The Texas Chain Saw Massacre – Tobe Hooper (1974)

“İzleyeceğiniz film beş gencin, özellikle de Sally Hardesty ve onun özürlü kardeşi Frank’in başına gelen trajedinin hikâyesidir. Genç olmaları yaşananları daha da trajik kılmıştır. Fakat uzun, çok uzun ömürleri olsaydı da o gün görecekleri çılgınlığı ve katliamı görmeyi ne tahmin ne de umut edebilirlerdi. Onlar için pastoral bir yaz öğleden sonrası seyahati bir kâbusa dönüştü o gün ve yaşananlar Amerikan tarihindeki en tuhaf suçlardan birinin, “Teksas Katliamı”nın keşfedilmesine kadar uzanacaktı”

Birlikte geziye çıkan ve ikisi kardeş olan beş gencin (iki kadın ve üç erkek) yolda karşılarına çıkan psikopat bir ailenin kurbanı olmalarının hikâyesi.

Senaryosunu Kim Henkel ve Tobe Hooper’ın yazdığı, yönetmenliğini Hooper’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Hooper’ın yine Henkel ile birlikte çalıştığı, 1969 yapımı “Eggshells”ten sonra çektiği, bu ikinci uzun metrajlı filmi bugün korku türünün klasiklerinden biri olarak kabul edilen bir çalışma. Sadece 140 Bin Dolar’a (bugünkü karşılığı ile yaklaşık 800 Bin Dolar) çekilen film daha sonra, hikâyenin öncesi veya sonrasını anlatan ya da aynı hikâyeyi tekrarlayan yedi filme daha esin kaynağı olmuştu. Bugünün benzer türdeki filmleri ile kıyaslandığında belki çok sert görünmeyebilir ama zamanında Hooper’ın bu klasiği pek çok ülkede uzun süre yasaklı olarak kalmıştı. Gençlerden oluşan bir grubun başına gelen korkunç olayların hikâyesi sonra da çok kullanılmış bir formül ve bu açıdan çok orijinal görünmeyebilir bugünün seyircisine ama filmin tüm o kabalığı ve tahmin edilebilirliği içinde bir çekiciliği olduğu açık. Bu çekiciliğin temel kaynağı, sertlikte uç noktalara kaymaktan çekinmemesi ve doğrudan bir anlatımı benimsemesi olmuş gibi görünen filmin türe çok da meraklı olmayanlara vaat edebileceği bir şey ise pek yok gibi görünüyor.

Bu yazının girişinde yer alan ve oyuncu John Bernard Larroquette’in seslendirdiği cümlelerle başlıyor film. 1973 yılının 18 Ağustos tarihinde geçen hikâyenin “gerçek”liğine işaret eden cümlelerin aksine, anlatılanların hikâyedeki psikopat karakterlerden biri olan “Leatherface”in (Deri Surat) esinlendiği Amerikalı katil Ed Gein ile çok da ilgisi yok aslında. Gein sadece iki kadını öldürmüş (bir seri katil için düşük bir sayı) ve filmdeki karakterin yaptığı gibi kadınların mezarlarını soyarak çeşitli vücut parçaları çalmış ve insan derisinden kıyafetler yapmış kendisine. Filmin anlattığı ise daha çok, Gein’in çağrıştırdıkları ile yaratılan bir orijinal hikâye ve yönetmen Hooper da bu hikâyeyi doğrudan bir sertliğe büründürerek seyirciyi etkileme hedefini başarı ile tutturmuş. Filmin adındaki testereye karşılık hikâyedeki cinayetlerin sadece birinin bu aletle işlendiği çalışmayı sert bir korku hikâyesi olarak nitelemekle yetinmeyerek, ona derinlik kazandıracak temaları keşfetmenin peşine düşen pek çok yorum var ve bunlardan biri de vejetaryenlik. Gerçekten de filmin başlangıcındaki mezbaha konuşmalarından burada hayvanlara yapılanların insanlar üzerinde tekrarlanmasına, Hooper’ın filmi, Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro’nun bu hikâyeyi seyrettikten sonra vejetaryen olduğunu söylemesini doğrulayacak kadar açık bir dil kullanıyor bu konuda. Hayvanların mezabahalardaki öldürülme yöntemlerini konuşan ve bundan rahatsız olan ama bir yandan da et yemeyi sürdüren karakterlerin ikiyüzlülüğü üzerinden aslında benzer durumda olan dünya üzerindeki milyonlarcasını eleştiriyor film. Hikâye boyunca tanık olduğumuz cinayetlerin kurbanı olan insanların yerine hayvanları koyduğumuzda da aynı ürkünçlüğü hissetmemizi bekliyor kesinlikle Tobe Hooper’ın bu klasiği ve Leatherface’in katliamlarını gerçekleştirirken mezbahalarda giyilen türden uzun naylon önlüklerden giymesi ile de vurguluyor bu yanını.

Hikâyenin başında bir radyodan duyduğumuz sesler oldukça karanlık bir ABD resmi çiziyor bize. Sonradan bu resme hiç dönülmese de doğrudan, belki de film bu karanlığın mikro boyuttaki bir karşılığı olarak görüyor hikâyesini. Kolera salgınından, sebepsiz çöken bir binadan, bir saldırıdan, vahşice öldürülmüş olarak bulunan iki cesetten, bir protesto intiharından ve onun tetiklediği diğerlerinden ve bir patlamadan söz ediliyor radyo haberinde açılış sahnesinde ve 1974’ün iki yıldan beri ülkeyi sarsan Watergate skandalı nedeni ile Nixon’ın istifa etmek zorunda kaldığı ve ülkenin çalkantılı bir dönemden geçtiği bir tarih olduğunu düşününce Hooper’ın belki de bu ortama da bir göndermede bulunduğu yorumunu getirebiliriz. Bu yorumlar bir yana bırakılırsa beş genç (bir şişman ve özürlü, bir yakışlıklı, bir cool entelektüel (gözlükleri var çünkü) ve iki sarışın ve seksî (burçlara meraklı olduklarına göre çok da akıllı değiller!) kadın gibi gençlerin kurban olduğu korku filmlerinin sonradan klişeleşen karakterlerine sahip olan hikâye tüm çekiciliğini temposunu hiç düşürmeden karşımıza getirdiği sert sahneleri üzerine kuruyor. “Leatherface” karakteri, testere ve ondan daha da fazla çekiç ile yapılanlar, mezbahalarda hayvanlara yapılanları hatırlatan kancaya asma ve yerde debelenmeler, koltuklarında oturan yaşlıların çürümüş cesetleri ve bu cesetlerden birine yaptırılmaya çalışılanlar (“Vur ona! Vur, büyükbaba. Al Çekici. Hadi, büyükbaba. Vur şu kahpeye! Hadi, büyükbaba. Vur şu kahpeye, öldür onu!”), dakikalar boyunca süren kadın çığlıkları ve korkudan iri iri açılmış gözlerle gidebileceği son noktaya gidiyor film.

Finalde gün batımı fonu önünde gerçekleşen “testere ile dans” sahnesi ile etkileyici bir kapanış yapan filmin belki de sinema sanatı açısından en önemli başarısı karanlık bir mizahı ustalıkla kullanması. Testere ile kurbanları kovalamaca, büyükbabanın eline çekicin tutturulmaya çalışılması veya absürt olabilecek bir durumu ve görüntüyü tam sınırda tutabilme becerisi ile dikkat çekiyor Hooper’ın çalışması. Düşük bir bütçe ile yakalanan görsel atmosfer (Daniel Pearl) ve efektleri (Dean W. Miller), hikâyeye yakışan usta bir kurgu (J. Larry Carroll ve Sallye Richardson) ile de dikkat çeken film adı hiç geçmese de Vietnam savaşının da gölgesini hissettiriyor seyirciye. 1975’te ABD’nin geri çekilmesi ile sona eren savaşın henüz sürdüğü yılların ürünü olan film Frank karakterinin tekerlekli sandalyeye mahkûm olmasını (savaştan engelli olarak dönenleri hatırlayalım) ve sık sık kendisini utandıran duruma düşürmesini bunu ima etmek için kullanıyor ama bunu diğer imaları (vejetaryenlik, toplumdaki sosyal huzursuzluk, makineleşmenin neden olduğu işsizlik vs.) ile birlikte öne çıkarmadan değerlendiriyor. Sonuç Hooper’ın 1982’de çektiği “Poltergeist” (Kötü Ruh) ile birlikte kariyerinde öne çıkan iki filminden biri oluyor ve sert doğrudanlığı ile ve hikâyesinin alışılmışlığına rağmen bir klasik çıkıyor ortaya.

(“Teksas Katliamı”)

Poltergeist – Tobe Hooper (1982)

“Geldiler!”

Küçük kızlarını hedef alan doğaüstü olaylarla savaşmak zorunda kalan bir ailenin hikâyesi.

Steven Spielberg’in orijinal hikâyesinden yola çıkılıp onun da içinde olduğu bir ekip tarafından senaryosu yazılan ve Tobe Hooper tarafından yönetilen bir klasik korku filmi. Pek çok iddiaya göre yönetmenlik çalışmasının Hooper’dan çok Spielberg’e ait olduğu film hemen hiç kan göstermeden ve sadece tek bir canlının (kafesteki minik bir kuş ki onun ölümünün de olan bitenle pek ilgisi yok gibi görünüyor) hayatını kaybettiği, dönemine göre hayli iyi ama bugün belki bir parça zayıf görünecek efektlere çok da yaslanmadan gerilim/korku yaratmayı başaran bir çalışma. Zaman zaman kara bir mizaha da başvuran (ki çok da filmin lehine olmamış bu tercih açıkçası) filmin klasik hatta kimileri için kült özelliği olmasının yanında epey bir kusurunun olduğunu da söylemek gerekiyor.

1986’da “Poltergeist II: The Other Side” ve 1988’de “Poltergeist III” adını taşıyan ve pek beğenilmeyen devam filmleri de çekilen bu çalışmanın elbette tipik bir Amerikan pazarlama taktiğinin sonucu olarak kimi uğursuzluklara neden olduğu yolunda hikâyeler olsa da filmin iki oyuncusunun hayli erken ölümlerini anmak gerekiyor. Ailenin büyük kızını oynayan Dominique Dunne için bu ilk ve son sinema filmi olmuş, filmin çekildiği yıl ve henüz yirmi iki yaşındayken erkek arkadaşı tarafından boğularak öldürüldüğü için. Ailenin küçük kızını canlandıran ve “kötü ruh”un musallat olduğu Heather O’Rourke ise film çekildikten altı yıl sonra rahatsızlanarak ölmüş. Bu “lanetli” filmin hikâyesini Spielberg Denver’daki bir parkın yapılış öyküsünden yola çıkarak yazmış. Tıpkı filmimizde olduğu gibi bir mezarlıktaki mezar taşlarının kaldırılıp içindeki iskeletlerin, maliyet nedeni ile, yapılan parkın zeminin altında bırakıldığını öğrenen Spielberg bunu sinemaya taşımış ve bir televizyon ekranı üzerinden küçük kıza ve tüm aileye musallat olan “huzursuz” ruhların hikâyesini yazmış. Filmin adı Almanca bir kelime ve objeleri hareket ederek gürültü çıkaran ve insanları fiziksel olarak rahatsız eden ruhlar için kullanılıyor (Tezer Özlü 1982’de Milliyet Sanat Dergisi’ne yazdığı bir yazıda filmin adını Almanca’dan “Gürültünün Ruhu” olarak çevirmiş). 2015 içinde Gil Kenan’ın yönettiği bir tekrar çekimi de gösterime girecek olan film işte bu mezarları yok edilen ama cesetleri hak ettiği saygıyı görmeyen ruhların intikamını anlatıyor bir bakıma.

Jerry Goldsmith’in her zamanki gibi hikâyeye hayli uygun ve belki fazlası ile profesyonel müziği eşliğinde anlatılan hikâyenin metninin arkasında duranlara göz atmak gerekiyor sanırım öncelikle. Açılış sahnelerinden başlayarak film önümüze huzurlu bir Amerikan kasabasında yaşayan huzurlu bir Amerikan ailesini getirdiğini ısrarla vurguluyor. Ailedeki erkek çocuğun yatarken bile taktığı beyzbol şapkası ve okuduğu en Amerikan milliyetçisi çizgi roman “Captain America” hep tipik Spielberg tarzı bir Amerikan değerlerine düşkünlüğü ve daha ileri gidersek muhafazakârlığının göstergesi. Her ne kadar uğradıkları haksızlığın intikamını alıyor olsalar da, aileye tehdidin onların yerleştiği ve düzenlerini kurduğu yerin eski sahibi olan yerlilerden geliyor olması da aynı düşünce yapısını işaret ediyor. Kaldı ki ruhların dadandığı ailenin “örnek” profili, küçük kızın masumiyeti ve gösterildiği iki sahnede ruhların korkunç görüntüsü bu “haklılık” payını da yok ediyor kesinlikle. Final bölümünde evin, bir başka deyişle kutsal yuvanın başına gelen de bu ruhların korkunçluğunun bir başka göstergesi elbette. Kasabanın üzerinde sürekli hızla hareket eden kara bulutlar, erkeklerin evde toplanıp tam bir Amerikan sporu olan beyzbolu seyrettiği bu örnek Amerikan kasabasının (Amerikan toplumunun) tehdit altında olduğunun sembolü olarak yorumlanabilir.

Anlaşılan televizyonların yirmi dört saat yayın yapmadığı günlerde geçen hikâyede gizemli yaratıkların, televizyonun Joe Rosenthal’ın ünlü “zafer bayrağını diken Amerikan askerleri” fotoğrafı ve Amerikan milli marşı ile kapanmasından sonra ve televizyonun karıncalı görüntülü ekranı aracılığı ile ortaya çıkmasını da benzer bir niyet okumanın parçası yapmak mümkün. Yayının olmadıığı durumlar dışında hep açık duran televizyonun hikâyedeki yeri hayli önemli ve belki hatta sembolik aslında. Kötü ruh onun ekranı üzerinden aileye musallat olduğu gibi, ele geçirdiği küçük kızı da “içine alıyor”. Son sahnede ailenin yerleştiği yerdeki televizyonu odanın dışına çıkarması da filmin televizyon ile ilgili bir derdi olduğunun sembolü sanki. Televizyonun yanında filmin bir Star Wars sevgisi de sık sık kendisini gösteriyor, duvardaki posterlerden çocukların oyuncaklarına kadar.

Filmin havasına pek de uymuş görünmeyen bir mizah havası da var zaman zaman ki bununla tam olarak neyin amaçlandığını anlamak pek mümkün değil. Benzer bir şekilde kimi sahnelere de, öneğin evin büyük kızına laf atan işçilerin sahnesi, bir anlam bulmakta zorlanma ihtimaliniz yüksek. Anne ve babanın doğaüstü olayları ilk yaşadıklarında, korkmayıp sadece şaşırmaları, hatta eğlenmeleri ve çözüm için başvurdukları yeri ve kişileri nasıl buldukları da ya olumsuz anlamda şaşırtan ya da gerçekçiliğe ters düşen anların örnekleri olarak dikkat çekiyor. Zelda Rubinstein’ın iyi oynadığı ama tiplemesinin senaryodan kaynaklanan karikatürlüğünü tam anlamı ile yok edemediği filmde oyunculuklar daha çok “idare eder” bir havada.

Yukarıda sıraladığım kusurlarına rağmen film yine de çekici olmayı başarıyor. Açılışta evin köpeğini odaları dolaştırarak ailenin bireylerini ve hikâyenin hemen tümünün geçtiği evi tanıtması akıl dolu bir profesyonellik örneğin ve başka sahnelerde de görüyoruz bu profesyonelliğin izlerini. Abartılı olmayan görsel efektlerin de ustalıkla kullanıldığı film hikâyesini de Hollywood’a özgü bir ustalık içinde hayli akıcı olarak anlatıyor bize. Kan dökmeden de filmlerin korkutucu olabileceğini (gereksiz mizahına rağmen) kanıtı olabilen bir film, sadece kült olması nedeni ile ilgiyi hak ediyor zaten; kötü ruhları ilk sezenin evin köpeği olması gibi pek çok klişesine rağmen üstelik.

(“Kötü Ruh”)