The Hotel New Hampshire – Tony Richardson (1984)

“Bu yüzden hayal kurmaya, hayatlarımızı keşfetmeye devam ediyoruz; kayıp bir kız kardeş, azize bir anne, kahraman bir baba. Ama ne kadar güçlü hayal edersek edelim, hayallerimiz bizden kaçıyorlar. Yapılabilecek tek bir şey var: Açık pencereleri geçmek”

Üçü erkek ikisi kız beş çocuk, bir anne ve bir babadan oluşan ve tüm üyeleri tuhaf karakterler olan bir ailenin hayallerinin hikâyesi.

John Irving’in aynı adlı romanından uyarlayarak Tony Richardson’ın yazdığı ve yönettiği bir ABD, Kanada ve Birleşik Krallık ortak yapımı. Her birinin kendine özgü tuhaflığı ve/veya çekiciliği olan yedi karakterden oluşan ailenin ve tuhaflıkta onlardan altta kalmayan diğerlerinin hikâyesini anlatan bu komedi filmi, kariyerlerinin başlarındaki ilk rolleri ile karşımıza gelen ve sonraları ünlü birer yıldız olan kimi oyuncuların da aralarında bulunduğu çekici kadrosu ile dikkat çeken, zamanında eleştirmenler ve seyirci tarafından pek tutulmamış ama daha sonra -hiç olmazsa bazıları için- kült niteliği kazanmış bir çalışma. En azından “tuhaf”lığı ile ilgiyi hak eden bu filmin, süresi için hayli fazla sayıda görünen olayı anlatmaya çalışması ve komedisi ile oldukça ters düşen dramatik gelişmeleri var ama bunlar bir engel oluşturmamalı filmi görmeye.

Harvard mezunu ama aklı otel girişimciliğinde olan, hayallerinin hep peşinde koşan ama onları kendisine ve ailesine pek de faydası olabilecek şekilde gerçekletiremeyen bir baba; iyi bir eş de olan iyi yürekli ve ailedeki tek “normal” karakter olarak görünen bir anne; eşcinselliği nedeni ile okul arkadaşlarının fiziksel tacizinden kendisini kurtaramayan en büyük erkek çocuk; güzel ve çekici, trajik bir cinsel saldırıya uğrayan, dışa dönük, marijinal görüşleri olan en büyük kız çocuk; hikâyede anlatıcı rolü de üstlenen ve ablasına -karşılık da gören ama onun gibi yönetemediği- bir aşk duyan ikinci erkek çocuk; büyümesi zamanından önce durmuş ve kendisini cüce olarak niteleyen, duygusal ikinci kız çocuk; ailenin en küçüğü ve komiği, “yumurta” olarak çağrılan erkek çocuk… Bu karakterler filmde bir uçak kazasındaki iki ölüm, bir intihar, bir bomba, bir ensest ilişki, bir kör olma ve bir tecavüzü de içeren ve tamamı tuhaf başka karakterlerin eşlik ettiği komik bir hikâyenin kahramanları olarak geliyorlar karşımıza. Tuhaf diğer karakterlerin biri örneğin, kendisini çirkin bulduğu için hep ayı kostümü içinde gezen çok güzel ve lezbiyen bir genç kız (bu karakteri Nastassja Kinski’nin canlandırdığını söylersek, kızın tuhaflığını gerektiği gibi anlatabiliriz sanırım); ayrıca hikâyenin Avusturya bölümlerinde karşımıza çıkan sol radikal örgüt üyelerini de ekleyebiliriz bu tuhaf karakterlerin arasına.

Peki tüm bu karakterler ve olaylar bir araya geldiğinde ortaya çıkan sonuç nasıl olmuş sorusuna verilebilecek ilk cevap sanırım -belki tam da amaçlandığı gibi- “tuhaf” olmalı. Öyle ki hikâyeye hiç ısınamadan yarıda bırakan da olacaktır, bu garip komediyi ilgi ile izleyen ve hatta ona günümüzde kimilerinin baktığı gibi kült gözü ile bakan da. İlk gruba girenlerin ise bir parça hoşgörü (veya sabır) göstermeleri durumunda -filmi sevip sevmemelerinden bağımsız olarak- en azından hikâyeyi ilginç bulabileceğini söylemek gerekiyor. Yaşadıkları tüm trajedilere rağmen birbirlerine “açık pencereleri geçmeyi” öneren karakterlere (bu ifade, yaşanan zorluklara ve hayallere giden yolu kapatan engellere rağmen azimle direnmeyi anlatmak için kullanılıyor ama karakterlerden biri bir açık pencereyi geçemeyip oradan boşluğa atlıyor ne yazık ki) alışmak başlangıçta bir parça zor olabilir ve üstelik hikâyenin hayli trajik öğeleri komedi ritmini bozmadan anlatmayı seçmesi bunu daha da zorlaştırabilir ama sabır göstermeye engel değil bu problem.

Ailenin bireylerini Jodie Foster, Rob Lowe, Beau Bridges, Paul McCrane, Lisa Banes, Jennifer Dundas ve sinemadaki ilk rolünü oynayan Seth Green’in canlandırdığı ve diğer karakterlerde Kinski’nin yanısıra Matthew Modine, Amanda Plummer, Joely Richardson, Wilford Brimley ve Wallace Shawn gibi tümü işlerini iyi yapmış görünen oyuncuların yer aldığı bu film bu oyuncuların bir kısmının gençlik, hatta çocukluk günlerini karşımıza getirmesi ile de bir ilgi kaynağı olabilir kuşkusuz. Önce Queen grubuna sipariş edilen ve onların film için bir şarkı (sonradan grubun “Works” albümünde yer verdiği “Keep Passing the Open Windows”) hazırlamasına rağmen sonuçta klasik müzik kullanmaya karar verilen filmin yukarıda vurgulananlar dışında iki sıkıntısı daha var: Filme kaynak olan romanın yazarı ve bu uyarlamayı beğenen John Irving’in de belirttiği gibi romana fazlası ile sadık kalmaktan ve ondaki her şeyi anlatma telaşından kaynaklanan bir acele içinde ilerliyor film ve size yeterince düşünme ve sindirme fırsatı sağlamıyor olan biteni. Bunun da oluşumuna katkı sağlamış göründüğü diğer problem ise biçimsel olarak filmin bir arada kalmışlık havası taşıması; bunun en iyi göstergesi ise sadece birkaç sahnede görüntünün hızlandırılarak adeta bir “slapstick” havasına bürünmesi hikâyenin ki filmin geneli ile pek uyuşmuyor bu tercih.

Sürekli gaz çıkaran bir köpek, bu köpeğe yapılan tüm “eziyet”ler, depresyon, terörizm, bir şakanın neden olduğu bir kalp krizi, sonuçta bir defalığına da olsa sekse dönüşen ensest bir aşk, küçük kardeşlerinin seks yaptığı anlara kulak misafiri olan kardeşler, bir tecavüzcüden intikam almak için bir “ayı”nın ona tecavüz etmesini planlayan ve bu planı uygulamaya geçirenler, dişsiz kadından alınan dersle öpme uzmanı olan genç adam, sistemin çöküşünü hızlandırmak için porno işine giren radikal solcu ve diğer pek çok öğenin tuhaf, fazla sıkışık ve elbette rahatsız edici kıldığı bu film uyarlaması zor bir romanı bir sinema filmi süreci içinde ve hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan anlatmaya çalışmanın doğal problemlerini de taşıyan ve zaman zaman iyi yönetilememiş bir kaos havasına bürünen bir çalışma. Filmin bir sahnesinde karşımıza çıkan “Hayat ciddi, sanat eğlencelidir” cümlesine uygun olarak ciddi olayları eğlenceli bir biçimde anlatan film sonuçta farklı bir çalışma olarak ve tüm oyuncu kadrosunun sağlam performansları ile ilgiyi hak eden bir çalışma. Ensest ilişki ve tecavüz gibi rahatsız edici olguları da doğrudan olmasa bile, bir şekilde aynı eğlenceli havanın parçası yapmasına ise şiddetle itiraz etmek gerekiyor kuşkusuz.

(“New Hampshire Oteli”)

The Charge of the Light Brigade – Tony Richardson (1968)

the charge of the light brigade“Şu an yorgun, zayıf, biçare ve hasta Türkiye bana göre daha çok, savunmasız, güzel, alımlı bir genç kız ve her an zalimlerin eline düşebilir. Türkler iskâmbil kağıdından kuleler gibi yıkılacak olursa, nehirlerimizde Ruslar gezmeye başlayacak, her yeri Ruslar saracak, gemileri ve askerleri ile ülkemizi mahvetmeye gelecekler”

Kırım savaşında Sivastopol’u ele geçirmek için Rus ordusuna karşı saldırıya geçen bir “hafif süvari alayı”nın hikâyesi.

Charles Wood’un senaryosundan Tony Richardson’un çektiği bir İngiliz filmi. Talihsizliklerle ve yaratıcıları arasındaki anlaşmazlıklarla sinema tarihinde yerini alan film, alaycılıkla ciddiyet arasında yerini belirleyememiş görünen ve bugün bir parça eskimiş duran bir çalışma. Richard Williams imzalı ve hem açılışta hem de hikaye sırasında zaman zaman karşımıza çıkan animasyonların hayli başarılı olduğu ve hatta filmin en ilginç anlarının çoğunun sahibi olduğu film İngiliz sinemasının o dönemdeki başarılı oyuncularını karşımıza getirmesi ile de dikkat çekebilir. Aslında hayli trajik olan ama filmin çeşitli nedenlerle pek iyi değerlendiremediği gerçek hikâyesi nedeni ile de görülmeyi hak eden bir film yine de.

Filmin ilk senaryosu, daha önce “Look Back in Anger” ve “The Entertainer – Sahte Tebessüm” filmlerinde yönetmen Tony Richardson ile çalışmış olan John Osborne tarafından yazılmış ve bu ilk senaryo kısmen İngiliz tarihçi Cecil Woodham-Smith’in “The Reason Why” adlı kitabından esinlenmiş. Richardson’un senaryonun yeniden yazılması isteğini Osborne reddedince işi Charles Wood devralmış. Bu talihsizliğin arkasından, bir dublörün kendisini çekime fazla kaptırıp birkaç atın ölümüne neden olması, başroldeki David Hemmings’in setteki huysuzluğu (ki bu huysuzluğu ve filmin ticari başarısızlığı kariyerine ciddi bir zarar vermiş), savaş sahneleri Türkiye’de çekilen filmde görev alan ve çoğu asker olan Türk figüranların bölgedeki köylülerle sözlü atışma ve hatta fiziksel kavgaya varan tartışmaları ve filmin can alıcı sahnesinin çekimleri sırasında askerlerin NATO tatbikatına katılmak için çağrılması nedeni ile elde çok az figüran kalması gibi başka sorunlar da yaşanmış. Çekildiği tarihte en yüksek bütçeli İngiliz filmi olan yapım, Tony Richardson’un o tarihte film eleştirmenlerine olan kızgınlığı nedeni ile eleştirmenler için ön gösterim yapılmadan çıkarılmış piyasaya ve dönemin ünlü sinema dergilerinden “Films and Filming” film için herhangi bir eleştiri yayınlamamış bu nedenle (“Davet edilmediğimiz yere gitmeye çalışmayız” diye ifade etmiş protestosunu dergi). Yapımcı şirketin filmin kurgusuna ciddi olarak müdahalede bulunması da filmin bir başka talihsizliği olmuş ve Türk hükümetinden çekim izni alabilmek için araya Amerikalı ve Fransız diplomatları sokarak yıllarca uğraşmış bulunan Tony Richardson’a bir darbe de onlar vurmuşlar.

Evet, bir talihsiz film karşımızdaki ama kusurlarının tümü bu talihsizliğinden kaynaklanmıyor. Yüzlerce askerin ölümü ile sonuçlanan saldırının başarısızlığının arkasında iç çekişmeler, kişisel “iktidar kavgaları”, yeteneksizlik, beceriksizlik, tecrübesizlik gibi çok ciddi sorunlar var ve film bunu sık sık da vurguluyor ve trajik bir sona giden saldırının suçlusunun kim(ler) olduğunu çok net biçimde işaret ediyor ama bunu yaparken takındığı sarkastik tavır bu işaret etmenin ve daha da önemlisi trajik sonun etkileyiciliğini azaltıyor. Gencecik insanların ölümüne neden olan askeri ve sivil yöneticileri eleştirisinin odağına alan ve onlara elinden geldiğince vuran bir hikayenin pek de başarılı olmayan bir mizaha başvurmasına hiç gerek yokmuş kesinlikle. Hikâyeye -üstelik tarihsel gerçeklere de uymadığı söylenen bir biçimde- gazeteci kadınla bir İngiliz komutan arasındaki ilişkinin ve ne anlatılana ne de karakterlere herhangi bir katkısı olan bir yasak aşkın eklenmesi de yanlış bir seçim olmuş.

Filmin kaçırdığı fırsatı bize çok iyi anlatan kimi bölümler var ki aslında sadece bu sahneler bile tek başlarına filmi görmek için yeterli bir sebep oluşturabilir. Süvari alayının tembel subaylarını gösteren kısacık bir sahne (görüntü yönetmeni David Watkin’i alkışlamalı bu kareler için), askerlerin yürüyüş sırasında yakalandıkları salgın hastalıktan birer birer düşmeleri veya Hemmings’in karakterinin vurulduğu sahne filmin gereksiz sarkastik yaklaşımı ve hikâyedeki fazlalıkları bir kenara bırakmış olsa ortaya koyabileceği başarı hakkında bize epey fikir veriyor. Filmin Richard Williams tarafından hazırlanan animasyonları ise hikâyenin ironisinin nasıl olması gerektiğini gösterecek kadar başarılı. Örneğin “savaş çığlıkları”nın atıldığı bölüm oldukça etkileyici ve gerek bu bölüm gerekse tüm diğer bölümlerdeki çizimler hem sert bir eleştirinin hem de İngiliz usulü bir mizahın bir arada aslında başarı ile durabileceğini kanıtlıyor bize. David Hemmings, Trevor Howard, John Gielgud, Harry Andrews ve ne yazık ki karakterine haksızlık eden senaryoya rağmen Vanessa Redgrave gibi usta oyuncuların yer aldığı ve tümünün de ünlerini haklı kılan bir performans sergiledikleri film kimi sahnelerinin görsel başarısı ve finalde “savaş alanındaki sessizlik” ile elde edilen çarpıcılık ve trajik hüzün ile önemli öte yandan. Bir parça fazla İngiliz diye de nitelenebilecek film Kırım savaşını ve dönemin politik olaylarını bilenler için daha fazla anlam ifade edebilecek ve önemli problemlerine rağmen görülmeyi hak eden bir çalışma.

(“Hafif Süvari Alayının Hücumu”)

A Delicate Balance – Tony Richardson (1973)

“Böylesine sessiz, hüzünlü, mide bulandıran bir aşk…”

Zengin bir yaşlı çiftin kendileri ile yaşayan kadının bekâr kız kardeşi, boşanma ile biten dördüncü evliliğinden sonra eve dönen kızları ve kendi evlerinde yaşadıkları tuhaf bir olaydan sonra çiftin evine yerleşmeye karar veren ve arkadaşları olan bir çift ile yaşadıklarının hikâyesi.

Yapımcı Ely Landau 1973-1975 yılları arasında ünlü Amerikan oyunlarının sinema uyarlamalarını yapmayı hedeflemiş ve bu kapsamda 14 ayrı oyun ve müzikali sinema perdesine taşımıştı. Serinin ilk filmi olan “A Delicate Balance” dev kelimesini hak edecek bir kadro ve ünlü İngiliz yönetmen Tony Richardson tarafından aktarılmış sinemaya. Tiyatro oyununa oldukça sadık olan senaryo oyunun yazarı Edward Albee’ye ait. Richardson aradaki ufak “müdahaleleri” dışında daha çok filme alınan bir oyun getirmiş karşımıza. Bu anlamda filme sinemasal bir tattan çok güçlü bir oyunun güçlü oyuncular tarafından oynanmasından kaynaklanan keyif için yaklaşmak gerekiyor. Çok konuşmalı ve diyalogların da sıradan günlük hayatın izlerinden çok, birbirinden ilginç karakterlerin “entelektüel” birikimlerinin izlerini taşıdığı film hareket ve eğlence peşinde olanlar için değil kesinlikle. Ne var ki özellikle karakterleri tanıdıktan ve onları anladıktan sonra kimileri için sıkı bir keyif sağlayacağı da açık bu filmin.

Paul Scofield, Katharine Hepburn, Lee Remick, Kate Reid, Joseph Cotten ve Betsy Blair… Bu muhteşem kadro ne yapsa seyredilir diye başlamak gerek öncelikle. Bugün hiçbiri hayatta olmayan bu oyuncular çoğunlukla tek çekimle oluşturulan planlarla hayli zor bir oyunculuk tecrübesinin altından çarpıcı bir başarı ile kalkıyorlar. Adeta bir oda tiyatrosunda en ön sırada oturmuş ve müthiş bir oyundaki oyunculuk gösterisine tanık oluyor gibi hissediyorsunuz kendinizi. Özellikle de Scofield, Hepburn ve Reid senaryonun da kendilerine sağladığı avantajı kullanarak seyredeni avuçlarının içinde tutuyorlar hikâye boyunca. Uzun ve kimi zamanlarda -özellikle karakterlerin birbirlerine alaycı olarak yaklaştıkları anlarda- kompleks bir hal alan diyalogları 130 dakikayı aşan bir filmde başka hangi oyuncular seyirciye bu denli çekici kılabilirdi bilmiyorum ama oyuncular ve performansları filmin en büyük artısı kesinlikle.

Ve elbette Albee’nin oyunu/senaryosu. Evin tek bir odasında, oturma odasında geçen oyun filmde seyiciye arada nefes aldırmak için olsa gerek zaman zaman farklı odalara taşınsa da temel olarak tüm hikâye tek bir odada geçiyor. Bu odada oyunun/filmin farklı temaları karakterlerin diyalogları ve duyguları üzerinden seyirciye de geçiyor kesinlikle ki bu aktarımda yukarıda sözünü ettiğim gibi en büyük pay oyuncuların. Örneğin temalardan biri olan “kayıp” farklı alanlarda karşımıza gelirken bunların ikisinin ana oyuncusu olan Hepburn küçük yaşta ölen oğlunun kaybını nerede ise diyaloglarına bile yansıtmadan sadece gözleri ile öyle bir anlatıyor ki seyirciye… Evet, kayıp hikâyenin temalarından biri. Ölen çocuğun doldurul(a)mayan boşluğundan, Hepburn’ün yaşlandıkça aklını kaybetme endişesine ve onlarla yaşayan kız kardeşten sonra eve dönen kızlarının ve emrivaki ile eve yerleşen arkadaşların neden olduğu bir kayıp daha var: mahremiyetin kaybı. Kaybın yanında karakterlerin diyaloglarına sıklıkla yansıyan “korku” var bir de. Her bir karakterin kendi korkuları var ve bu korkularını nerede ise tek başlarına yaşıyorlar hikâye boyunca. Eve yerleşen diğer çiftin kendi evlerinde yaşadıkları “gizemli” korkudan (bu korkuyu anlattıkları sahne filmin de en etkileyici anlarından biri kesinlikle) yaşlanmaya, büyümeye veya bir yandan çokça arzu edilip öte yandan kaçılan aşka kadar pek çok korku karşımıza gelip duruyor hikâyede.

Tony Richardson birkaç kez başvurduğu zum hareketi ve bir sahnede kullandığı yukarıdan çekim dışında yumuşak bir kurgu ile bir araya getirdiği sahneleri ile daha çok hikâyeyi sadece takip eden bir konum üstlenmiş gibi. Böyle olunca da oyunun gücüne ve oyuncularına kendini kaptıramayan bir seyircinin filmden alacağı tat hayli düşük olabilir açıkçası. Yine Albee’nin bir oyunundan sinemaya aktarılan “Who’s Afraid of Virginia Woolf? – Kim Korkar Hain Kurttan?” ile kıyaslandığında filmin sinemasal açıdan geride kaldığı açık ama başta yapımcı Landau olmak üzere filmin yaratıcılarının hedefi bu değilmiş zaten. Burada hedeflenen Amerikan tiyatrosunun kimi klasik eserlerini gelecek nesillere güçlü oyuncular, sağlam bir kadro ve küçük sinemasal dokunuşlarla aktarmak olmuş çünkü. Bir evde kurulmaya ve ayakta tutulmaya çalışılan “hassas bir dengenin” geleceği ve bu dengeyi daha da tehlikeye sokan eve yerleşen çiftle ne yapılacağı konusunu anlatan bu hikâye özellikle ilk yarım saatinden sonra daha fazla -ve sinemasal olmayan- bir tat veren ve en önemlisi oyuncularının sağladığı keyif için izlenmesi gereken bir çalışma. Müzik ve kurgu gibi sinemanın kimi temel araçlarına başvurmayan bir filmle karşı karşıya olduğunuzu da unutmadan.

Tom Jones – Tony Richardson (1963)

tomjones

“Hepimiz Tanrı’nın eseriyiz, bazılarımız daha da kötü”

 

İngiliz Özgür Sinema akımının temsilcilerinden Tony Richardson’dan bir Henry Fielding uyarlaması. 1740’larda geçen film, dönemin İngiltere kırsalında yetişen ve Londra’ya gitmek zorunda kalan bir genç erkeğin hikâyesi.

 

Sessiz film formatında ve konuşmalar yerine ara yazılar ile başlayan film, bu hınzır başlangıcı tüm film boyunca sürdürüyor. Uçarı ve esprili bir tempo, zaman zaman hızlanan kurgu, hareketli bir kamera ve İngiliz oyuncu geleneğinin en başarılı örneklerinin keyif alarak ve vererek sürükledikleri bir film. Yönetmen görüntüyü durdurmaktan, oyuncular zaman zaman kameraya bakmaktan ve hatta konuşmaktan çekinmiyor ve kendinizi bir tiyatroda ve sürekli kahkaha atan kalabalık bir seyirci topluluğu ile birlikte bir vodvil izlermiş gibi hissetmenizi sağlıyor. Özellikle handa geçen “suç üstü yakalama” sahnesinde bu vodvil duygusu zirvesine ulaşıyor. “Erotik” yemek sahnesi sessiz sinemanın bir zamanlar neler başardığını da hatırlatıyor bize.

 

Din ile, iki yüzlü ahlâk anlayışı ile, servet edinme üzerine oynanan oyunlar ile çekinmeden dalgasını geçen film sık sık devreye giren ve zekice yazılmış sözler (“Kalbimi çalarsanız bedenim de onu takip edecektir”, “Tom için herhangi bir kadın hiçbir kadından daha iyiydi” vs.) ile olayları açıklayan bir anlatıcıyı da başarı ile kullanıyor.

 

Filme adını veren karakteri oynayan Albert Finney 60’larda oynadığı diğer Özgür Sinema örneklerinde olduğu gibi çok başarılı ve diğer tüm oyuncular da başta Hugh Griffith olmak üzere filmin bu alandaki başarı çıtasını çok yukarılara taşıyorlar.

 

Sansürle çok uğraşmış bir isim olan yönetmen Tony Richardson filmde sık sık bu kurum ile de dalgasını geçiyor ve bunu da tüm bu komedinin parçası yapıyor.

 

Başta Oscar olmak üzere ödüllere boğulmuş bir film bu (ki özellikle en iyi film ödülünü de almış olması Oscar standartları açısından ilginç) ve bugün bakıldığında bir parça eskimiş durabilir belki ama özellikle anlatımının 60’larda çok yenilikçi olduğunu unutmamalı.