En Mavi Göz – Toni Morrison

Amerikalı yazar Toni Morrison’ın ilk romanı. 1993’te Nobel Edebiyat ödülünü kazanan ve bu ödüle sahip olan ilk siyah kadın olan Morrison’ın ilk romanı olan ve 1970 yılında yayımlanan “En Mavi Göz – The Bluest Eye” yazarın kendisinin de doğduğu ve büyüdüğü Ohio’nun Lorain şehrinde, 1941 yılında geçiyor. İki küçük siyah kızın bakış açısının yanı sıra üçüncü şahıs bakış açısı ile de anlatılıyor roman. Bu farklı bakışlar arasındaki geçişlerin güçlendirdiği roman ABD’deki ırkçılık ve bunun siyahların yaşamları üzerindeki sonuçlarının yanısıra “ikinci sınıf” olmanın içselleştirilmesinin neden olduklarını da etkileyici bir biçimde sergiliyor. Tüm yaşadığı acıların çözümü olarak bir çift mavi göze (en mavi gözlere) sahip olmayı gören bir kızın bu arzusunun odağında yer aldığı roman bu kızdan yola çıkıp ırkçılığın hedefi olmuş herkesi anlatan etkileyici bir kitap.

Güzelliğin ve mutluluğun beyaz olmakla (ve daha detayda da bir çift mavi göze sahip olmakla) özdeşleştirildiği bir toplumda yaşayan iki ayrı küçük kızı getiriyor karşımıza roman ve bunlar üzerinden toplumda egemen olan değerlerin ve yargıların hem tek tek bireylerin hem de bu değer ve yargıların çerçevesi dışında kalan tüm grupların yaşamlarını nasıl etkilediğini anlatıyor. Toni Morrison’ın kitabını ırkçılığa odaklanan edebiyat eserlerinin arasında farklı bir yere koyan en önemli unsur, onun ırkçılığı içselleştiren karakterleri anlatması. Kitapların, dergilerin, televizyonun ve sinemanın empoze ettiği güzellik anlayışının dışında kalanların kendi “çirkinlik”leri ile baş edememeleri ve farklı olmayı dilemeleri romanın hayli güçlü dili ile birleştiğinde kesinlikle çok büyük bir etki bırakıyor okuyucu üzerinde. Bir çocuğun, maruz kaldığı tüm mutluluk ve güzellik tanımlarının dışında kalan bir fiziğe ve yaşam şekline sahip olmasının travmalarını -Tanrı’dan mavi göz isteyen- Pecola karakterinin kendisi kadar derinden hissediyorsunuz siz de. Kitaptaki küçük kızlardan biri olan Claudia’nın ağzından ifade edildiği şekli ile neden olduğunu değil, nasıl olduğunu anlattığını anlatsa da (“Söylenecek daha fazla bir şey yok aslında, neden’i dışında. Ama nedenin altından kalkmak zor olduğundan, nasıl ile ilgilensek daha iyi olacak”) ve yazar trajik sonu baştan söylese de neden’i de en az nasıl kadar aktarıyor bize roman.

Gerçekten de güçlü bir dili var romanın. Pecola’nın kitabın sonlarında yer alan “kendi kendisi ile konuşması” bölümünde gücü doruğa çıkan bu dili sadece ana karakterleri değil, yan karakterleri ve dönemin koşullarını anlatırken de kullanıyor Toni Morrison. Üç fahişe veya Pecola’nın anne ve babasının geçmişlerinin anlatıldığı bölümlerin ve tüm karakterlerin içinde bulunduğu yaşam koşulları, yoksulluklar, yoz ilişkiler ve işlevsiz aileler gibi unsurların her biri hak ettikleri derecede derin ve net bir biçimde seriliyor gözlerimizin önüne. “Tanrı’nın beyaz ve mavi gözlü olduğu” ve kurbanların nefretlerini acılarının baş edemeyecekleri kaynaklarına değil, tanıklarına yönelttikleri bir dünyada geçen roman gerçekçi, güçlü ve derin bir eser ve egemen değerlerin, ön yargıların ve zulmün insanların kişiliklerini ve öz güvenlerini nasıl korkunç bir biçimde yok ettiğini göstermesi ile de önemli. Morrison’ı kitabı yazmaya iten nedenlerden birinin 1960’larda “siyah erkek yazarların güçlü, saldırgan ve devrimci” kitaplarına karşılık olarak “durumun aslında hiç de güzel olmadığını anlatmak” olduğunu da belirtmek gerekiyor bu bağlamda.

(“The Bluest Eye”)