Brazil – Terry Gilliam (1985)

“Arkadaşından kuşkulanma, onu ihbar et”

Distopik bir gelecekte bir hatayı düzeltmeye çalışırken rüyalarındaki kadının peşine düşen ama kendisini bürokrasi kâbusunun içinde bulan bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Terry Gilliam, Charles McKeown ve Tom Stoppard’ın yazdığı (jenerikte adı geçmeyen Charles Alverson’un da katkısı olmuş), yönetmenliğini Terry Gilliam’ın üstlendiği bir Birleşik Krallık ve ABD ortak yapımı. Gilliam’ın pek çok filminde olduğu gibi çekim ve gösterime girme süreci sıkıntılı olan, onunla yapımcılar arasında çatışmalara yol açan örneklerden biri bu. Monty Python grubunun üyelerinden olan sinemacının bu filmi o kökenini diyaloglarda ve hikâyenin içeriğinde bir şekilde hep hissettiren, George Orwell’dan Kafka’ya uzanan çağrışımları ve set tasarımları ile dikkat çeken, Gilliam’ın zengin hayal gücünden beslenmiş ilginç bir çalışma. Karanlık hikâyesinde yönetmenine özgü bir mizahı da barındıran film otoriter bir dünya üzerine görülmeyi hak eden bir yergi.

Hikâyenin, adını aldığı Brezilya ile herhangi bir ilgisi yok. Brezilyalı besteci Ary Barroso’nun ülkesinin müzik tarihindeki en ünlü şarkılardan biri olan “Aquarela do Brasil” adlı eseri ilham vermiş Gilliam’a. Uluslararası müzikseverlerin, sözlerini Bob Russell’ın yazdığı ve “Brasil” adını taşıyan İngilizce versiyonu ile tanıdığı şarkının eğlenceli ve hafif havasına hayli zıt bir hikâyesi ve atmosferi olan filmi için özellikle seçmiş bu parçayı Gilliam ve Monty Python zamanından gelen hınzırlığının bir örneğini vermiş anlaşılan. Açılışta hikâyenin “20. Yüzyılda herhangi bir yer”de geçtiği söyleniyor, özellikle kıyafetler ise 1930 ve 40’lı yılların havasını taşıyor. Fütüristik çeşitli unsurlar var filmde ama hayata çok yaygın olarak girmiş görünen makinelerin bir yandan da oldukça hantal olmaları dikkat çekiyor. Hikâyenin kahramanı Sam Lowry Bilgi Bakanlığı’nın arşivinde çalışan sıradan bir memur; prestijli kişilerle yakın ilişkisi olan annesi onu aynı bakanlıkta daha önemli bir görev olan “Bilgiye erişim” memurluğuna geçirmeye çalışıyor ama Lowry’nin tek derdi rüyalarına giren gizemli güzel kadını bulmaktır ve terfiyi kesinlikle istememektedir. Ne var ki bakanlıkta yapılan bir yanlışı düzeltmekle görevlendirilen kahramanımız yeni görevin ona kadını bulma olanağını sağlayacağını anlayınca terfiyi kabul eder ve kendisini tehlikeli ve karanlık işlerin içinde bulur.

Norman Garwood ile Maggie Gray’in imzasını taşıyan set tasarımları filmin önemli kozlarından. Hikâyesi daha ileri bir tarihte geçiyor gibi görünse de giysilerin de desteklediiği 1930 ve 40’lı yılların havasını taşıyor setler ve koca borular bu tasarımların ilk göze çarpan unsurları. “Bilgi” ve onun üzerine kurulan iktidar için önemli bir iletişim aracı, evler dahil her mekânın içinde yer alan devasa borular. Kimileri komik kimileri gerilimli olan sahnelerin de yine önemli birer ögesi olan borular çirkinlikleri ile hikâyenin karanlığını da artırıyorlar. Açılış sahnesinde gerçekleşen patlamanın da gösterdiği gibi “terörist” saldırıların sürekli yaşandığı şehirde (ya da ülkede) yapılan ihbarlarla evleri basılan halk sıkı bir baskının altında yaşamaktadır ve Gilliam klostrofobik bir sıkışıklığı ve karanlığı olan görselliği ile (görüntüde Roger Pratt’ın imzası var) boruları bu sürekli dinlemenin ve gözetlemenin sembollerinden birine dönüştürüyor ustalıkla. Başlardaki eve baskın sahnesi gibi korkutucu gösterilerin bir yandan trajikomik üsluplarının da olması tam da Gilliam’dan beklenecek bir tercih. Monty Python’ın 1969 ile 1974 arasında BBC için yaptığı “Monty Python’s Flying Circus” adındaki komedi dizisinin 2. Sezonunda yayınlanan “The Spanish Inquisition” bölümünde, adları her anıldığında eve baskın yapan engizisyon rahiplerinin komikliğini karanlık bir yan katarak yeniden yaratmış Gilliam bu baskın sahnelerinde.

Belki çok sık değil ama Monty Python tarzının izleri kesinlikle var filmde; gerçeküstücü, trajikomik, yergici ve eleştirel bir havası var hikâyenin ve yönetmenlik çalışmasının. “Yine bize söylemeden metrik sisteme dönmüşler” türünden sahneler örneğin, diyalogları ve içerdikleri absürtlükler gibi o dizide yer almasını hiç yadırgamayacağınız anları var filmin. Elbette burada daha bütünsel bir bakışla ve daha “kolay kabul edilebilir” bir bakışla anlatılıyor hikâye ama diziden ve sonraki sinema versiyonlarından hoşlananların burada da benzer bir tadı bulacağı söylenebilir rahatlıkla. Belge Bakanlığı binasındaki Kafkaesk tasarımlar ve yüzlerce çalışanı izlediğimiz sahnelerle sıkı bir bürokrasi eleştirisini distopik bir boyuta taşıyarak da yine diziye selam gönderiyor bir bakıma film. Gilliam estetik cerrahi üzerinden günümüzün güzellik ve gençlik fetişizmine de sıkı bir darbe vururken, kilisedeki cenaze töreninde olduğu gibi absürt bir komediyle eğlendiriyor da bizi. Film terörün hayatın normal bir parçası haline gelmesini de yine kendine özgü mizahı ile getiriyor karşımıza. Patlamalar her an olabilir, insanlar ölebilir ve yaralanabilir ama hayat -gerçek anlamı ile- hiçbir şey olmamış gibi devam eder diyor film ve bu “teröristler”in yanında duruyor tüm hikâyesi boyunca.

Gösterime girdiğinde Avrupa’da ilgi görse de, ABD’de gişede başarısız olan film bugün orada da bir kült olarak kabul ediliyor. Bürokrasinin toplumun en önemli mekanizmalarından biri olduğu yerde altını özellikle çizmese de ciddi bir zengin ve yoksul ayrımı da var. Yol kenarlarındaki sefalet görüntülerini kapatan dev boyutlu reklam panoları ve kahramanımızın kadını ararken içine girip çıkmak zorunda kaldığı yoksulluk manzaraları bu adaletsizliği işaret ediyor sürekli olarak, her ne kadar Gilliam bu eşitsizliği özellikle vurgulamasa da. Sam Lowry’nin içine atıldığı macerada zaman zaman 1940’ların atmosferindeki bir dedektif gibi göründüğü filmde distopik boyutu artıran bir diğer unsur da filmde doğanın finale kadar hemen hemen hiç görünmemesi. Karanlık, mekanik ve kasvetli bir dünya resmi çiziyor Gilliam ve seyirciyi ters köşeye yatıran finali ile de dikkat çeken filmi ile bu distopik toplumda dinin geçmişte ve bugün olduğu gibi gelecekte de iktidarların kullanımı için uygun bir araç olacağını hatırlatıyor.

Monty Python dizi ve filmlerinde animasyonları hazırlayan isim olan Gilliam’ın görsel yeteneğinin damgasını her anında hissediyorsunuz hikâyenin. Havalandırma ile kanalizasyon borularının yer değiştirdiği sahneden “Kalın kaşların teri tutarak kulaklara doğru göndermesi” türünden esprilere ve kağıttan adam sahnesine sinemacının kendisine has izi farklı bölümlerde karşımıza çıkıyor. İlham aldığı şarkının 1939 tarihli olmasının da desteklediği nostaljik havası ve Michael Kamen imzalı müziğinin zaman zaman Sam Lowry’nin araştırmalarına bir Indiana Jones havası katan melodileri gibi ilginç yanları olan filmin hikâyesi aslında -tüm görsel unsurları ve inanılmaz detayları çıkarırsanız- oldukça basit ama George Orwell’ın 1984’te yarattığı dünyayı absürt olanın öne çıktığı bir çılgınlıkla ve güçlü bir görsellikle anlatan filmde bunun o kadar da önemi yok; çünkü anlamsız bir bürokrasinin ve bilgiye dayalı otoriterliğin dünyasını akıldan hiç çıkmayacak şekilde yaratıyor ve önümüze koyuyor Gilliam. Başroldeki Jonathan Pryce’a aralarında Robert de Niro, Ian Holm, Jim Broadbent, Bob Hoskins ve Monty Python ekibinden Michael Palin’in de olduğu güçlü bir kadronun keyifli performanslarla eşlik ettiği film Gilliam dünyasının o farklı örneklerinden biri ve her sinemaseverin ilgisini hak ediyor.

Monty Python’s The Meaning of Life – Terry Jones / Terry Gilliam (1983)

“Ya Rab! Sen çok büyüksün. Çok muazzamsın. Tanrım, yemin ederim ki senden çok etkileniyoruz. Tanrım, bu rezil dalkavukluğumuz için ve yüzsüz yağcılığımız için bizi bağışla; ama sen öyle güçlü ve süpersin ki. Şahanesin. Amin”

Monty Python’a göre hayatın anlamının hikâyesi.

Monty Python grubunu oluşturan altı sanatçının (Graham Chapman, John Cleese, Terry Gilliam, Terry Jones, Michael Palin ve Eric Idle) birlikte oynadıkları üçüncü ve son sinema filmi. 1975 yılında “Monty Python and the Holy Grail – Monty Python ve Kutsal Kâse” ve 1979’da “Monty Python’s Life of Brian – Brian’ın Hayatı” adlı filmleri yaratan bu altı sanatçıdan biri olan Graham Chapman 1989’da henüz kırk sekiz yaşındayken ölünce, birlikte son sinema çalışmaları da bu film olmuş. İlk iki filmin aksine tek bir hikâyesi yok bu filmin ve farklı bölümlerde anlatılan skeçlerle geliyor karşımıza oyuncular. Sanatçıların, bu birbiri ile ilgisi olmayan bölümleri bir arada anlatabilmek için aklıllarına gelen tek kavramın “hayatın anlamı” olması nedeni ile bu ismi seçtiklerini söyledikleri film üç filmin içinde diğerlerinden bir parça geri düşüyor komedisi ve gücü açısından; buna karşılık “edepsizlik” ve “cüretkârlık” açısından onlardan birazdan daha fazla ileride duruyor kesinlikle. Senaryosunu birlikte yazdıkları ve bir bölümü (Gilliam’ın yönettiği “The Crimson Permanent Assurance – Kızıl Sigorta”) dışında, yönetmenliğini Terry Jones’un üstlendiği film diğerleri kadar sık ve çok olmasa da kesinlikle kahkaha attıran, zaman zaman yüzünüzün -keyifli bir biçimde- kızarmasına neden olacak, eğlenceli ve görülmeyi kesinlikle hak eden bir klasik.

Hikâyenin daha sonra bir ara uğrayacağı bir bölümle açılıyor film. Çok büyük bir holdinge (Adı: Çok Büyük Amerikan Şirketi) ait bir sigorta şirketinin çalışanları (tümü yaşlılardan oluşuyor personelin) zalim şirket politikaları ve bu politikaları uygulayan zalim yöneticilerin elinde birer köle (ya da filmde gösterildiği üzere birer kürek mahkûmu) konumundadırlar ve bir gün dayanamayıp kanlı bir isyana kalkışırlar. Finansal sisteme epey bir zarar verirler ama dünyanın düz olduğunu bilmemenin neden olduğu kötü bir akıbetleri olur. Animasyon ile gerçek oyuncuları bir arada gösteren bu bölüm kaotik ve eğlenceli içeriği, görkemli senfonik müziği ve müzikali de atlamayan havası ile eğlendiriyor ama sanki bir parça fazla uzatılmış gibi duruyor. Adeta bağımsız bir filmmiş gibi görünen bu girişin sadece kendisine ait bir kapanış jeneriğinden sonra film bir açılış jeneriği ile tekrar başlıyor. Bunu bir oyun olarak da görmek mümkün aslında; çünkü filmin ortalarında bir yerde “Filmin Ortası” ve sonunda da “Filmin Sonu” adlı bölümler var bir sunucunun doğrudan bize hitap ettiği. Daha sonra, akvaryumda dolaşan ve konuşan (ve 6 sanatçının yüzlerini taşıyan) balıklar filmin “hayatın anlamını” açıklayacağını söylüyorlar animasyonlu ve müzikli bir bölümle.

Filme “Hayatın Anlamı” adının verilmesini özellikle “Filmin Sonu” bölümünde yapıldığı gibi, ticarî filmlere ve derin anlamlar peşinde koşan yapımlara alaycı bir gönderme olarak görmek mümkün. Sonuçta Monty Python’un sarkastik yaklaşımına da uygun bir tercih bu. Sırası ile “Doğum Mucizesi”, “Büyüme ve Öğrenme”, “Birbiri ile Savaşmak”, “Orta Yaş”, “Canlı Organ Nakilleri”, “Hayatın Sonbaharı” ve “Ölüm” adlarını taşıyan farklı bölümlerde anlatılan ve altı sanatçının yine birden fazla karaktere hayat verdiği filmde bu bölümlerin hikâyeleri temel olarak birbirinden bağımsız ve sadece son bölümdeki kalabalık yemek sahnesinde tüm bölümlerin karakterleri bir araya geliyor bir kapanış havası içinde. Tüm bu farklı skeçlerde Monty Python ekibi yine başta din olmak üzere pek çok kavram ve kuruma hayli sert bir alaycılıkla yaklaşıyor. Örneğin “Doğum Mucizesi” bölümü hem zengin ve yoksul sınıfların farklılığını hem de katoliklik ile protestanlığın doğum kontolüne (Monty Python söz konusu olduğuna göre, elbette sekse bağlanacaktır bu konu) bakışlarını gündemine alıyor ve cüretkârca oluşturuyor komedisini. Bu cüretkârlık tüm hikâyede olduğu gibi bazen diyaloglarda bazen de görsel unsurlarda buluyor yolunu. Onlarca (belki de yüzlerce, sonuçta katoliklerde doğum kontrolü yasak!) çocuğu olan yoksul ailenin tüm bireyleri ile birlikte ve bir Amerikan müzikali havası içinde dans edip seslendirdikleri “sperm şarkısı” sahnesi bu cüretkârlığın en eğlenceli örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Bir sonraki bölümde yer alan “seks dersi” sahnesi ise hem İngiliz eğitim sistemi hem de kilise ile dalgasını geçiyor aynı sertlik içinde ve aynı keyifli havası ile. Bu bölümdeki “pratik eğitim” sahnesi ise sadece Monty Python açısından değil, sinema tarihi açısından da oldukça cüretkâr olan komikliği ile dikkat çekiyor.

Ordu, militarizm ve İngiliz kolonizmi ile dalgasını geçen “Birbiri ile Savaşmak” bölümündeki “komutana hediye” sahnesi ile gizli ajanların neden kaplan kıyafeti içinde olduklarını açıklamaya çalıştıkları anların komedisi, “Orta Yaş” bölümündeki restoranda konuşma konularından oluşan menü ve şaşkın/cahil Amerikalı turistler ve “Hayatın Sonbaharı” bölümünde iğrenç ama iğrenç olduğu kadar da çarpıcı bir komikliği olan şişman adam sahneleri Monty Python ekibinin kendilerine özgü ve kayıtsız kalmanın pek mümkün olmadığı komedilerinin çarpıcı örnekleri olarak birer birer karşımıza geliyorlar hikâye boyunca.

Yetenekli altı sanatçının birlikte sinemaya ve komediye armağan ettiği bu üçüncü ve son film tek bir hikâye üzerinden ilerlememesinden de kaynaklanan nedenlerle yeterince güçlü bir bütünsel etki yaratamıyor ve skeçler üzerine kurulu yapısı kalıcılık konusunda da sıkıntı yaşamasına neden oluyor; “Ölüm” bölümü de zayıf bir kapanış kesinlikle. Buna rağmen tüm karakterleri olağanüstü bir beceri ile canlandıran ve tüm absürtlükleri ile onları eğlenceli kılan grubun becerisine hayran olmamak imkânsız bu filmde de. William Friedkin’in 1973 tarihli “The Exorcist – Şeytan” filminde genç kızın kusma sahnesini hatırlayın ve onun kat be kat fazlasını hayal edin: İşte filmin “iğrenç”liği ve buradan yakalanan komedisi. Rahatsız olmaya ve eğlenmeye iyi hazırlanmalı bu filmi seyretmeye başlamadan önce. Muhteşem karakterleri, eğlenceli animasyonları, klasik müzikallere göndermeleri, bol bol cüretkâr eprileri ve bugün de otuz altı yıl önceki etkisinin aynısını yaratabilmesinin bir kanıtı olduğu “zamansızlığı” ile önemli bir klasik bu.

Monty Python and the Holy Grail – Terry Gilliam / Terry Jones (1975)

“Nasıl kral oldun peki? işçileri sömürerek mi, toplumumuzdaki ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri sürekli muhafaza eden modası geçmiş emperyalist dogmaya sadık kalarak mı?”

Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin Kutsal Kâseyi bulmak için çıktıkları yolculuğun Monty Python usulü hikâyesi.

Senaryosunu Graham Chapman, John Cleese, Eric Idle, Terry Gilliam, Terry Jones ve Michael Palin’in yazdığı, yönetmenliğini Terry Gilliam ve Terry Jones’un üstlendiği bir Birleşik Krallık yapımı. Senaryoyu yazan altı sanatçının oluşturduğu ünlü komedi topluluğu Monty Python’un altı sinema filminden ikincisi olan bu çalışma açılış jeneriğinden kapanış jeneriğine kadar hınzır, gerçeküstücü ve kesintisiz bir mizah gösterisi sunuyor ve kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Düşük bir bütçe ile çekilen ve oyuncuların çoğunun birden fazla rolde göründüğü (Rekor 12 ayrı karakteri canlandıran Palin’e ait) film zekice yazılmış diyalogları; kendisi, karakterleri ve hatta seyirciyi de kapsayan alaycılığı ve ustalıklı kurgulanmış hikâyesi ile gerçek bir komedi şöleni.

BBC’de 1969 ile 1974 arasında yayınlanan “Monty Python’s Flying Circus” isimli ve skeçlerden oluşan komedi programı ile üne kavuşan grubun bu filmi daha açılış jeneriğinden başlayarak bağlıyor seyirciyi kendisine. Bozuk bir İngilizce ile İsveç alfabesine özgü karakterler de kullanılarak oluşturulan yazılar, jeneriklerdeki “Also” kelimesi (baş oyunculardan sonraki oyuncuları tanıtırken kullanılan ve “ayrıca” olarak çevirebileceğimiz kelime) ile dalga geçen ve “also also also”ya kadar uzanan ifadeler, bu jenerikteki hatalar için özür dileyen ve hem hataların sorumlusunun hem de onları işten atmaktan sorumlu olanların işten atıldığını belirten cümleler, jeneriğin birkaç kez tarz değiştirmesi ve her birine bu tarza uygun bir müziğin eşlik etmesi ve iki yönetmene (Gilliam ve Jones) ilave olarak, bulundukları ülkelerin isimleri ile anılan lamalar da (Güney Amerika’ya özgü bu hayvanların yaşadıkları ülkelerin isimleri anılırken Londra’nın Brixton semtinin de adı geçiyor çünkü bu semt Karayip kökenlilerin yoğun olarak yaşadığı bir bölge) ekleniyor yönetmen olarak. İşte jenerikteki bu yaklaşımını tüm hikâye boyunca sürdürüyor film ve M.S. 932 yılında Kral Arthur’un şövalyeleri ile birlikte Kutsal Kâse’yi bulmak için çıktıkları eğlenceli yolculuğu anlatıyor bize. Seyrettiğimiz ne bir kahramanlık hikâyesi ne de şövalyelerimiz birer cesur kahraman; aksine film her şeye yaptığı gibi onlara da alaycılıkla yaklaşıyor ve karşılarına hayli komik ve saçma engeller çıkan bu karakterleri tüm sersemlikleri ile birlikte gösteriyor bize.

Finansmanına Monty Python’un hayranı olan ünlü İngiliz müzik gruplarının da (Pink Floyd, Led Zeppelin ve Genesis) katkı sağladığı film düşük bütçesinin sonuçlarını da bir komedi unsuru yapmayı başaracak ladar zekîce yazılmış bir senaryoya sahip. Özellikle radyo oyunlarında at nalı sesini efektini yaratmak için başvurulan hindistan cevizi kabuklarını birbirine çarpma oyununu doğrudan ve göstererek kullanıyor film örneğin. At kiralamak için bütçe olmayınca filmin yaratıcıları şövalyelerin uşaklarının eline birer çift hindistan cevizi kabuğu tutuşturmuş ve onlar da at üzerinde gidermiş gibi yapan şövalyelerinin yanında bu kabukları birbirine çarparak at nalı seslerini üretmişler. Bir başka sahnede ise görkemli bir kale görüntüye girerken, uşaklardan biri “Bu sadece bir maket” diye sesleniyor. Bu son örneğin de gösterdiği gibi sinemasal gerçeklikle de ustalıkla ve gerçeküstücü bir yaklaşımla oynuyor ekip; çağdaş polisleri ve karakterleri doğrudan hikâyenin parçası yapmalarının bir örneği olduğu bu yaklaşım da filme epey keyif katıyor. Karakterlerden birinin krala “ama elinizdekiler hindistan cevizi” demesi beraberinde bir fizik, matematik, biyoloji ve coğrafya tartışmasını açıyor ki bu sahnedeki diyalogların parlaklığına hayran olmamak mümkün değil. Senaryo sadece bu bilim alanlarındaki tartışmalarla yetinmiyor ve kral ile onu tanımayan köylüler (kendilerini anarko-komünist olarak tanımlıyorlar) arasındaki sınıf, devlet şiddeti ve demokrasi tartışmasının da bir örneği olduğu gibi çağdaş dünyanın tartışma konularını da hikâyenin eğlenceli bir parçası yapıyorlar.

Dilin olanaklarını sonuna kadar ve parlak bir şekilde kullanarak ve kelime oyunlarından da yararlanarak kahkaha atmadan durulamayacak diyaloglar da yazmış grubun üyeleri. Örneğin cadı avı sahnesi tüm absürtlüğü ile birlikte çok eğlenceli olurken, bir kalenin surlarındaki Fransızın şövalyelere inanılmaz yaratıcılıktaki hakaretleri ve aşağılamaları dili ustalıkla kullanabilenlerin nasıl etkileyici ifadeler yazabileceğinin çarpıcı bir örneğini oluşturuyor.

Müzikal sahnelerinden animasyon kullanmaya kadar farklı teknik ve biçimlere de başvuran film kahramanlarının tüm sevimli sersemlikleri (“Truva atı”nın içine girmeyi unutmaları gibi) üzerinden kesinlikle katıksız gülme anları sergilerken, tarihî film ve romanların tüm klişeleri ile de pervasızca dalgasını geçiyor. “İffetli” şövalye Galahad’ın kendisini sadece kadınların yaşadığı bir kalede bulması sonucu yaşadıkları, feminen oğlunu evlendirmeye çalışan Sir Launcelot’un şatosunda geçen bölüm ve yine Launcelot’un oğlunun başına diktiği muhafızlarla yaşadığı talimat kargaşası, oyuncuların zaman zaman seyirci ile doğrudan konuşmaları ve hatta finalde polisin kameraya doğru yürüyerek “Yeter, artık çekme” demesi, “Aaaghh Kalesi” ve “Ni” şövalyeleri gibi her biri sıkı bir mizahın kaynağı olan ögeler ile film eğlenmek için ve bu eğlenceyi kabalıklarla değil inceliklerle ve zekîce buluşlarla elde etmek isteyenler için mutlaka görülmesi gerekli bir sinema eseri. Tek bir mizah denemesi bile aksamayan ve kolayca kaosa dönüşebilecek biçim ve içeriği ustaca kaynaştıran bu filmin finali biraz erken ve ani görünebilir ve bütçenin neden olduğu bu durum filmin genel başarısına pek uymuyor ama bunu bile mizahının bir parçası olarak algılamak mümkün. Sinema tarihinden başka bir film için daha söylenebilir mi bu bilmiyorum ama sadece açılış jeneriği için bile olsa görmeli bu müthiş komediyi.

(“Monty Python ve Kutsal Kâse”)