibi sistem değil içindeki yozlaşmış kurum ve bireyler eleştirilen aslında. Kahramanımızın filmin sonundaki kararı onu aleni bir yozlaşmanın içinden çıkarıyor evet, ama içine katılacağı sistem bunun daha kabul edilebilir bir versiyonu olacak sadece. Bir başka deyişle, bir başka şirkette yine zenginlerin çıkarını savunan ve ayrıcalıklı bir yaşam süren bir avukat olacak baş karakterimiz kuşkusuz. Oysa filmin “Gençliğimde yaz tatillerinde avukatlar ve eşlerinin golf sopalarını taşırdım. Uzun ve güneşten bronzlaşmış bacaklarına baktığımda avukat olmam gerektiğini anladım” gibi üzerinden çok daha dolu bir hikâye üretilebilecek cümleleri var ama bunlar sistemi rahatsız etmeyecek bir düzeyde tutuluyor hep. Yine de eleştiri eleştiridir diyerek göz ardı edelim bunu, sonuçta Hollywood bu.

Hikâyenin Tom Cruise’den bir süper avukat/kahraman yaratmak üzere kurulması beraberinde inandırıcılık sorunlarını da getirmiş görünüyor. Hızlı başlayan ve temposunu da giderek arttıran filmin özellikle son yaklaşık kırk beş dakikası avukatımızın harika planını gerçekleştirmesini ve böylece sadece “şirket”ten değil, aynı zamanda mafyadan ve FBI’dan da kurtulmasını, abisini içinde bulunduğu kötü koşullardan çekip çıkarmasını, ailesini ayakta tutmaya başarmasını ve mesleğindeki geleceğini de korumasını anlatırken, bir adamın tüm bunları başarmasına doğal olarak şaşırıyor ve hikâyeye kuşku ile yaklaşıyorsunuz. Açıkçası senaryonun seyirciye ne planı ne de bu planın eşinin avukattan habersiz olaylara karışmasına rağmen bozulmamasını anlamada bir yardımı oluyor ve bunun yerine sanki seyirciye şunu söylüyor: “Hikâyeyi dert etme, otur ve tempolu heyecanın tadını çıkar”. Böyle olunca da Tom Cruise’un hem fiziksel hem düşünsel anlamda harikalar yarattığı ve bu harikalardan rahatsızlık duymazsanız, tadını çıkarabileceğiniz bir film çıkıyor.

Filmin yıldızı Tom Cruise ve yeteneklerinin elverdiği ölçüde hikâyeyi sürüklemeyi başarıyor ama şunu da hep hissettiriyor size: “Yetenekleri sınırlı ama gerçekten çabalıyor”. Gene Hackman, Ed Harris ve rol aldığı sahnelerin kısalığına rağmen Holly Hunter ise filmin oyunculuk açısından öne çıkan isimleri oluyor. Dave Grusin’e ait olan ve onun tarafından seslendirilen piyano müziği de ilgiyi hak ediyor, öncelikle bu tür filmlerin duyar duymaz tanıdık gelen müziklerinden farklılığı ile. Sık sık caz esintileri taşıyan bir müzik bu ve filmden bağımsız olarak da dinlenebilecek bir içeriğe sahip. Ne var ki yönetmen Pollack müziği o denli sık kullanıyor ki bir süre sonra müzik hikâyeye eşlik eder ve onu bütünler bir havadan uzaklaşıp, kendi başına ayrı bir unsur olarak duruyor ve bir parça rahatsız etmeye başlıyor.

Hızlı başlayan ve hep öyle süren, elbette Hollywood’un zanaatkârlığından epey nasiplenmiş olan ve yıldızları ile belli bir çekiciliği garanti eden bir film bu. Eleştirel boyutu sınırlı kalsa da, en azından “şirket”in tümü beyaz, erkek ve evli olan avukatları üzerinden muhafazakârlığı eleştirisinin konusu yapması ve hikâyenin geneline göre ayrıksı durması ile rahatsız eden ama Mike Hammer tarzı yapımlardaki karakterleri hatırlatan özel dedektifi ile film ilgi gösterilebilir sınıfına girmeyi başarıyor. Bir de hep verilen ama pek uygulanmayan bir dersi bir kez daha vurgulaması ile önemli bir film bu: “Şifreniz kolay tahmin edilebilir olmasın!”

(“Şirket”)

The Way We Were – Sydney Pollack (1973)

“Birisine aşık olduğun zaman, bu ister ben olayım ister Roosevelt olsun, sağır, aptal ve kör oluyorsun”

Aktivist ve politik duyarlılığı yüksek bir kadın ile aşık olduğu ve hayat anlayışı kendisinden tamamen farklı bir adam arasındaki inişli çıkışlı aşk hikâyesi.

Amerikalı sanatçı Arthur Laurents’in kendi üniversite ve Hollywood günlerinden esinlenerek yazdığı senaryodan Sydney Pollack tarafından çekilen bir film. Baş rollerdeki Robert Redford ve Barbra Streisand’ı ilk ve son kez bir araya getiren eser, tüm bu isimlerin vaat ettiğine çeşitli nedenler ile ulaşamayan ve bugün daha çok Redford ve Streisand ikilisinin tek ortak filmi olması ile ve bundan da çok Marvin Hamlisch imzalı müziği ve yine onun artık bir klasik olan ve film ile aynı ismi taşıyan şarkısı ile hatırlanıyor. Yapım aşamasında yapımcı, yönetmen ve senarist arasındaki anlaşmazlıklar film seyredildikten sonra daha iyi anlaşılıyor; film yolunda gitmeyen bir ilişki ile politik inanç ve hayat farklılıkları arasındaki bağlantılara odaklanıyor ama buradaki sosyal ve siyasi boyut hak ettiği derinlikte ele alınamamış görünüyor.

Üniversite çağında biri (Streisand elbette) okulun Genç Komünistler Birliği’nin başkanı, diğeri (Redford) sporcu ve şık görünümlü, yazmaya yeteneği olan ama bunu çok da umursamayan bir adam olan iki karakterin on yılı aşan bir süreye yayılan ve arada evliliği de içeren ilişkilerindeki tutku ve ne seninle ne sensiz olarak ifade edilebilecek durumları yeterince inandırıcı değil öncelikle. Tüm politik duruşuna, dünyadaki adaletsizliklere karşı açtığı savaşa ve yoğun aktivist hayatına rağmen kadının bu iki benzemez arasındaki aşkı yıllarca sürdürebilmesinin nerede ise sadece aşık olduğunda aptal bir genç kıza dönüşmesi ile açıklanması yeterli olmuyor elbette. Özellikle filmin üniversite döneminde geçen ve hani nerede ise “bir komünist kızı bile yoldan çıkarır aşk dediğin” diye özetlenebilecek sahneler filmin genel havasındaki rahatsız ediciliğin örnekleri oluyor. Kendisini bir romantik dram olarak konumlandıran filmde, Streisand’ın özellikle politik angajmanlarını ve düşüncelerini sergilediği sahnelerde oyuncunun tercihlerinin de etkisi nedeni ile bir hafif komedi havasının sürekli kendisini göstermesi rahatsız ediyor kesinlikle. Buna karşılık 1947’de başlayan ve ülkedeki solcu aydınları tespit, teşhir ve Hollywood örneğindeki kara liste uygulaması gibi yöntemlerle cezalandırma olarak özetlenebilecek “Amerikan Aleyhtarı Faaliyetler Komitesi” uygulamalarının karakterlerimize de dokunduğunu gösteren sahneler daha ciddi bir yapıya sahip olsa da burada da bir yüzeysellik ve açıkça başarısız bir anlatım söz konusu. Filmin seyirci karşısına çıkmadan önce bu bölümle ilgili pek çok sahnenin kurguda atıldığını öğrenince ortaya çıkan sonucun nedenini anlamak da mümkün oluyor.

Streisand’ın senaryonun tercihlerinin sonucu olarak adeta bir müzikaldeymiş gibi “canlı”oynadığı, buna karşılık Redford’un filmin “ağır” tarafını üstlendiği ama üniversite çağındaki sürekli sakız çiğneyen hali ile karakterine bir derinlik katamadığı filmin en temel hatası taşıyamadığı veya daha doğru bir deyiş ile taşımamayı seçtiği sosyal ve politik içeriği bir yandan hikâyesinin ana temalarından biri yapmayı seçmiş olması. Odasında Lenin posteri olan, Franco İspanya’sına karşı bildiri dağıtan ve komünist aktivistliği hayattaki en temel duruşu olan kadının rahat, esprili, şık ve yakışıklı olan ve sahip olduğu yazarlık yeteneğini bile umursamayan bir adama aşık olması ve Hollywood’a yerleşmesinin ne açıklaması ikna edici biçimde yapılabiliyor ne de film Streisand’ın aşkından dolayı katlandığı ve bastırmaya çalıştığı rahatsızlığının yarattığı dramın sinemasal karşılığını üretebiliyor. Yine de tüm bu anlarda, bazen filmin havasının dışına çıkmış olsa da Streisand’ın varlığı, enerjisi ve aşkın kendisinde yarattığı kırılganlığı seyirciye geçirebilmesi hikâyeyi kurtarıyor. Kendisini terk eden adamı en iyi dostu olduğu için teselli almak üzere evine çağırdığı sahne örneğin, bu kırılganlığı çok iyi anlatıyor. Aslında Streisand’ın bu başarısı bir yandan da filmin bir zayıf noktasını işaret ediyor; Streisand film boyunca adeta kendisini oyunuyor. Sarhoş Redford ile yatağa girdiği sahne veya tüm politik sahnelerde karşınızdakinin o olduğunu unutmanıza imkân vermeyecek kadar baskın bir performans sergiliyor sanatçı. Kendisi de Hollywood’daki solcu avının kurbanı olan ve üstelik aslında bu taraklarda pek de bezi olmayan Arthur Laurents’in hikâyesinin politik yanının tek ciddiyet kazandığı bölümünün Hollywood’da geçen sahneler olması anlaşılır bir durum ama burada da bir eksiklik hissinden kurtaramıyorsunuz kendinizi seyrederken.

Peki tüm bu eksikliklere rağmen film ilgiyi hak ediyor mu? Evet cevabını pek de zorlanmadan vereceğiniz bir film bu. İki büyük ismin sık sık yakın planlara malzeme olan yüzleri ve bu sahnelerdeki çekicilikleri, “The Way We Were” şarkısını hikâyesi ile birlikte görme ve dinleme şansı ve Streisand’ın oyunu filmi yine de 70’li yılların hatırlanan eserlerinden biri yapmaya yetiyor. Direnmeyi hiç bırakmayan bir kadın ile konformizmin kucağında yaşayan bir adam arasındaki aşkın hikâyesi, hayli eksik kalsa da, hayal ettirdikleri ile de kendisini görülebilir kategorisine koymayı başaran filmlerden.

(“Bulunduğumuz Yol”)