Monty Python’s The Meaning of Life – Terry Jones / Terry Gilliam (1983)

“Ya Rab! Sen çok büyüksün. Çok muazzamsın. Tanrım, yemin ederim ki senden çok etkileniyoruz. Tanrım, bu rezil dalkavukluğumuz için ve yüzsüz yağcılığımız için bizi bağışla; ama sen öyle güçlü ve süpersin ki. Şahanesin. Amin”

Monty Python’a göre hayatın anlamının hikâyesi.

Monty Python grubunu oluşturan altı sanatçının (Graham Chapman, John Cleese, Terry Gilliam, Terry Jones, Michael Palin ve Eric Idle) birlikte oynadıkları üçüncü ve son sinema filmi. 1975 yılında “Monty Python and the Holy Grail – Monty Python ve Kutsal Kâse” ve 1979’da “Monty Python’s Life of Brian – Brian’ın Hayatı” adlı filmleri yaratan bu altı sanatçıdan biri olan Graham Chapman 1989’da henüz kırk sekiz yaşındayken ölünce, birlikte son sinema çalışmaları da bu film olmuş. İlk iki filmin aksine tek bir hikâyesi yok bu filmin ve farklı bölümlerde anlatılan skeçlerle geliyor karşımıza oyuncular. Sanatçıların, bu birbiri ile ilgisi olmayan bölümleri bir arada anlatabilmek için aklıllarına gelen tek kavramın “hayatın anlamı” olması nedeni ile bu ismi seçtiklerini söyledikleri film üç filmin içinde diğerlerinden bir parça geri düşüyor komedisi ve gücü açısından; buna karşılık “edepsizlik” ve “cüretkârlık” açısından onlardan birazdan daha fazla ileride duruyor kesinlikle. Senaryosunu birlikte yazdıkları ve bir bölümü (Gilliam’ın yönettiği “The Crimson Permanent Assurance – Kızıl Sigorta”) dışında, yönetmenliğini Terry Jones’un üstlendiği film diğerleri kadar sık ve çok olmasa da kesinlikle kahkaha attıran, zaman zaman yüzünüzün -keyifli bir biçimde- kızarmasına neden olacak, eğlenceli ve görülmeyi kesinlikle hak eden bir klasik.

Hikâyenin daha sonra bir ara uğrayacağı bir bölümle açılıyor film. Çok büyük bir holdinge (Adı: Çok Büyük Amerikan Şirketi) ait bir sigorta şirketinin çalışanları (tümü yaşlılardan oluşuyor personelin) zalim şirket politikaları ve bu politikaları uygulayan zalim yöneticilerin elinde birer köle (ya da filmde gösterildiği üzere birer kürek mahkûmu) konumundadırlar ve bir gün dayanamayıp kanlı bir isyana kalkışırlar. Finansal sisteme epey bir zarar verirler ama dünyanın düz olduğunu bilmemenin neden olduğu kötü bir akıbetleri olur. Animasyon ile gerçek oyuncuları bir arada gösteren bu bölüm kaotik ve eğlenceli içeriği, görkemli senfonik müziği ve müzikali de atlamayan havası ile eğlendiriyor ama sanki bir parça fazla uzatılmış gibi duruyor. Adeta bağımsız bir filmmiş gibi görünen bu girişin sadece kendisine ait bir kapanış jeneriğinden sonra film bir açılış jeneriği ile tekrar başlıyor. Bunu bir oyun olarak da görmek mümkün aslında; çünkü filmin ortalarında bir yerde “Filmin Ortası” ve sonunda da “Filmin Sonu” adlı bölümler var bir sunucunun doğrudan bize hitap ettiği. Daha sonra, akvaryumda dolaşan ve konuşan (ve 6 sanatçının yüzlerini taşıyan) balıklar filmin “hayatın anlamını” açıklayacağını söylüyorlar animasyonlu ve müzikli bir bölümle.

Filme “Hayatın Anlamı” adının verilmesini özellikle “Filmin Sonu” bölümünde yapıldığı gibi, ticarî filmlere ve derin anlamlar peşinde koşan yapımlara alaycı bir gönderme olarak görmek mümkün. Sonuçta Monty Python’un sarkastik yaklaşımına da uygun bir tercih bu. Sırası ile “Doğum Mucizesi”, “Büyüme ve Öğrenme”, “Birbiri ile Savaşmak”, “Orta Yaş”, “Canlı Organ Nakilleri”, “Hayatın Sonbaharı” ve “Ölüm” adlarını taşıyan farklı bölümlerde anlatılan ve altı sanatçının yine birden fazla karaktere hayat verdiği filmde bu bölümlerin hikâyeleri temel olarak birbirinden bağımsız ve sadece son bölümdeki kalabalık yemek sahnesinde tüm bölümlerin karakterleri bir araya geliyor bir kapanış havası içinde. Tüm bu farklı skeçlerde Monty Python ekibi yine başta din olmak üzere pek çok kavram ve kuruma hayli sert bir alaycılıkla yaklaşıyor. Örneğin “Doğum Mucizesi” bölümü hem zengin ve yoksul sınıfların farklılığını hem de katoliklik ile protestanlığın doğum kontolüne (Monty Python söz konusu olduğuna göre, elbette sekse bağlanacaktır bu konu) bakışlarını gündemine alıyor ve cüretkârca oluşturuyor komedisini. Bu cüretkârlık tüm hikâyede olduğu gibi bazen diyaloglarda bazen de görsel unsurlarda buluyor yolunu. Onlarca (belki de yüzlerce, sonuçta katoliklerde doğum kontrolü yasak!) çocuğu olan yoksul ailenin tüm bireyleri ile birlikte ve bir Amerikan müzikali havası içinde dans edip seslendirdikleri “sperm şarkısı” sahnesi bu cüretkârlığın en eğlenceli örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Bir sonraki bölümde yer alan “seks dersi” sahnesi ise hem İngiliz eğitim sistemi hem de kilise ile dalgasını geçiyor aynı sertlik içinde ve aynı keyifli havası ile. Bu bölümdeki “pratik eğitim” sahnesi ise sadece Monty Python açısından değil, sinema tarihi açısından da oldukça cüretkâr olan komikliği ile dikkat çekiyor.

Ordu, militarizm ve İngiliz kolonizmi ile dalgasını geçen “Birbiri ile Savaşmak” bölümündeki “komutana hediye” sahnesi ile gizli ajanların neden kaplan kıyafeti içinde olduklarını açıklamaya çalıştıkları anların komedisi, “Orta Yaş” bölümündeki restoranda konuşma konularından oluşan menü ve şaşkın/cahil Amerikalı turistler ve “Hayatın Sonbaharı” bölümünde iğrenç ama iğrenç olduğu kadar da çarpıcı bir komikliği olan şişman adam sahneleri Monty Python ekibinin kendilerine özgü ve kayıtsız kalmanın pek mümkün olmadığı komedilerinin çarpıcı örnekleri olarak birer birer karşımıza geliyorlar hikâye boyunca.

Yetenekli altı sanatçının birlikte sinemaya ve komediye armağan ettiği bu üçüncü ve son film tek bir hikâye üzerinden ilerlememesinden de kaynaklanan nedenlerle yeterince güçlü bir bütünsel etki yaratamıyor ve skeçler üzerine kurulu yapısı kalıcılık konusunda da sıkıntı yaşamasına neden oluyor; “Ölüm” bölümü de zayıf bir kapanış kesinlikle. Buna rağmen tüm karakterleri olağanüstü bir beceri ile canlandıran ve tüm absürtlükleri ile onları eğlenceli kılan grubun becerisine hayran olmamak imkânsız bu filmde de. William Friedkin’in 1973 tarihli “The Exorcist – Şeytan” filminde genç kızın kusma sahnesini hatırlayın ve onun kat be kat fazlasını hayal edin: İşte filmin “iğrenç”liği ve buradan yakalanan komedisi. Rahatsız olmaya ve eğlenmeye iyi hazırlanmalı bu filmi seyretmeye başlamadan önce. Muhteşem karakterleri, eğlenceli animasyonları, klasik müzikallere göndermeleri, bol bol cüretkâr eprileri ve bugün de otuz altı yıl önceki etkisinin aynısını yaratabilmesinin bir kanıtı olduğu “zamansızlığı” ile önemli bir klasik bu.

Life of Brian – Terry Jones (1979)

“Tamam ama sanitasyon, tıp, eğitim, şarap, kamu düzeni, sulama, yollar, temiz su sistemi ve halk sağlığı dışında Romalılar bizim için ne yaptılar ki bugüne kadar?”

İsa ile aynı gün ve onunkinin hem yanındaki bir ahırda doğan ve halkın mesih olduğunu düşündüğü Brian’ın hikayesi.

Monty Python komedi grubunun ikinci sinema filmi. Senaryosunu grup üyeleri Graham Chapman, Terry Gilliam, John Cleese, Terry Jones, Eric Idle ve Michael Palin’in yazdığı filmi -Terry Gilliam’ın imzasını taşıyan birkaç sahne dışında- Tery Jones yönetmiş. 6 sanatçının da birden fazla rolü (kırktan fazla karakter!) üstlendiği film gösterime girdiği yıllarda farklı ülkelerde farklı süreler boyunca yasaklanmış ve örneğin İrlanda’da ancak 1987 yılında kaldırılmış bu yasak. Bu tepkinin temel nedeni kutsal şeylere saygısız (ya da “küfürlü”) yaklaşımı hikâyenin. Monty Python üyeleri kendilerine özgü komedi anlayışı ile Hristiyanlığın kutsal bildiği tüm değerler, tüm dinsel mitler ve bu mitlere dayanan başta sinemadakiler olmak üzere tüm sanat eserleri ile oldukça cüretkâr bir şekilde dalgalarını geçmişler ve pek çok kişi tarafından en başarılı eserleri olarak görünen bir flm çıkarmışlar ortaya. Komedisini hem görsellik üzerinden hem de eğlenceli diyalogları aracılığı ile üreten fim çarpıcı bir eğlencesi olan çalışma ve seyircisini kendisini en hafif gülümsemeden en şiddetli kahkahaya kadar değişen boyutlarda gösteren biçimlerde etkisi altına alabiliyor.

İsa’nın hayatını anlatan bir Hollywood filminin açılış klişeleri ile başlıyor film. Dinsel atmosfere uygun bir müzik, gün batımı/doğumu kızıllığına boyanmış bir gökyüzü, yıldız dolu bir gece ve kayan bir yıldız… 3 bilge adamın ahırları karıştırdıkları için yanlışlıkla doğumunu kutsamaya geldikleri bebek ise İsa değil, Brian. İsa ile aynı gün doğan ve fiziksel olarak de ona benzeyen Brian eğlenceli ve animasyonla hazırlanmış açılış jeneriğini süsleyen şarkıda dile getirildiği gibi sıradan bir genç (“Başladı tıraş olmaya ve kendini tatmin etmeye”) ve annesinin sıklıkla şikâyet ettiği gibi tek ilgi alanı da kızlar. Göğe yükselen İsa’nın güneşe çarparak erimesi ile sona eren jenerikten sonra birbiri ardından karşımıza tepkisiz kalamayacağınız bir komedisi olan sahneler geliyor ve tüm bu sahnelerde Monty Python grubu hedeflerindeki herkesi, her kurumu ve her olguyu hayli sert ve güçlü bir mizahla alaylarının nesnesi yapıyorlar. Başta yer alan, İsa’nın vaazını dinleme sahnesindeki karakterlerin aralarındaki tartışmadan başlayarak hikâyenin sonuna kadar tüm diyalogları çok iyi yazılmış ve onları seslendiren karakterlerle çok iyi bütünleştirilmiş bir film bu. Yanlış anlamalar, tekrarlamalar ve kelime oyunları ile dolu bu diyalogları akıllıca bir şekilde günümüzün (daha doğrusu filmin gösterime girdiği 1970’li yılların) sosyal ve politik olgularına alaycı göndermeler yapmak için de kullanıyor senaryo.

Romalılara karşı kurulan direniş örgütlerinin isimleri (“Yahudiye’nin Halk Cephesi” ve “Halkın Yahudiye Cephesi” adlarını taşıyan iki farklı örgütün aralarındaki düşmanlık örneğin) ve Romalıların emperyalist yönetimleri üzerinden yürütülen tartışmalarda çağdaş dünyadaki solun söylemlerine ve problemlerine değinen ve örgütlerin eylem/teori tartışmalarını alaya alan film elbette asıl taşlarını Hristiyanlık kurumu için saklıyor. Bu dinin pek çok miti ile dalgasını geçerken, İsa’nın peygamberliğinin kanıtı olan “mucize”ler üzerinden de saldırıyor dine. Örneğin İsa’nın cüzzamlı hastayı iyileştirme mucizesi burada hayli farklı bir bakışla ele alınıyor ve eski cüzzamlının bu mucizeden dolayı düştüğü sıkıntı dile getiriliyor: Artık sağlıklı olduğu için dilenememekte ve bu nedenle de ciddi bir yoksulluk çekmektedir çünkü! Romalıların bölgede yaptıkları da (yazının girişindeki diyalog!) emperyalizm tartışmalarının komedisi için uygun bir araç olmuş grup için.

Her biri birer klasiğe dönüşmüş pek çok sahnesi var filmin ve grup bir önceki filmleri “Monty Python and the Holy Grail”de olduğu gibi bu bölümleri bağımsız bir skeç havasında değil, birbiri ile akıcı bir ilişkisi olacak şekilde kullanarak hikâyesinin kalitesini de hep önde tutmayı başarmış. Tanrı’nın adını ağzına alan adamın taşlanması sahnesinin esprisi ve ortaya çıkan kaos, arenada toplanan direniş örgütü üyelerinin arasındaki erkek/kadın tartışması (ve burada politik doğruculuğun alaya alınması), baştan sona bir komedi klasiği olarak nitelendirilmeyi hak eden “duvara rejim karşıtı slogan yazma” sahnesi, “Biggus Dickus” adlı komutanın adını duyunca gülmemeye çalışan askerler, Sezar ile halk arasında geçen hangi mahkûmun affedileceği konuşması, Brian’ın annesinin oğlunun mesih olduğuna inanan halk ile arasındaki atışma ya da mezheplerin (Katoliklik ve Protestanlık) doğuşunun sembolü olan “Su Kabakçılar” ve “Sandaletçiler” bölümü gibi anları ile çok sıkı bir eğlence sunuyor film bize. Monty Python grubu, söyledikleri hiç dikkat çekmeyen ama söylemediği nedeni ile bir mesih olduğuna inanılan ve “Beni takip etmeniz gerekmiyor. Kimseyi takip etmeniz gerekmiyor. Kendiniz düşünmelisiniz. Bir birey olmalısınız” diyerek kendisini savunmaya çalışan Brian’ın hikâyesini anlatırken, dinler tarihindeki “mucize”lerin de “gerçek” kaynaklarını gösteriyor hayli eğlenceli bir “18 yıldır konuş(a)mayan adamın konuşması” sahnesinde olduğu gibi.

Gerek finaldeki toplu çarmıha germe sahnesi gerekse başka bölümleri ile William Wyler’ın 1959 yapımı “Ben-Hur”unu da alay ettiklerinin arasına alıyor film. Mahkûmların birer birer “Brian benim!” diye bağırması ile Yeşilçam’ın “Kara Murat benim!” sahnelerindeki yürekli fedakârlığın aksine korkak bir üç kağıtçılığın sergilenmesinin gösterdiği gibi benzer konuya sahip “ciddi” filmlerin tüm klişelerini yerle bir eden bir çalışma bu. Bu son final sahnesinde bugün bir klasik olan “Always Look on the Bright Side of Life” şarkısının seslendirildiği ve çekimleri Tunus’ta gerçekleştirilen filmin tüm hikâye içinde ayrıksı duran ve dozu kaçmış absürtlüğü ile anlamsızlaşan bir de uzaylı bölümü var. Muhtemelen iki yıl önce “Star Wars – Yıldız Savaşları”nın gördüğü ilgiden dolayı senaryoda yer bulan ve animasyon ile gerçek karakterlerin bir arada yer aldığı bu bölüm sanki başka bir film için düşünülmüş de son anda buraya yerleştirilmiş gibi görünen gereksiz bir sahne. Kapanış jeneriğinin sonunda “Eğer bu filmden hoşlandıysanız, neden gidip “La Notte” yi görmüyorsunuz” diyerek Michelangelo Antonioni’nin bu “sanat filmi”ne göndermede bulunan film eğlenceli, bu eğlencesinin kendisi de farkında olan ve mutlaka görülmesi gereken bir komedi klasiği. Son bir not olarak, filmin İsa değil onun sembolü kılındığı değerler hakkında olduğunu ve hayatını anlattığı kişinin de İsa değil, bir mesih zannedilen sıradan bir genç adam, Brian olduğunu belirtmekte yarar var!

(“Monty Python’s Life of Brian” – “Brian’ın Hayatı”)

Monty Python and the Holy Grail – Terry Gilliam / Terry Jones (1975)

“Nasıl kral oldun peki? işçileri sömürerek mi, toplumumuzdaki ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri sürekli muhafaza eden modası geçmiş emperyalist dogmaya sadık kalarak mı?”

Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin Kutsal Kâseyi bulmak için çıktıkları yolculuğun Monty Python usulü hikâyesi.

Senaryosunu Graham Chapman, John Cleese, Eric Idle, Terry Gilliam, Terry Jones ve Michael Palin’in yazdığı, yönetmenliğini Terry Gilliam ve Terry Jones’un üstlendiği bir Birleşik Krallık yapımı. Senaryoyu yazan altı sanatçının oluşturduğu ünlü komedi topluluğu Monty Python’un altı sinema filminden ikincisi olan bu çalışma açılış jeneriğinden kapanış jeneriğine kadar hınzır, gerçeküstücü ve kesintisiz bir mizah gösterisi sunuyor ve kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Düşük bir bütçe ile çekilen ve oyuncuların çoğunun birden fazla rolde göründüğü (Rekor 12 ayrı karakteri canlandıran Palin’e ait) film zekice yazılmış diyalogları; kendisi, karakterleri ve hatta seyirciyi de kapsayan alaycılığı ve ustalıklı kurgulanmış hikâyesi ile gerçek bir komedi şöleni.

BBC’de 1969 ile 1974 arasında yayınlanan “Monty Python’s Flying Circus” isimli ve skeçlerden oluşan komedi programı ile üne kavuşan grubun bu filmi daha açılış jeneriğinden başlayarak bağlıyor seyirciyi kendisine. Bozuk bir İngilizce ile İsveç alfabesine özgü karakterler de kullanılarak oluşturulan yazılar, jeneriklerdeki “Also” kelimesi (baş oyunculardan sonraki oyuncuları tanıtırken kullanılan ve “ayrıca” olarak çevirebileceğimiz kelime) ile dalga geçen ve “also also also”ya kadar uzanan ifadeler, bu jenerikteki hatalar için özür dileyen ve hem hataların sorumlusunun hem de onları işten atmaktan sorumlu olanların işten atıldığını belirten cümleler, jeneriğin birkaç kez tarz değiştirmesi ve her birine bu tarza uygun bir müziğin eşlik etmesi ve iki yönetmene (Gilliam ve Jones) ilave olarak, bulundukları ülkelerin isimleri ile anılan lamalar da (Güney Amerika’ya özgü bu hayvanların yaşadıkları ülkelerin isimleri anılırken Londra’nın Brixton semtinin de adı geçiyor çünkü bu semt Karayip kökenlilerin yoğun olarak yaşadığı bir bölge) ekleniyor yönetmen olarak. İşte jenerikteki bu yaklaşımını tüm hikâye boyunca sürdürüyor film ve M.S. 932 yılında Kral Arthur’un şövalyeleri ile birlikte Kutsal Kâse’yi bulmak için çıktıkları eğlenceli yolculuğu anlatıyor bize. Seyrettiğimiz ne bir kahramanlık hikâyesi ne de şövalyelerimiz birer cesur kahraman; aksine film her şeye yaptığı gibi onlara da alaycılıkla yaklaşıyor ve karşılarına hayli komik ve saçma engeller çıkan bu karakterleri tüm sersemlikleri ile birlikte gösteriyor bize.

Finansmanına Monty Python’un hayranı olan ünlü İngiliz müzik gruplarının da (Pink Floyd, Led Zeppelin ve Genesis) katkı sağladığı film düşük bütçesinin sonuçlarını da bir komedi unsuru yapmayı başaracak ladar zekîce yazılmış bir senaryoya sahip. Özellikle radyo oyunlarında at nalı sesini efektini yaratmak için başvurulan hindistan cevizi kabuklarını birbirine çarpma oyununu doğrudan ve göstererek kullanıyor film örneğin. At kiralamak için bütçe olmayınca filmin yaratıcıları şövalyelerin uşaklarının eline birer çift hindistan cevizi kabuğu tutuşturmuş ve onlar da at üzerinde gidermiş gibi yapan şövalyelerinin yanında bu kabukları birbirine çarparak at nalı seslerini üretmişler. Bir başka sahnede ise görkemli bir kale görüntüye girerken, uşaklardan biri “Bu sadece bir maket” diye sesleniyor. Bu son örneğin de gösterdiği gibi sinemasal gerçeklikle de ustalıkla ve gerçeküstücü bir yaklaşımla oynuyor ekip; çağdaş polisleri ve karakterleri doğrudan hikâyenin parçası yapmalarının bir örneği olduğu bu yaklaşım da filme epey keyif katıyor. Karakterlerden birinin krala “ama elinizdekiler hindistan cevizi” demesi beraberinde bir fizik, matematik, biyoloji ve coğrafya tartışmasını açıyor ki bu sahnedeki diyalogların parlaklığına hayran olmamak mümkün değil. Senaryo sadece bu bilim alanlarındaki tartışmalarla yetinmiyor ve kral ile onu tanımayan köylüler (kendilerini anarko-komünist olarak tanımlıyorlar) arasındaki sınıf, devlet şiddeti ve demokrasi tartışmasının da bir örneği olduğu gibi çağdaş dünyanın tartışma konularını da hikâyenin eğlenceli bir parçası yapıyorlar.

Dilin olanaklarını sonuna kadar ve parlak bir şekilde kullanarak ve kelime oyunlarından da yararlanarak kahkaha atmadan durulamayacak diyaloglar da yazmış grubun üyeleri. Örneğin cadı avı sahnesi tüm absürtlüğü ile birlikte çok eğlenceli olurken, bir kalenin surlarındaki Fransızın şövalyelere inanılmaz yaratıcılıktaki hakaretleri ve aşağılamaları dili ustalıkla kullanabilenlerin nasıl etkileyici ifadeler yazabileceğinin çarpıcı bir örneğini oluşturuyor.

Müzikal sahnelerinden animasyon kullanmaya kadar farklı teknik ve biçimlere de başvuran film kahramanlarının tüm sevimli sersemlikleri (“Truva atı”nın içine girmeyi unutmaları gibi) üzerinden kesinlikle katıksız gülme anları sergilerken, tarihî film ve romanların tüm klişeleri ile de pervasızca dalgasını geçiyor. “İffetli” şövalye Galahad’ın kendisini sadece kadınların yaşadığı bir kalede bulması sonucu yaşadıkları, feminen oğlunu evlendirmeye çalışan Sir Launcelot’un şatosunda geçen bölüm ve yine Launcelot’un oğlunun başına diktiği muhafızlarla yaşadığı talimat kargaşası, oyuncuların zaman zaman seyirci ile doğrudan konuşmaları ve hatta finalde polisin kameraya doğru yürüyerek “Yeter, artık çekme” demesi, “Aaaghh Kalesi” ve “Ni” şövalyeleri gibi her biri sıkı bir mizahın kaynağı olan ögeler ile film eğlenmek için ve bu eğlenceyi kabalıklarla değil inceliklerle ve zekîce buluşlarla elde etmek isteyenler için mutlaka görülmesi gerekli bir sinema eseri. Tek bir mizah denemesi bile aksamayan ve kolayca kaosa dönüşebilecek biçim ve içeriği ustaca kaynaştıran bu filmin finali biraz erken ve ani görünebilir ve bütçenin neden olduğu bu durum filmin genel başarısına pek uymuyor ama bunu bile mizahının bir parçası olarak algılamak mümkün. Sinema tarihinden başka bir film için daha söylenebilir mi bu bilmiyorum ama sadece açılış jeneriği için bile olsa görmeli bu müthiş komediyi.

(“Monty Python ve Kutsal Kâse”)